90’lı yılların çatışma süreci ile onbinlerce insan köyünü boşaltmak zorunda kaldı. 2000’li yıllara geldiğimizde binlerce kişi devlet tarafından zorla köylerinden çıkarıldıklarını ve köylerine geri dönüşlerine izin verilmediğini belirterek AİHM’e başvurdu. AİHM, pilot dava belirleyerek başvurucuların bu iddialarını doğruladı ve T.C.’yi mahkum etti. Bu kararla birlikte başvurular bir anda arttı. T.C. kabarık bir insan hakkı ihlali sicili ile AİHM’e giderken, AİHM de büyük bir dosya yükü ile karşı karşıya kaldı. İmdada AİHM kararının hemen sonrası kabul edilen “Tazminat Komisyonları” yetişti. Bir tarafta uzun süredir köyüne dönememesi nedeniyle mağdur olan köylülerin nakdi paraya ulaşması, diğer yanda hak ve özgürlüklerin ihlal edildiğinin defalarca tespit edilerek kalıcı bir çözüm için devletin zorlanması duruyordu. Avukatlar ikiye ayrıldı; kimi komisyonlara başvurdu kimi ise AİHM’de ısrar etti. Peki bu ikilemin nedenleri ve alınan tutumların sonrasına ve günümüze etkileri ne oldu? O dönem AİHM’de ısrar eden avukatların başında gelen Av. Mehmet Ali Kırdök’e uzatıyoruz mikrofonu.

Av. Mehmet Ali Kırdök kimdir?

İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi 1981 mezunuyum. 2001 yılına kadar siyasi ceza davaları, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) başvuruları da dâhil olmak üzere her alan ile ilgili olarak dava takip ettim. 2001 yılında, 1994 tarihinde Tunceli ilinde gerçekleştirilen köy boşaltma mağdurlarının şikâyetlerinin AİHM’e taşınması sürecinde yer aldım. Bu davaların bir grubunu Av.Özcan Kılıç, Av.Hasan Kemal Elban, Av.Meral Hanbayat ve Av.Ümit Sisligün ile birlikte yürüttüm.

Vali kararlarına karşı iptal davası açılamıyordu

Devletin “Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların Karşılanması Hakkında Kanun” u (5233 Sayılı Yasa) kabul etmesi ve tazminat komisyonlarını oluşturmak zorunda bırakan hukuksal atmosferi özetleyebilir misiniz?

Köy boşaltmalar, Tunceli dışındaki Kürt yerleşim yerlerinde 1990 yılının başlarında başladı. Londra merkezli Kürt İnsan Hakları Projesi kapsamında, Diyarbakır’a bağlı Kelekçi Köyü’nden bir grup mağdur, köylerinin boşaltılması temeline dayalı şikâyeti 1993 yılında AİHM’e (Akduvar/Türkiye) yaptı. 1994 yılında AİHM, kabul edilebilirlik kararı verdi. 16 Eylül 1996’da AİHM T.C.’nin, başvuru sahiplerinin özel ve aile yaşamı ile mülkiyetten barışçıl biçimde yararlanma hakkını ihlal ettiğine hükmetti. Bunun dışında AİHM, başvuru sahiplerine Avrupa Komisyonuna yaptıkları başvurularını geri çekmeleri için yapılan baskıları göz önüne alarak devletin sözleşmeyi ihlal ettiğine hükmetti.

İç hukuk yollarının tüketilmesinde nasıl bir yol izlediniz?

Tunceli’de çok sayıda köy Ekim 1994 tarihinde güvenlik güçleri tarafından boşaltılmış ve önemli bir kısmı da yakılmıştı. OHAL’in yürürlükte bulunduğu bu bölgede, güvenlik güçlerini hasım göstererek açılan idari davaların ve ceza davalarının kazanılma şansı yoktu. Bununla birlikte 285 Sayılı OHAL Bölge Valiliğinin Kuruluşu Hakkında Kanun Hükmünde Kararname’nin 7. maddesi, vali kararlarına karşı iptal davası açılmasını doğrudan engelliyordu. Hem engelleyici bu madde hükmü hem de yargı pratiği birlikte değerlendirildiğinde mağdurların taleplerine cevap verecek etkili bir iç hukuk yolu olmadığı açıktı. Biz de 1996 yılında Av.Özcan Kılıç ile birlikte Tunceli’nin Ovacık ilçesi köylerinden bir grup mağdurun şikayet başvurularını doğrudan AİHM’e yaptık.

Köy boşalltmaları davasında pilot karar: Akduvar/Türkiye

AİHM başvurunuzda sözleşmenin hangi haklarının ihlal edildiği iddiasında bulundunuz? Başvurunuz sonrasında neler yaşandı?

Akduvar/Türkiye şikayetine benzer temeller üzerinde durduk. Köylerin boşaltılması olgusuna bağlı olarak mülkiyet, özgürlük ve güvenlik, işkence ve ayrımcılık yasağı, adil yargılanma haklarının ihlal edildiğini belirttik. 1999 yılında AİHM, bu başvurularımız hakkında kabul edilebilirlik kararı verdi.

Hükümet dostane çözüm önerdi mi?

Evet, 2000 yılıydı. Hem bizim hem de Diyarbakır Lice mağdurları ile ilgili olarak dostane çözüm kararı açıklandı. O yıl içinde Tunceli için dostane çözüm kararı verilen dosya sayısı yirmiydi. Bu kararlar mağdur olmuş büyük bir kitleyi harekete geçirdi ve on binlerce yeni dosya AİHM önüne geldi.

Yeni başvurularda hem aradan geçen süre hem değişen ortam hukuki bir engel oluşturmadı mı?

Evet. Birincisi 1996 döneminden farklı olarak çok sayıda başvuran vardı. Sayının çokluğu AİHM açısından bir sorun oluşturabilirdi. Ayrıca 1996 yılında “köy boşaltma” canlı bir olguydu. Bunu 2001 yılında aynı şekilde ileri sürmek başvurularımızın reddedilmesine sebebiyet verebilirdi. Ayrıca aradan geçen ve başvuru yapılmayan bir altı yıllık süreç vardı.

Peki tüm bu hukuksal olumsuzluklara karşı nasıl bir yol izlediniz?

Köyünden zorla uzaklaştırılan müvekkillerimiz adına kaymakamlık ve valiliklere köye geri dönme talepli dilekçeler verdik. İdare, güvenlik nedeniyle buna izin verilemeyeceğini belirtti. Biz de bu cevabın bizlere tebliğ edilmesinden altı ay içinde “mülkiyete erişimin engellenmesi” ve “özel hayata saygı” hakları ekseninde yeni başvurularımızı yaptık. AİHM, başvurularımızı kısa süre içerisinde gündemine alarak “köye dönüş” genel başlığı altında incelemeye başladı.

Hükümet bunun karşısında ne yaptı?

2004 yılında başvuru yaptığımız dosyalar karar aşamasına geldi. Pilot dava seçilen Doğan vd/Türkiye davasının duruşması öncesi hükumet, tazminat komisyonlarını oluşturacak yasanın tasarı halinde olduğunu ve bu tasarının dikkate alınarak davanın reddedilmesi gerektiği savunmasını yaptı. AİHM yasanın henüz tasarı aşamasında olduğunu, bu nedenle değerlendirilemeyeceğini belirterek davayı kabul etti ve içtihat oluşturan kararını açıkladı.

Neydi kararın içeriği?

AİHM 29 Haziran 2004 tarihli bu kararında (Doğan vd/Türkiye 8803/02); mülkiyet, özel yaşam ve konuta saygı ile etkili iç hukuk yoluna başvurma haklarının ihlal edildiğine karar verdi. Ayrıca mülkiyet kavramını “sahiplik” anlamını taşıyacak şekilde son derecede geniş yorumladı. Mülkiyet kavramını başvurucuların yalnızca kayıtlı malları ile sınırlı tutmayıp kişilerin adına kayıtlı olmayan aile büyüklerine ait mülkleri, mera ve orman gibi köylülerin hayvancılık yapmak için kullandıkları kaynakları da mülkiyet kapsamında değerlendirdi.

Kararda köylerin kim tarafından boşaltıldığı ve buna ilişkin sorumluluklara dair bir yorum yapıldı mı?

Yok, hayır. Fakat devletin mağdurlara yönelik yükümlülüklerini yerine getirmediğini, 2003 tarihine kadar köye dönüşlerine izin vermeyerek kişilerin mülklerinden ve evlerinden yararlanmalarının engellendiği tespitini yaptı.

Tazminat komisyonlarına başvurmama tutumumuzu diğer avukatlarla ortaklaştıramadık

Bu kararın açıklanması sonrasında hükümet ne yaptı?

Kararın açıklanmasından hemen bir ay sonra taslak halinde bekletilen 5233 Sayılı Yasa’yı TBMM’den geçirdi ve yasallaştırdı.

Bu yasa, Doğan vd/Türkiye kararı sonrası yeni başvuru ve ihlal kararlarının verilmesini engellemek gibi bir saik içeriyordu, değil mi?

Evet. Doğan vd/Türkiye kararı sonrası hükumet, mahkeme önünde bekleyen 1500 civarında dosyanın önünü kesmek için böyle bir adım attı.

Yasanın kabulü ile kurulan tazminat komisyonlarına çok sayıda meslektaşınız başvurdu. Fakat siz bu komisyonlara, kurulmasının ilk yıllarında başvurmadınız ve AİHM’in bekleyen dosyalara ilişkin karar vermesinde ısrarcı oldunuz, neden?

Yasa ile bir yıllık başvuru süresi öngörülmüştü. Fakat buna rağmen biz AİHM önündeki dosyalarımızın hepsinin karar aşamasında olduğunu ve buradan verilecek kararın müvekkillerimizin daha lehine olacağını düşündük. Bu nedenle AİHM’in karar vermesi gerektiği ve hak ihlali yapıldığını tespit etmesi gerektiği hususunda ısrarcı olduk.

Fakat AİHM’in tazminat komisyonlarını bir iç hukuk yolu olarak yorumladığı Louizidu kararı var. Bu karar uyarınca mahkemenin bu talebinizi reddetme olasılığı yok muydu?

Fakat aynı zamanda tamamen el çekmeden ve her şeyi tazminat komisyonlarına bırakmadan, sürecin sağlıklı işlemesinin bir parçası olan Broniowski/Polonya kararını da taleplerimizde ifade ettik. Tazminat komisyonlarının oluşumundaki bağımsızlık, mülkiyet ihlallerinin kanıtlanmasında zorluklar, manevi tazminatın kapsam dışı tutulması gibi yapısal sorunlara, KDRP (Köye Dönüş ve Rehabilitasyon Projesi) gibi projelerin uygulama pratiğindeki tutarsızlıklarına dikkat çekerek görüşümüzü gerekçelendirmeye çalıştık. Tunceli başvurularını mahkemeye götüren benzer süreci paylaştığımız avukat arkadaşlarla çalışmalarımızı ve düşüncelerimizi ortaklaştırdık ve bir yıllık süre bitmeden komisyonlara başvurmama kararı aldık ve uyguladık. Diğer bölgelerde görev yapan arkadaşlarla bu görüşümüzü paylaştıysak da ortak bir tutum oluşturamadık.

Peki sonrasında komisyona başvurmama tutumunuzdan neden vazgeçtiniz? AİHM bu konuda nasıl bir baskı unsuru oldu? AİHM’in komisyonları sebep göstererek geri gönderdiği başvurularınıza ilişkin itirazlarınız ne oldu? AİHM’in buna cevabı ne oldu?

Komisyonlar kurulup bir yıllık başvuru süresi dolmadan hükumet sürekli AİHM’e, “5233 Sayılı Yasa’nın etkili bir iç hukuk yolu olduğu, bu nedenle bekleyen tüm dosyaların karara bağlanmamasını ve reddedilmesi gerektiğini” belirten beyan ve taleplerde bulundu. Biz de, “ Komisyonlara başvuru süresinin sona erdiği Temmuz 2005’e kadar komisyonlara başvurmayacağımızı, 5233 Sayılı Yasa’nın B.M. Ülke İçinde Zorunlu Göç Ettirme Konusunda Yol Gösterici İlkeler bütününe uygun bir çözüm süreci önermediğini, bu nedenle başvurularımızla ilgili AİHM’in esas ve tazminata ilişkin karar vermesini, eğer AİHM komisyonları etkili bir iç hukuk yolu olarak görüyorsa da işten el çekmeden sorunu çözümlemesini” talep ettik. Bu arada TESEV de “Ülke İçinde Yerinden Edilme Sorunu:Tespitler ve Çözüm Önerileri” adı altında yayımladığı raporda görüşlerimize paralel tespitlerde bulundu.

Bu itirazlarınız karşısında mahkemenin bekleyen binlerce dosyaya ilişkin kararı ne oldu?

Tazminat komisyonlarına diğer illerden oldukça yüksek başvuru yapılması ve yasada hükumetin bazı iyileştirmeler yapması sonrasında AİHM, başvurularımız hakkında kabul edilemezlik kararı verdi (İçyer/Türkiye- Ocak 2016). Bu kararla birlikte binlerce köy boşaltma davaları düşmüş oldu. Böylece AİHM dosya yükünden, hükumet de verilecek binlerce hak ihlali tespitinin ağırlığından kurtulmuş oldu. Karara karşı itiraz yolu olmadığı için müvekkillerimizi duruma ilişkin olarak bilgilendirerek başvurularımızı yaptık.

AİHM önündeki bu ısrarınızın 5233 Sayılı Yasa’ya ne gibi etkileri oldu?

Maddi zararların kapsamına ilişkin yasanın düzenlemesinde sorun yoktu. Komisyonlar, eğer isterlerse köylünün her türlü maddi zararını karşılayacak şekilde karar verebilirlerdi, yasal bir engel yoktu. Asıl sorun belge yokluğunda ve karmaşık mülkiyet ilişkileri içerisinde insanların zararının kanıtlanmasında izlenecek yoldu. Yasanın ilk haliyle birçok mağduriyete yol açabilecek bu sorun, 3 Ocak 2006 tarihli 5233 Sayılı Yasanın 6. Maddesi’nde değişiklik öngören değişiklik ile giderildi. Bu değişiklik 5233 Sayılı Yasa’nın etkinliğini arttırmaya yönelik bir düzenleme idi. Heyetin bileşimi konusunda bir değişiklik olmadı. Buna karşılık AİHM’in kabul edilmezlik kararı verdiği pilot İçyer/Türkiye kararıyla da, yasal yolların manevi tazminata olanak verebileceği yorumu yapılarak manevi tazminatla ilgili itirazımız da kısmen karşılanmış oldu.

Bu tutumunuzu (AİHM başvurularında ısrar etme ve komisyonlara başvurmama) diğer avukatlarla ortaklaştırabilseydiniz ve birlikte baskı kurabilseydiniz, yasanın daha geniş kapsamlı, etkin ve adil bir biçime dönüşebilme ihtimali olabileceğini söyleyebilir miyiz?

AİHM, tartışmayı noktaladığı İçyer/Türkiye kararında, “Karar anına kadar Türkiye çapında 170.000 kişinin komisyonlara müracaat ettiğini, bu sayının da komisyonların işleyişinin etkili olduğunu gösterdiğini” belirtti. Komisyonlar manevi zararları hiçbir şekilde değerlendirmedi. Terörle Mücadele Yasası kapsamında adli sicil kaydı olanların başvurularını kabul etmedi. Hayvancılık zararlarını dikkate almadı. AİHM’in tüm bu olumsuzklukların yaşanacağının farkında olarak kabul edilemezlik kararı verdiği hususunda hiç bir tereddütüm yok. AİHM ve Avrupa Konsey’in bu farkındalığı ve kararlı tutumu karşısında avukatların tutumunun ortaklaşmasının etkili olabilme ihitimalinin olduğunu sanmıyorum.

Adli sicil kaydını tazminat hakkını ortadan kaldıran bir unsur olarak kabul ettiler

Yasada belirttiğiniz bu eksikliklere ilişkin idari hukuk yoluna başvurdunuz mu?

Evet. Üç müvekkilimizin komisyona başvurusu “Terörle Mücadele Kanunu kapsamında adli sicil kaydı bulunduğu” gerekçesiyle reddedilmişti. Buna ilişkin itirazlarımız komisyon tarafından reddedildi, idari yargı da “adli sicil kaydının varlığı”nı tazminat hakkını ortadan kaldıran bir unsur olarak kabul etti. Anayasa Mahkemesine başvurduk, bekliyoruz.

Manevi zararların komisyon tarafından dikkate alınmamasına ilişkin yaptığınız başvurunun yakın zamanda sonuçlandığını okuduk gazetelerden.

On yıl sonra gelen güzel bir karar. Biz size anlattığım bu süreç boyunca iki temel hak üzerinde durduk: 1. Hayvancılık faaliyetinin engellenmesi, 2. Mağdurlara yaşatılan acı ve ızdırabın tazmini. Bu iki durumun da tazmin edilmesi gerektiğini, bu yönde çalışmaların olması gerektiğini ifade ettik. Bu taleplerimizi hem komisyon hem de idari mahkemeler reddetti. Bunun üzerine AYM’ye başvurduk. AYM, 2014/5005 sayılı, 06.01.2016 günlü kararında, “Başvurucunun manevi tazminatı hak edip etmediğinin tartışılması gerekirken ret kararı verilmesinin adil yargılanma hakkı kapsamında gerekçeli karar hakkının ihlali olduğunu” belirtti. Bu karar, doğrudan manevi zararın tazmin edilmesine yol açacak şekilde yoruma elverişli değilse de, zararın oluşup oluşmadığının tespit edilmesi ve ret kararının gerekçeli olmasının altını çizmesi açısından komisyonların bugünkü pratikleri açısından komisyonları zorlayıcı ve önemli bir karardır.

Peki AYM kararında hayvancılık yapamama nedeniyle oluşan zararlar konusuna değinilmedi mi?

Bu konuda idare mahkemesinin kararını hukuka uygun buldu. Mahkeme zararları telef olan hayvan zararı olarak kavrayarak, bu zararların kanıtlamadığını kararında belirtti. Oysa AİHM, Doğan vd/Türkiye kararında bu hakkı, hayvancılık faaliyetinin engellenmesi nedeniyle oluşan zarar olarak tanımlamış ve bu zararın mülkiyet kapsamında olduğunu karar altına almıştı.Bu nedenle AYM kararını AİHM’e götüreceğiz ve on beş yıl sonra, hayvancılıkla ilgili şikayetlerimizi AİHM’e tekrar götürmek gibi nir durumla karşı karşıya kalacağız.

Sorun geçmişin müzeye konulduğu demokratik bir süreç ile çözülebilir

Bügün yaşanan çatışmalar nedeniyle yeniden Tazminat Komisyonları ile karşı karşıyayız. Komisyonların öncelikle suçun tüm sonuçlarının failler tarafından kabul edilmesi, bu suçun bir daha gerçekleşmemesi için önlemlerin alınması ve öncelikle siyasal alanda sulh olunması sonrasında kurulması gerekmez mi? Aksi durumda Cumhurbaşkanının “neyse parası veririz” anlayışını besleyen bir usule dönüşmüyor mu? Bu konuyu siyasal alana taşımadan yalnızca avukatlar üzerinden tartışmak ne kadar işlevsel olabilir?

BM’nin yol gösterici ilkeleri kısmen sizin sorunuzu karşılıyor. Bu kaygı itirazlarımızın temelinde bulunmaktaydı. Bizim itirazımıza rağmen güvenli bir geriye dönüş koşulları hiç hazırlanmamışken AİHM, İçyer kararı ile kendi sorumluluğunu sona erdirdi. Belki o zaman yaşananlar için bir özür ve arkasından maddi ve manevi zararların ve geriye dönen mağdurların tüm altyapı ihtiyaçlarının karşılanması ve en önemlisi yaşananların bir daha tekrarlanmayacağı yönünde devlet güvencesinin verilmesi sağlanabilseydi, bugün daha vahim boyutlarda yaşanan hak ihlalleriyle karşılaşmayabilirdik. Devlet zamana yayılmış hak taleplerinin yoğunluğunun giderek azaldığını ve bir müddet sonra mağdurları özellikle yoksulları üç kuruşa razı edebileceğini öğrendi. Avrupa Konseyi ve AİHM de buna göz yumdu. Sorun, tazminat komisyonlarından önce suç faillerinin yargılanıp cezalandırıldığı, geçmişin müzeye konulduğu demokratik bir süreç ile çözülebilir. Eğer insan hakları ihlalleri bu yöntemle çözülmezse, ister komisyon eliyle, isterse mahkeme eliyle olsun, sadece parasal miktarının değiştiği bir tazmin süreci yaşanacaktır. Avukatın bu süreçteki rolü de genel olarak müvekkil ile ilişkisine sıkışacaktır.

Bu sürecin ranta ve fırsata dönüştürülememesi için önerileriniz nelerdir?

Avukatlar arasında iletişimin artırılması yönünde baroların kullanacağı inisiyatif, süreci kötüye kullanmaları kısmen önleyebilir.

Son sözler?

Kürt sorununun şiddete dayalı çözüm ısrarı Kürtlere acı çektirmeye devam ediyor. Yaşanan acılara sebep olanların bağımsız ve tarafsız bir adalet önünde hesap verecekleri hukuksal-siyasal bir ortamın hep birlikte yaratıldığı demokratik bir Türkiye’de yaşamak dileğiyle.

KAYNAK: HUKUK POLİTİK