CAPTAIN CORELLI'S MANDOLIN, Penelope Cruz, 2001

İstanbul’da tanıdım Samyotisa’yı. Yaşına rağmen hâlâ inceliğini muhafaza eden, dokunsan kırılacak kadar narin güzelliği… Yılların yorgunluğunu, acılarını gizlemeyi başaran sıcak gülümsemesini… Samos’ta buluşalım demiştik.

Uzun serüveni aslında daha o doğmadan başlamıştı. Ailesinin bir Ege sahil kasabasındaki zengin varlığını bırakıp sığındığı Samos, elindeki kıt imkânlarla kucak açmıştı onlara. Daha o günlerde başlamıştı kaderi nakış gibi işlenmeye. Tahrip edilen geçmiş zenginliklerini unutarak yeni bir hayat kurmuşlardı bu fakir adada. O günlerde Samos’ta, evini yaparken taş taşımak için katırı olan aileler zengin sayılıyordu. Sorun etmediler bunu. Sırtlarında taşıdılar ağacı, taşı, toprağı. Urlalı zenginler, Vurliotes’in, Karlovasi’nin fakir dağ köylülerine dönüşmüştü. Yine de mutluydular. Artık bu yeni topraklarda kök salabilirlerdi. Ailesi ne zaman soluk aldı, o zaman açtı gözlerini dünyaya. Tam artık yeni vatanımızdayız, yüzümüz gülmeye başladı diye düşünürlerken ikinci bir darbe ile sarsıldılar.

Çocuk gözleriyle tanıdı yüreğine korku salan Faşizm’i. Alman askerlerinin garip yürüyüşlerini, bilmediği bir dilden bağırışlarını hiç unutmamıştı. Ama geçmişinden kalan, yüreğine saplanan hançer gibi iz bırakan, en hazin görüntü babasına aitti. Önceki gidişimizde duru bir dille, hiç beklemediğimiz bir anda anlatmıştı bize. O akşam yemeği için Karlovasi’deki Dionizos tavernasına gidiyorduk. Tam tavernanın önüne gelmiştik ki, bizi dar bir sokağa soktu. Bir evin önünde durdu. “O zaman bizim sığınağımızdı,” dedi. Altı-yedi yaşındayken, mavi çerçeveli, verev cumbanın camından gördüğünü anlatmak istedi bize.

Alman askerleri babamı yerde sürükleyerek götürüyorlardı. Ben ‘baba, baba’ diye bağırıyordum, annem arkamdan sarılmış hıçkırıyordu.”

Gözleri yaşlanmıştı. Son cümleyi yutkunarak söyledikten sonra sesi soluğu kesilmişti:

Birkaç gün sonra cesedini getirip kapıya bıraktılar.”

O ağlarken buz kesilmiştik. Faşizm hakkında bildiklerimizi bir kenara koyup o küçücük kızın gözlerini ödünç aldık bir an… Ayakta sallanıyorduk. Yine o toparladı bizi.

Ela, pame ya poto!”i

Yürürken, aklım o küçücük kız çocuğundaydı. Artık faşizmin tanımını yapabilirdim: “Bir babayı çocuğunun dehşetle açılmış gözleri önünde yok eden şiddettir. Sevgiye kurulan kötülük tuzağıdır.”

Adaya yaptığımız son seyahatimizin bir nedeni de onu görmekti galiba. İrini’yi aradık yine. Buluştuk, sarıldık birbirimize. İşte yine Dionizos tavernasına gidiyorduk. Ben “derin sarhoşluk” adını verdiğim küçük çipuro şişelerinin özlemiyle yanıyordum. Beyazlamayan bu rakı, insanı yavaş yavaş içine çekiyor, oradan oraya savuruyordu. Neredeyse tavernadan tavernaya bu içkinin peşinden koşar olmuştum. Masamız, gezi ekibimizi tanıyan garsonların koşturmacasıyla bir anda yemekler, uzo, çipuro, şarap şişeleriyle doldu taştı. O konu, bu konu derken masamızda keyif ve neşe giderek yükseliyordu. Çok geçmedi, bomba etkisiyle düştü üzerimize haber. Telefonlar yağmaya başladı: “Türkiye’de darbe yapılıyordu!” Hemen modern araçların başına yığıldık. WhatsApp’lar, tabletler; telefonlar ve internet durmadan çalışıyordu. Tüm tavernadakiler bizim yüksek sesle bağırışlarımıza, küfürlerimize kulak kesilmişti. Garip hâlimizi ürkek gözlerle izleyen İrini nihayet sordu: “Ne oluyor arkadaşlar!” “Askerler darbe yapmışlar,” dediğimizde yüzünün büründüğü ifade, çocukluğunda kalan dehşetten izler de taşıyordu muhakkak. Albaylar Cuntası dönemini genç bir kadınken yaşamıştı. Darbe sözcüğünü çok yakından tanıyordu. Titreyen sesiyle “Gitmeyin burada kalın, evimde yer var; başka boş evlerimiz de var,” dedi bize. “Zaten yeni geldik, bizden kurtulamazsın demekle,” yetindik. Tüm garsonlar koşturuyordu. Türkiye’de darbe olmuş diyerek, bize acınacak, yardım edilecek mülteciler gibi davranmaya başladılar. Artık gelen içkiler, mezedakia ve pabucakialar (karnıyarık), imamlar (imambayıldı) Eleniki salatalar adisyona yazılmıyordu. Hesabı kapatmışlar, bize kesintisiz ikrama başlamışlardı. Az sonra Yunan televizyon kanallarına da düştü haber. Tüm televizyonlar neredeyse naklen yayına başladı. Mutfaktakiler de yemekleri hazırlarken haberleri izliyor, anladıklarını bize aktarıyorlardı.

12 Eylül Darbesi’nde, o dönemin genç bölük komutanları olarak yönettiğimiz birliklerle darbeye karşı durmayı düşünmüş ancak bir halk direnişi olmadığı için elimizden bir şey gelmeden beklemiştik. Darbe üzerinden kısa bir süre geçmişti ki, faşist cunta yönetimi sol görüşlü subayları fark etmiş ve gerekeni yapmıştı. Şimdi otuz altı yıl sonra yabancı bir ülkeden izliyorduk yeni darbe girişimini. Keşke diye düşündüm içimden; keşke darbe karşıtı subaylara, harp okullarınızda, harp akademilerinizde konuşma imkânı verseydiniz. Faşizmin ve onun ulağı darbenin, başta kendi subayları olmak üzere sol görüşlülere, demokratlara, vatandaşlara reva gördüğü zulmü, ülkesine yaptığı kötülükleri anlatma imkânı tanısaydınız… Onların darbe karşıtı duruşundan belki de öğrenecek şeylerimiz vardır, deseydiniz… Dar hücrelerinin çeperini aşamamış hayat bilginizi ilerletseydiniz de, “kurmay zekânızın!” siyasi-toplumsal sonuçlarından bihaber olduğu bu kepazeliğe kalkışmasıydınız… Sorsaydınız eğer size bir cümle ile özetlerlerdi meramlarını: “Darbeler hangi gerekçeyle gerçekleştirilirse gerçekleştirilsin insani zenginliklere karşı bir imha hareketidir, aptallığın egemen olmasıdır, akıl tutulmasıdır, faşizmin tetikçisidir.”

Garipti ilk görüntüler. Bildiğimiz darbelere benzemiyordu. Masamızda üç kişi hariç herkes farklı ortamlarda yaşamıştı 12 Eylül darbesini. Kimi gazeteci, kimi avukat, kimi mühendis, kimi diplomat, kimi azınlık mensubu olarak. “Bu darbe tamamlanır, Türkiye de yeni bir felaket dönemi başlar”dan, “Bu darbede eksiklikler var, biraz beklemek lazım”a kadar her türlü yorum masada tur atıyor, herkes tarafından işleniyor yine geri dönüyordu. Yorulduğumuzda kalktık masalardan. Kimin aklına geldi ilkin? Samyotisa İrini bizi Yannis Ritsos’un Albaylar Cuntası tarafından sürgün edildiğinde kaldığı eve götürdü. Her yerinden çiçekler fışkırmış, bakımlı iki katlı çok güzel bir meskendi. Sanki Ritsos oradaydı ve çıkıp bize şiir okuyarak korkumuzu hafifletecekti… Tersi oldu. Biz ona Karlovasi’de, sürgünde imgelediği şiiri, yazıldığı yerde, evinin önünde okumaya karar verdik. Sesinin bizim sesimize karıştığını hayal ettik.

Yüzyıllardır kimse bakmamış bu bahçeye. Ama işte,

bu yıl -Mayısta mı, Haziranda mı?- kendiliğinden

açmaya başlamış çiçeklerii

Ardından her yıl olduğu gibi Barış şiirini okuduk.

Çocuğun gördüğü düştür barış.

Ananın gördüğü düştür barış.

Ağaçlar altında söylenen sevda sözleridir barış.iii

Evet ülkemizde darbe olurken biz şiir okuyorduk… Şiirle darbeye karşı konulur mu? Bunu iki gün sonra biraz daha iyi anladık. Eleni Vitali ve Dionisis Savvopulos’nun konserinde… Sanki ülkemizdeki darbeye karşı koymak için, sanki bize destek olmak için gelmişler, şarkı söylüyorlardı. Rebetiko döneminden İç Savaş dönemine, Albaylar Darbesi’ne kadar Yunanlıların yaşadığı acıların, Türklerin acılarıyla aynı olduğunu söylüyorlardı. Bazen onlar susuyor, seyirci söylüyordu. İşte o zaman idrak ettim, Türklerle Yunanlılar arasındaki farkı… Biri 60’ını, diğeri 70’ini devirmiş iki sanatçı konseri bitirdiklerinde devleşmişler, sahne küçülmüştü. Tüm izleyiciler ayaktaydı…

Yunanlılar, Mübadele’nin, Faşist Alman işgalinin, İç Savaş’ın, Albaylar Cuntası’nın açtığı yaralara, acılara; aşkla, şarkıyla, içkiyle, güzel yemekle karşı koyuyorlardı. Aslında buna dansı da eklemek gerekiyordu. Bir gece önce Aya Marina yortusu münasebetiyle yine tavernadaydık. Her yer tıklım tıklım doluydu. Söylenene göre, yurt dışında yaşayan Yunanlılar akın akın bu yortuya geliyorlarmış. Orkestra on sularında, yumuşak parçalarla başladı geceye. Sürekli “Aaa! Bu parçayı da bizden çalmışlar!” diyerek takılıyorduk birbirimize. O kadar tanıdıktı ki melodiler. Zaten arada, “Karapiperim, piperim”, sözcükleri gibi Türkçe sesler de duyuyorduk. Derken zeybeki çalmaya başladı. Orta yaşlı bir adam fırladı sahneye. Bizim bildiğimizden farklıydı oynadığı. Nihayet halay kurulduğunda, sahnede 4 kişi, 8 kişi derken daireler iç içe geçmeye başladı. Hayret! Bu halay da farklıydı. Kırık tempoyla sola, sağa, ileri, geri, aşağı yukarı hareketlerle halay bir yandan dönüyor, bir yandan da alçalıp yükselerek, yaylanarak helezonvari dalgalanmalar yapıyordu. Sanki tek kişi dans ediyordu. Baka kalmıştık… Ne sirtaki denen uydurma dansa ne de başka bir şeye benziyordu. O an kadınlı, erkekli, yaşlısı, genci herkes kollarıyla birbirine kavuşmuş başka bir zamana geçmişti. Zaman ilerledikçe ahenk demleniyor, herkesi içine çekiyordu. Dansın büyüsüne kapılmıştık. Saatlerce izleyebilirdik. Hiç durmuyordu halay. Kimileri ayrılınca yerleri hemen yeni dansçılarla dolduruluyordu. Yunanlılar için günlük, bizim için çok özel ve güzel bir geceye şahit oluyorduk… Seyrederken soruyordum kendi kendime. Neden bizim böyle kadınlı erkekli, yaşlı-genç beraberce oynadığımız keyifli danslarımız çok az? Birbirlerinin ruhlarına dokunur gibi, okşar gibi… O kadar alkole rağmen en ufak bir çiğ hareket görülmüyor…

Evet faşizme, acılara, kötülüklere, aşkla, şarkıyla, içkiyle, yemekle, dansla karşı koymayı öğrenmişti Yunan halkı.

Televizyonlarda Türkiye görüntüleri devam ediyordu. Darbe, şiddet… Ölüm her yerde kol geziyor. Meclise bomba atıldığı, Saray’ın bombalandığı söyleniyordu. Köprüde bir tank topu ateşlenmiş. Bizi düşmana karşı koruyacak jetler alçaktan uçarken ses duvarını aşarak halkı korkutuyormuş!

Tuğgeneraller, tümgeneraller. Yüzbaşılar, binbaşılar… Dizi dizi olmuş insan hayatlarıyla oyun oynuyorlar… Zırhlı birlikler, mekanize birlikler, komandolar, momandolar, MAK’lar, TAK’lar… Korkun, biz geliyoruz, korkun bizden! diye bağırmakla yetinmiyorlar, ateş ediyorlar…

Karşı koyanlara bakıyorum. Halay yok, şarkı yok, içki yok, yeryüzü sofrası yok… Şiddete karşı şiddet… Öfkeye karşı öfke… Suçlu-masum ayrımı yok. Kine karşı kin… Kime rast gelirse o nasibini alsın…

Ezemeyeni ezerler; ezin, ezin, ezin. Orman kanununu yeniden keşfedin…

Samoslu kız neden insan hakları avukatı olmuştu ABD’de. Sonra da hoca… Ya da doğru soru; onca yaşanandan sonra o gücü nasıl bulabilmişti! Şiddeti, haksızlığı bir nebze de olsa “insan hakları savunuculuğu”yla mı önlemeye çalışıyordu? Sabaha doğru otelimize gittik lâkin uyku tutmuyordu. T24’ten, Haberdar’dan, Diken’den ve bazı sitelerden bilgi edinmeye çalışırken daldık uykuya. Uyandığımızda karşılaştığımız arkadaşlara yönelttiğimiz Yeni bir şey var mı?” sözcükleri, izleyenlerin Türk olduğumuzu anlamaları için bir işarete dönüşmüştü. Herkesin acıma dolu gözleri üzerimizdeydi. Lobideki televizyonda Türkiye haberleri akıyordu.

Yeni günde içki masasını Avlakia’da kurduk. Aleksandra bize durmadan servis yaparken bir şey daha öğrendim. Bembeyaz sakalı, tonton haliyle bizi görmeye gelen Sofulis Hoca bir üniversite kurucusundan ziyade bizi kurtarmaya gelmiş Hızır’a benziyordu. Bu kez zor yürüyordu. Darbeden çok endişeliydi. Geçen sefer “Bizde iktisadi kriz var, üretim yok; sizin çok büyük bir ekonominiz var, bizim işimiz çok zor,” demişti. Bu kez bizim için endişeleniyordu. Kim cevap vermişti masada ona?

Sizinki mal, para eksikliği, yerine konur. Bizdeki, ruh-hayat eksikliği, insani eksiklik, giderilmesi çok zor. Asıl fakir olan biziz!”

Her an, her dakika ya gözümüz internette, ya da kulaklarımız yorum yapan arkadaşlarımızda…

Ayrılık günü yaklaştığında Samyotisa İrini’nin balkonunda toplanıyoruz. Tam güneş denize batarken ayağa kalkıp ona hitaben Samyotisa şarkısını söylüyoruz. Gözlerinden yaşlar süzülüyor. O da bize en sevdiği şarkıyı söylüyor. Meğerse çok güzel şarkı söylermiş! Babasının cesedine sarılıp hıçkıra hıçkıra ağlarken, hangi sözcükleri mırıldanmış, hangi ağıtı yakmıştı acaba? O sahneyi darbecilere önceden gösterebilseydik, acaba faşizmi hissedip darbeden vazgeçerler miydi! Gözümüz televizyonda. Babasız kalan çocuk sayısı artıyor…

Haber sitelerinde darbecilere karşı alınan tedbirler sıralanıyor. Olağanüstü hâl ilan ediliyor. Tutuklanan general sayısı 130’a ulaşıyor. Tuğlar, tümler; generalden ziyade hapishane kaçkını görüntüleriyle polisin önünde dizilmişler… Oysaki 24 saat önce onlar milletvekillerini, bakanları böyle dizmeyi, onları acınacak hâle düşürmeyi planlamışlardı… Darbeyi FETÖ yapmış. İlk andan itibaren böyle söyleniyor. Daha ifadeler alınmamış, deliller toplanmamış… Konuşan savcı değil… TSK da bu açıklama tarzını benimsemiş görünüyor. Sanki TSK, o darbeci gelenek kendi içinden zuhur etmemiş gibi, son on beş yılda en az 5 kez darbe planı yapılmamış gibi, “Ben masumum, FETÖ denilen bir mikrop girmiş içimize, onu yok edince temize çıkacağız,” diyor… Sel gider kum kalır, diye zamana bırakıyoruz bu konuyu. Aklımıza, Hırant Dink öldürüldüğünde, daha olayın üzerinden 24 saat geçmeden, mikrofonu eline alan polis şefinin, “Bu cinayet örgüt işi değil,” demesi geliyor… Bu seferki tam tersi…

Darbeye karşı olağanüstü rejim… Olağanüstü hâl halka karşı değilmiş, devletin kendi içindeki bir kesime karşıymış! İçimiz rahatlıyor mu? Biz darbelerin, olağanüstü rejimlerin izlerini vücutlarımız üzerinde, zihinlerimizin derinliğinde saklayarak sessizce duran bir halk değil miyiz? Kimilerinin eksiklik olarak gördüğü bu sessizliği yeterince anlayabiliyor muyuz? Bu duruşun, tevekküle dayanan, kendi içinde biriktirdiği başka bir zenginlik yok mudur? Çoğunluk böyle hissetmese bile, ben bunun da bir tavır olduğuna inanmak istiyorum… Belki yoksunluklarımız arasından “geleceğe” bir paye çıkarmak istiyorum. Peki, bu kez halkın sokaklara dökülmesi, halkın kendiliğinden gösterdiği bir demokratik refleks anlamına mı geliyor? Sessizlik tavrında bir dönüşüm mü söz konusu?

Samoslu kız, Samoslu kız

Ne zaman geleceksin Samos’a

Yoluna güller döktüğüm kumsalda

Gül yaprakları kumun üzerinde

Evet insanlar sokakta. Bu kez demokrasiyi temsil eden insanlar muhataplarına şiddet uyguluyor. Neyse ki, daha sonra beraberlik, Cumhuriyet, halk temaları ön plana çıkıyor. Şiddet biraz geri plana düşüyor.

Şiddete şiddetle karşı koymak veya şarkı, oyun, esrime, dans ile karşı koymak. Ya da sokağa dökülmek veya gücü olmadığını hissettiğinde tevekkülle başına geleceği beklemek. Türk ve Yunan hakları arasındaki farklar, tarihin derinlerinde, Dionizos şenliklerinde gizlenmiş farklar… İkisi de doğulu lâkin arasında deniz var, meltem esintisi var. Bizde sevgi eksik, aşk eksik. Dansı, şiiri, şarkıyı, müziği, güzel yemeği doğuran aşk…

i Haydi içmeye gidelim!
ii Yannis Ritsos, Yeniden Doğuş, http://www.antoloji.com/yeniden-dogus-44-siiri/
iii Ritsos, Barış, http://siir.gen.tr/siir/y/yannis_ritsos/baris.htm
KAYNAK: HUKUK POLİTİK