Başbakan Binali Yıldırım, geçtiğimiz hafta, “FETÖ örgütüne yönelik”, “hukuk ve demokrasi içinde” yapılan operasyonların sayısal dökümünü şöyle yapmıştı: Görevden el çektirilenlerin sayısı 79 bin 900; gözaltına alınan polis, asker, yargı mensubu, mülki amir, sivil sayısı 40 bin 29; gözaltı işlemi devam edenler 5 bin 187 kişi; tutuklu sayısı 20 bin 355…

Bu rakamlar neredeyse her saat artıyor, çünkü her yeni güne, yeni operasyonlar, yeni gözaltılar ve görevden uzaklaştırma haberleriyle başlıyoruz. Üstelik tüm bunlar için devlet kurumlarına gönderilen anketlere verilen yanıtlar veya “bu FETÖ’cü” denmesi yeterli sayılıyor.

Peki, bu operasyonların yargı cephesindeki yansımaları neler? Hakim ve savcılar nasıl bir ruh hali taşıyor? 15 Temmuz, HSYK, Danıştay ve Yargıtay’ın yeniden yapılandırılması girişimlerini nasıl etkiledi? Yargı, AKP-Cemaat savaşının neden en önemli cephelerinden birini oluşturuyor? “Kandırıldık” demek, Cumhurbaşkanını ve hükümeti kurtarır mı?

Demokrat Yargı Eş Başkanı ve İzmir Hakimi Dr. Orhan Gazi Ertekin yanıtladı. “Yargı Meselesi Hallolundu”; “Türkleşmek İslamlaşmak Memurlaşmak: Ak Parti Cemaat ve Yargının Hikayesi”; “Türkiye’de Yargı Yoktur” kitaplarının yazarlarından Ertekin, “devlet krizi” olarak tanımladığı sürecin en ağır yaşandığı kurumlardan biri olan yargının içinde bulunduğu halet-i ruhiye için şu çarpıcı tespiti yapıyor: “Artık ‘hukuk yok’ demek de yetmez. Şu an yargının içerisinde kimse hukuk düşünmüyor. Şu anda yargının yarısı ‘nasıl hayatta kalırım’ın peşine düşmüş durumda.”

AKP Hükümeti’nin yargıya müdahaleleri özellikle 17-25 Aralık sonrasında hız kazanmış, bu da ‘hukukun da askıya alındığı’ yorumlarına yol açmıştı. 15 Temmuz buna ne kattı? Darbe girişimi sonrasındaki operasyonlara yargı cephesinden baktığınızda bize nasıl bir resim çizersiniz?

Yargıda ne olduğunu yanıtlayabilmek için AKP’nin iktidara geldiği 2002’den başlamak gerekir. 2002’den itibaren Cumhuriyetin geleneksel temel güçleri ve uluslararası güçlerle AKP arasında bir anlaşma olduğunu biliyoruz. Tam da bundan dolayı 2002 seçimlerinde AKP’ye karşı, yani milli görüş tabanlı bir harekete karşı laiklik mesele yapılmamıştır. 2003-2004’ten itibaren farklı bir süreç başladı. Ordu içerisindeki bir grup, cuntanın imkanlarını aramaya başladılar AKP’ye karşı. Ayışığı, Balyoz, Sarıkız, bunlar hep o sürecin ürünleridir fakat bu grup sadece cunta olarak kalmıştır. Ne ulusal, ne uluslararası bağlamda kendi karşılığını bulamamıştır. Bunun yargıya da sonuçları oldu.

Nasıl?
Darbe yapacak durumları yoksa hukuku devreye sokabileceklerini düşündüler ve hukuk ve yargı alanı 2003-2004’ten itibaren siyasal alanın temel zeminine dönüşmeye başladı. Hukukçular siyasi figürlere dönüştüler. Bütün hukukçuları vatandaşlar bilmeye, öğrenmeye başladılar. Hukukçular, yargı mensupları üzerinden siyaset-iktidar ilişikleri tarif ediliyor hale gelmeye başladı. Ve savaş neredeyse hukuk, yargı alanına doğru kaymaya başladı.

Yargı neden bu savaşın zemini haline geldi?
Çünkü bir defa yargı üzerinden karşı tarafla hesaplaşmak medeni, uygar bir his uyandırıyordu. Hukukun devreye sokulduğuna dair bir meşruiyet uyandırıyordu. Zaten bu savaşta yargının öne geçmesinin temel sebebi buydu. AKP karşıtı güçler, hukuk ve yargıyı devreye koyarak onu yok etmeye çalıştılar. AKP de tam tersini yaparak yine hukuk ve yargıyı karşı güç olarak kendi lehine örgütlemeye girişti. 2005’e kadar AKP, ülkücü gruplarla bakanlığı ve yargı alanını yönetmeye çalıştı

2005’ten sonra?
2005’ten sonra devreye Cemaat girdi. Cemaatle AKP arasında ilişkiler yükselmeye başladı, ülkücüler uzaklaştı. Çeşitli geleneksel güçler (Aleviler, sosyal demokratlar) biraz daha erken tasfiye olmuşlardı. 2013’e kadar AKP- Cemaat ilişkileri hukuk, yargı alanında da son derece güçlü devam etti.

2010’daki referandumdan sonra Cemaat bir darbe yaptı yargının içerisine. Yani 17-25 Aralık 2013’te darbe değil, iktidarın paylaşım savaşı vardı. 17-25 Aralık bunu açığa çıkardı. Darbe, 2010 HSYK seçimiyle yapılmıştır. Asıl darbe odur ve asıl soruşturma o andan itibaren başlatılmalıdır. Kendi örgütünü yargının merkezine sokmuştur Cemaat ve bu sürece AKP destek vermiştir, içinde yer almıştır, onun bir unsuruna dönüşmüştür. 2010 referandumu Türkiye yargısının ve hukukunun dönüşümü için önemli bir tarihsel fırsattı. Fakat o fırsat Cemaatin darbesiyle yok olmuştur.

2013’ten sonra ise yeniden 2010 öncesine döndük. Yani geleneksel güçlerle AKP yeniden ittifak yaptı ve Cemaatle savaşmaya başladılar.

Yani süreç darbe, karşı darbe üzerinden mi ilerlerdi?
Şöyle söyleyeyim, son 15 yılı, geleneksel siyaset literatürü, geleneksel darbe kavramı üzerinden anlayabilmek mümkün değildir, çünkü kriz çok daha derindir. Devlet krizidir bu, siyasi kriz değildir. Devletin üzerine inşa edildiği temel isnat noktaları çökmektedir. Eğer bu şekilde giderse kriz devam edecektir. 2013’ten sonra geleneksel güçler yeniden yerine gelmiştir. Bir tek farkla; o da AKP artık geleneksel güçlerden birisine dönmüştür ve milli merkezi inşa etmiştir yeniden Cemaate ve Kürt hareketine karşı. 2010’la 2013 arası iktidar ilişkilerinin temel önderleri Erdoğan, Gülen ve Öcalan’dı. Bugün ise artık Erdoğan, geleneksel güçler, yani Kemalistler, milliyetçiler, ülkücüler, “devletin Alevileri” (çünkü böyle bir grup daima var), Kürtler ama yine “devletin Kürtleri”… Bunların hepsinin yargıya yansıması var. Şu an bir ittifak halindeler ve geleneksel güçler 15 Temmuz sonrasıyla beraber Cemaate karşı artık zafer kazanmış durumdalar.

Bu ittifak 15 Temmuz sonrasında daha mı genişledi?
Kesinlikle. Geleneksel milli merkez biraz daha genişletilerek, biraz daha geniş bir rıza üretilerek yeniden üretilmiştir. Bu son derece tehlikelidir. Türkiye’de demokratik alanın daha geniş temellerde genişletilmesinin önünde engeldir, çünkü Türkiye’de bir Kürt sorunu vardır ve Kürtlerin dahil edilmediği iktidar ilişkileri bize daima sorun yaratacaktır, eşitsizlik yaratacaktır, daha fazla şiddet yaratacaktır. Yine Türkiye’de bir kadın sorunu vardır, Alevi sorunu vardır, daha önemlisi bir sınıf sorunu vardır. Olağanüstü bir sınıfsal eşitsizlikle karşı karşıyayız ve bu aralık giderek büyüyor. Bütün bunları göz önüne almayan ve sadece geleneksel milli merkeze sığınan bir kriz çözümü bizi geleneksel siyaset kumarına devam etmeye zorlar. Bu hepimiz için tehlikelidir. Kendileri için de tehlikelidir. Bakın, son 10 yıl içinde düşmeyen hiçbir iktidar görmedik. Örneğin ordu bütün siyasal alanı belirlerken birdenbire sanığa, faile dönüştü. Aynı şekilde Cemaat bütün siyasal alanı belirlerken birdenbire sanığa, faile dönüştü. Aynı şey AKP için de geçerli. Bugüne kadar bu kumarın içinde kaybetmemiş kimse yok. 15 Temmuz’dan sonra bir araya gelen bu gruplar bir süre birbirlerine sarılmaya devam edeceklerdir. Önümüzdeki asıl sorun, Cemaat tamamen yenildikten sonra -ki önemli ölçüde yenilmiştir- bu gruplar birbirlerine düşeceklerdir. Kendi çıkarlarını mesele yapacaklardır. Tıpkı Cemaatle olduğu gibi… Bu kaçınılmaz bir durum. Bu kriz giderek sertleşecektir. Yargı bugün dikiş tutmaz bir vaziyette.

Bu durum hakim ve savcılara nasıl yansıyor? Nasıl bir psikoloji içindeler?
Bir kere Gülen örgütünün yani yüzde 50’lik kısmının tasfiye süreci, bütün bir siyasi muhalefete doğru kayma riski taşıyor. Cemaatle muhalefet arasındaki o çizgilerin silikleşmesine yol açıyor. Bir de şimdi ‘kripto cemaatçi’ diye bir şey üretildi. Bu kripto, bizzat kendi kendilerini yiyecek bir kontenjana dönüşecek. Çünkü bu kontenjanın yemeyeceği hiç kimse yok. Öyle bir süreç ki, herkesin kendisini Cemaatçi olmadığına dair ikna etmesi gerekiyor. Bu olağanüstü bir bunalım yaratır.

Nitekim dernek olarak siz de bunu yaşadınız. Eş Başkanınız Muzaffer Şakar, daha sonra serbest bırakılsa da, mücadele ettiği Cemaat soruşturması kapsamında gözaltına alındı…
Aynen öyle. Artık “hukuk yok” demek de yetmez. Bugün, yargının yarısı Cemaate bağlı askerse, diğer yarısı da korkudan tir tir titriyorsa, bu insanların hukuk üretebilmesi, hak alanlarını derinleştirip genişletmesi asla mümkün değildir. Şu an yargının içerisinde kimse hukuk düşünmüyor. Kendisini Cemaat mensubu olmadığını kanıtlamak zorunda kalan, bu konuda sürekli gerilim ve gerginlik içinde olan birisinin hayatta kalmak dışında yapabileceği hiçbir şey yoktur. Şu anda yargının yarısı “nasıl hayatta kalırım”ın peşine düşmüş durumda. “Şu dosyada nasıl derinleşirim, nasıl içtihat üretirim” diye düşünen kimse yok.

YARGITAY VE DANIŞTAY’DA ARTIK DİKİŞ TUTMAZ

Yanıtı aranan sorulardan biri de tutuklanan, görevden alınan binlerce hakim, savcının yerine kimlerin, hangi liyakatle yerleştirileceği. Gözleminiz ne? Yerlerine yine ‘alnı secdeye değen’ ama bu kez başka tarikatlara mensup olanlar mı alınacak? Sözünü ettiğiniz ittifak bundan ne kadar nemalanacak?
Bu çok önemli. Daha iyi anlaşılması için öncelikle şunu belirtmeliyim; avukatlık, hakimlik, savcılık gibi mesleklerde kıdemsiz oranı, yani sıfırla-beş yıllık çalışma tecrübesinde olanların oranı yüzde 10’dan fazla olamaz. Eğer yüzde 10’dan fazla olursa o mesleğin bütün geleneği, bütün disiplini kaybolur ve bütün standartları biter. Bir cemiyet olma özelliğini kaybeder. Hukukun üretimi açısından kriz yaratır. Örneğin Yargıtay’ın bozma oranını ele alırsak, şu ana kadar 100 dosyadan 62’si bozuluyordu, bundan sonra bu sistemle devam edersek oran 100 dosyadan 90’lara ulaşır ve birçok şeyi göremez hale geliriz. Ölçeklerimiz, geleneklerimiz kaybolur. AKP kadroları ve AKP’nin müttefik olduğu kadrolar bu kapasiteye maalesef sahip değiller. En iyi ürettikleri adam “Adalet Bakanlığı eşeği aday gösterse eşeğe oy veririm” diyen adam. Şimdi böyle bir insandan bırakalım hukuku, ciddiyet bekleyemezsiniz; böyle söyleyen bir insan sadece güncel kazançlarının peşine düşmüştür.

Çözüm ne peki? Ne yapılmalı?
Farklı kesimlerden olaşacak ciddi bir komisyonun oluşturulması lazım. Eğer bu oluşturulmazsa yargı daha da batacak. HSYK’nın halkın katılımıyla yeniden inşa edilmesi lazım.
Hukuk bir disiplin, ciddi bir bilgelik alanıdır. Bunun üzerine kafa yormazsak ve bunun ölçütlerini geliştirmezsek, adliyelerdeki çalışma sistemlerine, hakim dosya ilişkisine kadar uzanan yeni bir örgütlenme tarzı, yeni bir çalışma tarzı oluşturmazsak, bugüne kadar bizi defalarca yerin dibine batırmış bu sistemi aynı şekilde var etmeye devam edeceğiz. Bu Yargıtay, Danıştay değişmeli, bu HSYK da değişmeli. Ve halkın bütün farklı kesimlerinin temsil edildiği bir kuruma dönüştürülmeli.

HSYK’nın, Yargıtay ve Danıştay’ın yeniden yapılandırılması meselesi, darbe girişiminin hemen öncesindeki tartışmalarından biriydi. HDP’nin dahil edilmediği mini anayasa değişikliği toplantılarının da esas başlıklardan birini oluşturuyor. Yargıtay ve Danıştay’da değiştirilmek istenen ne?
Biraz önce “yargı dikiş tutmaz” dedim ya, Yargıtay ve Danıştay da artık dikiş tutmaz. O alanın kurumsal gelenekleri de çökmüştür. Zaten o iki kurumun da bugüne kadar hukuk devletinin aktörü olduğu görülmemiştir. Erklerin işaretlerine uygun hareket etmişlerdir daima. Bu durumda yapacak tek şey, mevcut kurumların yeniden inşasını öne almaktır. Bu kurumlar yurttaş üzerinden çalışan kurumlar değildir. Artık halkın kurumlarını üretmek lazım… Bunun için de halkın bütün taraflarının buna dahil olması lazım.

KANDIRILMIŞ OLMAK SİZİ SANIK OLMAKTAN KURTARMAZ

Gülen Cemaati operasyonlarının iktidarı muaf tutmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Cumhurbaşkanı ‘Kandırıldık, Rabbim ve milletim affetsin’ diyerek sorumluluğu üzerinden atabilir mi?
Ceza hukuku açısından bakarsanız, kandırılmış olmak sizi mağdur haline getirmez, şüpheli alanından, sanık alanından sizi çıkarmaz. Ceza hukuku bakımından mazlum değilsiniz, hâlâ failsiniz. Siz onun mağduru, şikayetçisi olarak duramazsınız, siz de onlarla birlikte yargılanırsınız, yargılanmanız gerekir. Başka türlüsü ceza hukukunun temel mantığının ihlalidir.
Daha ciddi çelişkiler de var. Bu davalarla AKP iktidarı son 10 yıldır “demokrasi getirdiğini” söylüyor. İlginç bir durum; Ergenekon, Balyoz davaları demokrasi getirdiyse o zaman Cemaat mi getirdi demokrasiyi? Yok, Cemaat kumpas yaptıysa gelen demokrasi değil.

CEMAAT DE BİR SÜRE SONRA ARAMIZA MAĞDUR OLARAK DÖNEBİLİR

17-25 Aralık dahil, şu an FETÖ’den tutuklu hakim ve savcıların gördükleri, karara bağladıkları davalar ne olacak?
Türkiye yargı tarihi takli bir hükümet düşürme davaları tarihidir. Takli hükümet davaları, hükümet hiziplerinin kendilerini muhaliflere karşı yeniden inşa ettiği davalardır. 1926 İzmir suikastı davası böyle bir davadır örneğin. İttihatçı grupları tasfiye davasıdır. Hâlâ aynı şeyleri yaşıyoruz. Bu tür davalar geçmişle hesaplaşma adı altında geçmişi yıkama davalarına dönüşür.

Ergenekon, Balyoz yargılamaları da bu kategoride mi?
Evet, Balyoz’u biraz farklı görüyorum ama Ergenekon yargılaması, Türkiye’de devlet aktörlerinin işlediği suçların araştırılması bakımından tarihi bir fırsattı. Fakat öyle kötü kullanıldı ki, devlet suçlarını işleyenlerin birçoğunun kahraman olarak aramıza dönmesiyle sonuçlandı. Aynı şey şimdi Cemaat için de geçerli. Eğer Ergenekon, Balyoz yöntemleriyle devam edersek, bunların da bir süre sonra aramıza mağdur olarak dönmesi tehlikesiyle karşı karşıya kalacağız. 17-25 Aralık’ın da, Cemaatin de hesabı sorulmalı. Ama yargılamayı düşmanların yapmaması gerekir. Bir yargıyı yargı yapan, üçüncü taraf olmasıdır. Eğer yargı üçüncü taraf değilse, ortada bir yargı yoktur, infaz vardır.

YENİ SUÇLARI DAVET EDEN ŞEY AF DEĞİL, DÜZENİN DEVAM ETMESİDİR

Son KHK ile 93 bin mahkûmu kapsayacak ‘denetimli serbestlik’ yasası çıkarıldı. Affa sizin yaklaşımınız ne? İktidar buna neden gerek duydu, cezaevlerinde yer açmak için mi?
Hukukun başa çıkamayacağı bir durumla karşı karşıyayız. Tam da bu nedenle siyaset kaçınılmaz olarak bu işin içine girmek zorunda. Belli bir istatistiği aştığı andan itibaren hukukun el çekmek zorunda olduğu bir noktada siyaset devreye girmek ve çeşitli düzenleyici işlemler yapmak zorunda. Af bunlardan bir tanesi. Ben affı doğru buluyorum ama bundan “terör suçları”nı (bence siyasi suçlardır onlar) ayrı tutmak son derece yanlıştır. Zaten gerçek bir Anayasa Mahkemesi’nin bunu genişletme imkânı vardır. Başka türlü yönetilemez haldeyiz. Cezaevleri zaten şu anda dolu, yaklaşık yüz bine yakın insanı daha koymak istiyor devlet. Koymak için tek yapacağı şey doldur boşalt modeli. Şu an onu uyguluyorlar.  

Aftan yanayım’ dediniz ancak ‘düşünce suçu’ dışındaki suçların, örneğin kadın cinayetlerinin ya da cinsel istismar suçlarının ikide bir affa uğraması sorunlu değil mi?
Eğer suç belli bir istatistikî seviyeyi, kitlesel bir seviyeyi bulmuşsa aftan başka hiçbir çareniz yoktur. Af, yeni suçları doğurur anlamına gelmez. Yeni suçları davet eden şey, aynı düzenin devam etmesidir. Buna karşılık kadın cinayetleri meselesinde son derece haklısınız, bu konuda bir istisna getirilebilir. Onu da çok dikkatli yapmak gerekir. Gerekçeyi son derece doğru biçimde kurması gerekir. Aksi takdirde yine Anayasa Mahkemesi üzerinden değiştireceklerdir. Eğer hukuk güvenliğinin olduğu yeni bir yola girilecekse af bu hattın kaçınılmaz uğraklarından biridir. Bütün ülkeler bunu yapmıştır. Yeni bir sayfa açmanın, geçmişle hesaplaşmanın yollarından bir tanesi de budur. Ama Türkiye’de ahlaki bir arınma, ahlaki bir hesap verme yaygın ve kitlesel olarak kullanılmadığı için bu meseleler tamamen salıverilme olarak algılanıyor. Oysa gerçek af daima geçmiş suçlarla yüzleşerek var olur. Hükümet, devlet bugüne kadar sosyal, ekonomik, psikolojik önlemler üzerinde hiç düşünmedi. Akşam bir karar çıkartıyorlar sabah bakıyorsunuz “şunlar şunlar çıkarılacak.” Böyle olmaz. Bunun sosyal önlemleri var, devletin takip etmesi lazım. Psikolojik önlemleri var, mağdurlar açısından önlemleri var, ekonomik, sosyal sonuçları var… Türkiye’de yargı açısından en ciddi sorun verilen cezaların uygulanması değil, sosyal ve ekonomik sonuçlarının garanti altına alınmaması. Dolayısıyla af dediğimiz şeyi düşünürken çok daha kapsamlı düşünmemiz lazım.

KÜRTLER DAİMA İSTİSNADIR!

15 Temmuz’dan bu yana çıkarılan KHK’lerde darbe girişimiyle ilgisi olmayan pek çok yasal düzenleme de yapılıyor. Bireysel emeklilik, devlet kurumlarının parça parça satılacak olması, Varlık Fonu yasası… Bu düzenlemelerin darbeyle, darbecilerle mücadeleyle ne ilgisi var?
Tabii ki darbeyle, darbecilerle alakası yok. 1980’lerden itibaren deregülasyon süreci yaşanıyor. Yani siyasete geniş bir alan yaratmak, hukukun alanını daraltmak, ekonominin mantığına hukukun düzenleyici ve eşitleştirici müdahalelerini engellemek… Bir yandan özelleştirme, bir yandan kendince “bağımsız kurullar” oluşturma süreci, bunların hepsi bu kapitalist saldırının bir biçimidir. Türkiye’de de yaşanan şey budur. Burjuva sınıfları, bu krizi kendi çıkarlarına uygun hale getirmenin peşine düşmüştür. Bütün bu yasalaştırma süreci ve bir yandan da yasasızlaştırma süreci onun bir parçasıdır.

Dolayısıyla darbe girişimi sonrası ilan edilen OHAL bunu daha da hızlandırıp, kolaylaştırdı…
Bu tür sıkıyönetimlerin, olağanüstü önlemlerin herhangi bir olayla alakası yoktur. Aynı olayla karşılaşan farklı hükümetler, farklı devletler farklı tepkiler verebilir. Hangi siyasi karakter yapısına sahipseniz olan olaya ona göre tepki verirsiniz. Siyasi karakter yapınız demokrasi dışı eğilimler taşıyorsa, sıkıyönetim ilan edersiniz, OHAL ilan edersiniz ve onun yarattığı iklimde kendi çıkarlarınızı en çoklaştırmaya çalışırsınız. Bunun bir oyun olduğunu ve bu tür OHAL, sıkıyönetim gibi durumların halkın geniş kesimlerinin çıkarlarını zedeleyici etkiler doğuracağını tarihten de biliyoruz. Bugün de öyle oluyor, gelecekte de olmaması için daha uyanık olmak gerekir.

O etkilerin son örneklerinden biri de Özgür Gündem’in kapatılması, çalışanlarının ve yazarlarının darp edilerek gözaltına alınması ve tutuklanması oldu. Başarılı olsalardı darbecilerin yapacağı uygulamanın, demokrasi söylemiyle hayata geçirilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kürtler, Türk siyasetinin daimi istisnasıdır. Dolayısıyla hukuku kural üzerinden değil, istisna üzerinden anlamamız gerekir. Bugüne kadar maalesef Kürtler bir hak aktörü gibi görülmediler. Zaten dediğiniz gibi hangi grup kazansa aynı şey yapılacaktı. Cemaatin dili daha sertti Kürtlere karşı, onu kabul etmek lazım. Ama üç aşağı beş yukarı benzer sıkıntıları yaşayacaklardı, yaşıyorlar. Zaten Türkiye’ye demokrasinin geldiğini anlamak için Kürtlerin, sosyalistlerin ne halde olduğuna bakmamız gerekir. Bu ikisine bakarsanız demokrasi geldi veya gitti diyebilirsiniz.

-Bu söyleşi 22.08.2016 tarihine Evrensel Gazetesinde yayımlanmıştır.