Özgür Gündem gazetesinin Yayın Danışma Kurulu üyesi yazar Aslı Erdoğan, gazetenin kapatılmasının ardından 19 Ağustos 2016 tarihinde “devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmak” ve “silahlı terör örgütü üyesi olmak” suçlarını işlediği iddiasıyla tutuklandı. Kendisini Bakırköy Cezaevinde ziyaret ederek soruşturma sürecini, yazılarını, mahpusluğunu, kadın olmayı, edebiyatı sorduk. Kendisi de tüm sorularımızı, merak ettiklerimizi içtenlikle yanıtladı. 1967 doğumlu yazar Aslı Erdoğan Boğaziçi Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği bölümünü bitirdikten sonra yüksek lisansını CERN( Conseeil Europeen pour la Recherche Nucleaire)’de hazırladı. Rio de Janeiro’da başladığı fizik doktorasını yarıda bırakarak yazmayı seçen Aslı Erdoğan ulusal ve uluslararası alanda bir çok ödüle layık görülürken, yazmış olduğu eserler dünya edebiyatçıları arasında birer “çağdaş klasik” olarak nitelendirildi.  Biz de Cezaevinin kısıtlı koşulları altında gerçekleştirdiğimiz bu söyleşiyi sizlerle paylaşmak istedik.

DÖRT KEZ HASTANEYE GİTMEYİ TALEP ETTİM, ANCAK DÖRDÜNCÜ TALEBİMDE GİDEBİLDİM

Cezaevinde nasılsınız Aslı Hanım?

Üşüyorum. Koğuş içerisi çok soğuk. Her yer taş ve demir. Sandalyelerin üstündeki minderleri de aldılar. En son perdeleri de gelip aldılar. Daha önceki uygulamalarında çiçekleri ve çamaşır leğenlerini toplamışlardı. Çarşaf dışında yıkamaya hiçbir şey veremiyoruz artık. Leğenleri de aldıkları için kocaman pantolonları lavabonun kenarında nasıl yıkayabiliriz? Hijyenden cezaevi sorumlu olduğu gibi bizim temizlik yapmamız da engelleniyor.

Kapılar demir, her yer taş. Kışın ne yapacağız? Kalorifer yansa bile üç tane küçük petek var kocaman koğuşta. Isıtmaz. Burada 21 kişi kalıyoruz. Burası avukat görüş odası, sıcak, ama yukarısı soğuk. Sağlık sorunlarım soğuklarla birlikte nüksetti, sağlığım pek iyi değil. Dört kez hastaneye tedavi için gitmeyi talep ettim, ancak dördüncü talebimde gidebildim. Bir talebim zar zor yerine getirilirken diğeri getirilmiyor. Sürekli bir muhtaç olma hali.

Taş Bina ve Diğerleri “ adlı kitabınız 2010 Sait Faik Hikaye Armağanı Ödülü’nü almıştı. Bu kitaptaki “Taş Bina” adlı öykünüzde işkenceyi anlatıyorsunuz. Şimdi öykünün öznesi olarak siz mahpusluk durumunuz hakkında ne hissediyorsunuz?

İşkencenin somut halini doğrudan anlatmadım aslında. Öyküde metaforik bir hikaye var; ele veren-verilen hikayeler, intihar konuları var. Öyküdeki taş bina bir karakol ama bütün taş binaları içeren bir metafor aslında. Burası da bir taş bina, adliyeler de birer taş bina… Kapatılmanın kendisi zor. Zamanın ve mekanın sana ait değil, hayatın dışına itiliyorsun. Ancak hayata ince ince damarlarla bağlanıyorsun; mesela ziyarete gelen avukatlar, ailem, koğuş arkadaşlarım ve bana iletilen mektuplar ile bağlar kuruyorum. Burada her şey idareye bağlı, burada iyi niyetli cezaevi anlayışı yok. Seni düşman olarak, düşman mantığıyla, bir sonraki adımda siyasi tutuklu, arkasından da terör suçlusu olarak görüyor.

İlk tutuklandığımda beş gün hücrede tecritte kaldım, ilk üç günüm çok kötü geçti. İlk önce su verilmedi, sonra da verdikleri su yeterli olmadı. Yirmidört saate kadar susuz kaldım. Hücrede iki gün tutulduğumda kapımın önüne “PKK’lı” yazısı asılmış fakat kural olarak “ağırlaştırılmış müebbet” yazılırmış oysa ki.

Siz Cezaevindeyken İsveç Pen Kulübü, düşünce ve ifade özgürlüğü için mücadele edenleri onurlandırmak amacıyla 1984 yılından bu yana sürgünde, tehdit altında veya cezaevinde bulunan bir yazar veya gazeteciye her yıl verdiği Tuchovsky ödülüne bu yıl size layık gördü. Bununla ilgili ne düşündünüz, hissettiniz?

“Bana verilen ödül önemli değil” diye düşünmüştüm ama sanırım önemli bir ödül. Çünkü Salman Rüşdü’ye de aynı ödül verilmiş. Hayatımın en önemli ödülünü aldım. Bu altıncı ödülüm. Ama buruk bir sevinç ve burada olduğumdan dolayı törende olamayacağım sanırım. “Ödül sisteme entegre olmaktır” gibi itirazlarım yok, ödül almayı severim, çok sevindim.

BU TUTUKLAMALARIN BİR ALIŞKANLIĞA DÖNÜŞTÜĞÜNÜ SÖYLEMEK MÜMKÜN

Sizin buradaki tutukluluğunuz süresince gazeteci ve yazarlara yönelik tutuklamalar devam ediyor.

Son baktığımda 117 gazeteci ve yazar tutuklu iken, en son 2012’de tutuklu sayısının 100’ü geçtiğini biliyorum. Bu bir dünya rekoru. Dünyadaki gazeteci ve yazar tutuklamaları bu sayıya ulaşmaz. Bu tutuklamaların bir alışkanlığa dönüştüğünü söylemek mümkün. Üstelik biz gazetecilik faaliyetlerimizden dolayı değil “terör örgütü” iddialarıyla tutukluyuz.

En son olarak Ahmet Altan’a korkunç psikolojik bir işkence uygulandı, özellikle 12 gün gözaltında tutuldu. Kendisi serbest bırakılırken bu sefer kardeşi Mehmet Altan’ı aldılar, bayramda Ahmet Altan’a kasten tekrar gözaltı yapıldı. Bu ülkede herkes düşebilir cezaevine böyle bir ortamda.

Son dönemde gerek sosyal hayat düzleminde gerekse iş hayatı ve ifade özgürlüğünün kullanılması düzleminde kadınlara büyük bir baskının, tacizin yöneldiğini gözlemliyoruz. Siz aydın bir kadın ve yazar- edebiyatçı olarak bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Özgür Gündem gazetesi Yayın Danışma Kurulundan iki kadın tutukluyuz şu anda. Diğeri Necmiye Alpay. Necmiye Alpay yetmiş yaşında bir dilbilimci, çevirmen bir aydın. Terörle ne alakası var bunun? İçeride konuşuyoruz. Tarihte kadınların bu şekilde gözaltına alınması, tutuklanması sayısal olarak daha azken şu an bu ülkede çok fazla. Bu bir iktidar gösterisi, eril bir gösteri. Kadın yazarı, akademisyeni, hukukçuyu içeri atarsa tatmin sağlıyor. Bence bu yüzden beni seçtiler. Benim ne yaptığımı, ne kadar tanındığımı bilmiyorlar bile. Hakim benim yazar olduğumu bile bilmiyorken terör örgütüne üye olduğum iddiasını bana yöneltiyor. Yazar olduğum dahi bilinmiyor ve tutukluluğu bir silah olarak kullanıyorlar.

Aslında içeride diğer suçlarda da böyle olduğunu gördüm. Kadınlar söz konusu ise hakimler cezayı üst sınırdan veriyor. Bir dolu yabancı kadına üst sınırdan cezalar verilmiş, bu kadınların yaşı küçük ve dünyadan haberleri yok.

BEN GAZETENİN BİR YAZARI OLARAK “AĞIRLAŞTIRILMIŞ MÜEBBET”LE NASIL YARGILANABİLİRİM, HALA ANLAMAK ZOR

Sizi neden tutukladılar?

Özgür Gündem gazetesi Yayın Danışma Kurulu üyesi olmam ve gazetede yayımlanan dört tane köşe yazımdan dolayı “silahlı terör örgütüne üyelik” ile “devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmak” iddialarıyla tutuklandım. Benim yazdıklarımla nasıl olabilir bu? Polise, savcıya, hakime defalarca anlatıyorum, boş boş bakıyorlar. Basın Kanunu 11. maddeyi ben öğrendim artık. Yayın danışma kurulu üyeliğinin cezai bir sorumluluğu yok. Bu maddeye göre yazıların sorumluluğuna ilişkin olarak kişiler, eser sahibi sıfatıyla doğrudan kendileri sorumlu tutulurlar. Benim yazılarımla ilgili olarak açılmış bir soruşturma da yok bu arada. Ben gazetenin bir yazarı olarak “ağırlaştırılmış müebbet”le nasıl yargılanabilirim, hala inanmak zor. Hakimin yüz ifadesinden anladım; genç, oğlum yaşında, sanki dalga geçer gibi, gözümün içine baka baka Türk Ceza Kanunu 302. maddeden tutuklandığımı söyledi. Ben ise 302’nin ne olduğunu Cezaevinde, günler sonra öğrendim.

Devletin birlik ve bütünlüğü, yazı ile nasıl bozulabilir? Dosyadaki delil de dört tane köşe yazım. Yazıların tamamı bile dosyada yok. Dosyada bana isnat edilen yazılarımdan alıntılar ise benim başka yazılardan alıntıladığım teknikle yazdığım yazılar.

CİZRE’NİN ÜSTÜNÜ ÖRTMEK MÜMKÜN DEĞİL, YALAN SÖYLÜYORSAM EN FAZLA “İFTİRA” DAN DAVA AÇILSAYDI

Hazırlık soruşturmasında sizi Cizre ile ilgili köşe yazılarınızdan alıntılanan yazılar ile de suçladılar, değil mi?

Cizre’de olanlar ile ilgili ortada raporlar, BM raporları, ölülerin isim isim listeleri, 1 aylık 3 aylık ölü bebekler, koskoca bir Cizre halkı var. Neyi, kimden gizleyeceğiz? Yazılarım benim tutuklanma nedenim olamaz. 1998’den beri ben işkence yazıları yazdım. İşkencenin suç olduğu Türkiye Cumhuriyeti yasalarında da yazar, bu haliyle yasalara uymayan devletin kendisidir. Yazılarımda örgüt propagandası yaptığım ve orada işkencenin olduğunu yazarak Kürt halkını kışkırttığım iddiası varmış. Kürtleri nasıl kışkırtabilirim? 90’larda Kürtlere işkence yapıldığını iktidar bile kabul etmiştir. Koskoca 18 milyon Kürt kendilerine baskı yapıldığını Aslı Erdoğan’dan mı öğreniyor, bunun bir mantığı olamaz.

Ölen siviller için yazı yazıyorum ben, PKK’lılar için tek bir yazım yok. Bomba patlamalarında da sivilleri savundum. Asker, gerilla her iki tarafta da kullanılan “şehit” kavramını kullanmıyorum ben. Militer bir dil kullanmıyorum. Elbette ki her ölüme üzülüyorum ama sivil ölümleri anlatmak benim öncelikli ödevim.

Cizre’de 1 aylık bebekler öldü, bodrumlarda diri diri yakılan sivil ve çocukları yazmak burada bulunma sebebim. İktidar hukuk sistemini arkasına almış gidiyor ancak Cizre’nin üstünün örtülmesi mümkün değil. Yalan söylüyorsam en fazla iftiradan dava açılsaydı. Almanya’da Naziler Avrupa’nın en büyük ekonomik ve politik güçleriydiler. Baskı ile suçlarını saklayamadılar, onlar da saklayamaz. İsterlerse 5000 kişiyi tutuklasınlar, gerçeğin üzerini örtemezler.

Hayatı boyunca sadece yazı yazmış yirmi küsür yıllık bir yazarı “ağırlaştırılmış müebbet” suçu iddiasıyla yargılayamazlar. Bunu hukuk ve adalet sistemi için utanç verici buluyorum. TCK madde 302 örgüt liderleri aleyhine dayanak yapılabiliyor, ben savcının yerinde olsam sokağa çıkamazdım. Suçlamalarda yer alan yazılarımdan bir tanesi Norveç’teki günlük gazetelerin birinde dahi çıktı. Fakat bu yazının sahibi bir yazar olarak kendi ülkemde tutukluyum.

Yanı başımızda, içimizde bir savaş var. Benim Türkiye’de yaşayan bir yazar olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin canını yakan bir olayı, yanı başımızda süren savaşı görmezden gelmem mümkün değil. Bir sorun nedeniyle yazmamdan daha doğal bir şey yok. Kürt değilim. Haddimi bilirim. O yüzden yazılarımı da bunu düşünerek yazarım. Tam tersi bu konuda çok şey söyleyemem, kendi yaşadığım ayrımcılıktan anlamaya çalışırım. Kürt meselesinde karar verecek olan Kürtlerdir. Bunu söyledim. Aslında suçluluk duyuyorum bu soruna geç değindiğimiz için. Kürt meselesinde devletin bakış açısını savunmadığında müebbetle yargılamayı doğal karşılayan bir hukuk anlayışı var.

BEN EDEBİYATÇI OLARAK BU ÜLKEDE İLK KEZ HAKSIZLIĞA UĞRAMADIM

Türkiye’de kendinizi “yok sayılan bir yazar olarak” tanımlarken, aksine uluslararası çapta saygın bir yazar kimliğinizin olması ve aynı bünyede bu zıtlığı taşımak zor olmuyor mu? Üzerine bir de tutuklandınız üstelik.

Ben edebiyatçı olarak bu ülkede ilk kez haksızlığa uğramadım. Kadın olmam nedeniyle bana atfedilen yeteneği kimse kaldıramadı. Yazılarımdan dolayı çokça hakarete maruz kaldım. Radikal gazetesinden iki kez kovuldum. Yaşadıklarım, bana yaşatılanlar benim için şizofrenik bir durumdu. Yıllarca edebiyat dergilerinden dışlandım. Burada yok sayılırken Norveç’te Marg (Omurilik) serisine alındım ve Kafka ve Joyce ile kıyaslandım, keza Belçika’da da kıyaslanan yazarlar arasına girdim. Bu giderek büyüdü. Almanya’da kitaplarımdan biri 11.000 baskı yaptı. Az çok afalladım, hazmetmesi zor. Bu kadar dışlanıyorsun, meraklı laflar işitiyorsun, öte yandan edebiyat tarihinde adın geçiyor. Özgür Gündem gazetesine biraz da bu nedenle girdim. O kadar dışlanmıştım ki, burada dışlanmışların arasında yazılarımı yazabiliyordum. Şimdi bu durum, tutuklanmam dahil, çok şaşırtıcı. Kitaplarım “en çok okunanlar” listesindeymiş, yok sayılırken talih kuşu mu kondu diyelim? (gülüyor) Hakimler savcılar beni okumadı belki ama yurt dışında 50.000 okurum var. Devlet beni okumaya zahmet etmiyor.

Yapılan ev aramasında kitaplarınıza da el konuldu, değil mi?

Ben bir yazarım, evimde 3500’ü aşkın kitap var. Bu kitaplar arasında Çerkesler, Çerkes isyanları, Ezidiler, Ermeniler, Yahudiler ve başka halkların tarihleri ile ilgili kitaplar var. Evimdeki kitaplar arasından Kürtlerle ilgili olanlar seçildi, hatta Kürtlerle ilgili temel, tuğla gibi, adını şimdi hatırlayamadığım bir kitabımı da aldılar. Ben 1930 Ağrı İsyanı üzerine bir roman çalışması yapıyordum ama bu romanı yazmaktan vazgeçtim. Bu döneme ait döküman niteliğindeki kitaplarıma “örgütsel döküman” olarak el koydular. Bu kitapların hiç biri yasaklı olmamasına rağmen el konuldu.

2000’li yıllarda cezaevinden gelen mektuplar üzerine bir projem vardı, bu mektupları kitap haline getirmeyi planlıyordum. Türkiye’nin çeşitli yerlerindeki mahpuslardan yalnızca Kürt olanların mektuplarına, cezaevine ait “görüldü” damgası olmasına rağmen ve fotokopi olmasına rağmen el konuldu ve bu 14 yıllık mektuplar da delil sayıldı.

ASLINDA YARGILADIKLARI, EDEBİYATIN TA KENDİSİ

Söyleşinin başında kısaca bahsettiniz ama yine dönersek, soruşturma konusu dört adet köşe yazınızla ilgili size yöneltilen suçlamalara getirmiş olduğunuz açıklamaları burada bizimle de paylaşır mısınız?

“Bu Senin Baban” adlı yazı aslında bir edebiyat metnidir. Aslında yargıladıkları edebiyatın ta kendisi. Heimrad Böcker, Avusturyalı şair, toplama kamplarını anlatmak için tutanaklardan, belgelerden alıntılamanın yeterli olduğunu söyler. Ben bu tekniği daha önce Soma’daki maden faciasına ilişkin yazılarımda denemiştim. Bu yazıda da sadece alıntıladım: Otopsi raporları, gazete haberi (Evrensel gazetesi haberleri), duvar yazıları…Yazıdaki her şey alıntı ve tek bir cümle yorum yok. Bu yazı ayrıca Norveç’teki Klassekampen gazetesinde de yayımlandı.

“Faşizmin Güncesi” adlı yazı insanların bodrumlarda diri diri yakıldığına dair -kimi yetişkin kimi çocuk siviller- yazılan, tamamen edebiyat sınırları içinde ve tamamen soyut bir yazı. Okuduğum gazetelerden edindiğim izlenim sivillerin öldürülmüş olduğudur ve ben buna karşıyım.

“Bir Delinin Tarih Okumaları”nda da “Bir Delinin Güncesi” isimli kitabımda kullandığım ironik yaklaşımı kullandım. Bir kitap başlangıcı aslında. Hedefe konulan “Beyaz Türk” zihniyeti. Bu yazım Kara Karga adlı dergide de kısaltılarak yayımlanan bir yazıdır.

Son yazım olan “Ayların En Zalimi” isimli yazımın başlığını İngiliz yazar T.S. Eliot’un dizelerinden esinlenerek koydum aslında. Esinlendim çünkü kendi ülkemde hala kayıp, ailesinin nerede olduğunu bulamadığı insanlar var. Yazımın başlığı dışında, yine önceki kullandığım teknikle yazdığım gibi hepsi gazete haberlerinden alıntı ifadeler.

Çok teşekkür ederiz. Son olarak; burada, cezaevinde yazıyor musunuz?

Henüz yazmaya başlamadım ama yakın zamanda yazacağım.

KAYNAK: HUKUK POLİTİK