Bu seneki seçimler, sanırım pek çoğumuzun hemfikir olacağı üzere, geçmişe kıyasla “az heyecanlı” geçti. Heyecan eksiğinin mutlaka çeşitli sebepleri var fakat kendi açımdan en büyük sebep, tek grubun yüzde 50’den fazla oy aldığı bir seçim ortamından artık beklentisiz hale gelmiş olmaktı.

Oyların yarısını almış olmak üzerinden kendine meşruiyet atfeden siyasi partileri biliyoruz. Keşke baro gruplarını da bilmeseydik.

Kişisel olarak ikinci sırada göstereceğim sebepse, işte bu “parti yansıması” halleri oldu. Yanlış anlaşılmamak için öncelikle belirteyim; baroların siyaset yapıp yapmayacağı meselesiyle ilgili değil bu. Kaldı ki, neredeyse tüm adayların da belirttiği üzere, hukuk siyasetin zaten doğal olarak içinde bir kavramdır. Hukuk kurumu dediğimiz bir yerin siyasete dokunmaması, var oluşu itibariyle zaten mümkün değil. Yani tartışılması gereken şey baronun siyaset yapması ya da yapmaması değil, meclisteki siyasetin baroya yansıma şekli.

Her ne kadar farklı olduklarını sanmasam da, tanıklığım olmayan, 2008 öncesi seçimleri bir kenara bırakıyorum. Fakat yıllardır tanık ve hatta içinde olduğumuz süreç şudur: Hukuk siyasetiyle “parti siyaseti” birbirine her defasında karışır ve olan yine baroya olur.

Mesleki aidiyetini yine meslek üzerinden kuran insanlar haline gelmeden, şu “siyaset” işini çözebileceğimize açıkçası pek ihtimal veremiyorum.

Sayılabilecek üçüncü sebep hakkında günler aylarca konuşulabilir ve baroya dair bir umutsuzluk sırf bunun üzerinden bile beslenebilir.

Genel kurullarda hukuku neden sadece “ceza” bağlamında değerlendiriyorsunuz arkadaşlar? Biz “hukukçular” da bu işin emekçisi değil miyiz?

İşçi avukat hakkında konuşmak çok kahramanca geliyor ama daha işçi olduğunun farkında bile olmayan binlerce plaza avukatının “beyaz yakalı” dünyası size neden bu kadar uzak?

CMK’yı elbette yerden yere vuracağız fakat HMK hakkında neden bir sözünüz yok?

Adliyede dayak yemediğimiz için özür mü dilemeliyiz?

Cezaeviyle işi olmayan bir avukatım ben, müvekkil görüşmelerini yanıbaşımızda gardiyanla değil ofis ortamında kahve içerek yapıyorum. Fakat bu benim müvekkil veya yargı personeli tarafından saygı gördüğüm ve mesleğimi itibar içinde sürdürdüğüm anlamına gelmiyor. Aksine, tahliye ettirdiğiniz sanıktan gördüğünüz son derece haklı şükran duygusunu ben hiçbir tazminat davasında görmüyorum. Eksiğimiz, sabahladığımız yerin masa başı olması mı?

Gardiyan demişken, evet OHAL hukukun çanına gerçekten ot tıkadı ama ben bunun “sahadaki” ceremesini cezaevinde değil, yürütmenin durdurulması kararı alamayarak çekiyorum.

Sözde ya da değil o ayrı bir konu ama neticede AİHS kapsamındaki haklara ilişkin denetim yapması için kurulan Anayasa Mahkemesi, geçen sene literatüre geçecek bir karar verdi. Literatür konusu olan husus kararın kendisi değil, konusuydu. Bir “iş mahkemesi” hakimi, önüne gelen “icra şikayeti” dosyasında, takibin iptali ile icra inkar tazminatına karar vermişti ve AYM’ye giden konu buydu. İş mahkemesinin kararı miktar yönünden kesin olduğu için, alacaklı vekili ancak AYM’ye gidebilecek durumdaydı; olaydaki saçmalığı AİHS kapsamına sokmak için “gerekçeli karar hakkının engellendiği” savıyla gitti. Neden bunları da tartışmıyoruz? (Bu karardan söz ettiğim başka bir yazıyı ararken, gördüm ki o yazının üzerinden bugün tam bir yıl geçmiş. Bu da hayatın bir sürprizi olsun. http://t24.com.tr/yazarlar/goksun-gokce-gondermez/yargi-sisteminin-gorunmeyen-yuzu-hukuk-yargisi,13022)

Ne olacak, yeni mezun arkadaşlara maaş garantisi verince saçmalıklarla dolu bu sistem kendiliğinden düzelecek mi? Yeni mezun demişken, bir sonraki seçimlerde tüm listelerde aday olan herkesin “sigortalı listesinin” ifşa edilmesini talep ediyorum. Akla kara çıksın ortaya arkadaşlar, bakalım kimin ofisinde kaç kaçak var.

Konuya dönersek; bir aidiyet, doğası gereği dışlayıcıdır. Bu dışlamanın da türleri bulunur. Mesela “dışarıdakileri” görür, onların farkında olur, hatta onlar için söylem de geliştirir fakat nihayetinde olan biteni sadece izlersiniz. Bir üst seviyede, görür fakat çok da ilgilenemezsiniz, çünkü önce kendi kapınızın önünü süpürmeniz gerekmektedir. Bir üstü, görmeye zahmet bile etmemektir. Bilirsiniz ki öyle şeyler var evet, ama bundan size nedir? Haliyle, olanları anlamakta aslında her zaman eksik olursunuz ama bunu dahi bilmezsiniz. Daha da üstü, “ne halleri varsa görsünler” demektir ki bunun zaten, aidiyetinizin ismi ne olursa olsun, faşizmden çok da uzak bir konumu yoktur. Nihayet, biraz daha gaza gelirseniz, kendinizi “dışarıdakilerin” sabun yapıldığını hayal ederken yakalamanız işten bile olmaz.

En acısı ise, aidiyetinizin dışında kalanların farkında dahi olmamaktır.

Grupların kendilerine sormaları gereken ve her şeyin en tepesinde duran soru budur. Bu soruya elbette ki “Biz sadece kendi doğrularımız için varız” şeklinde de cevap verilebilir. Fakat varoluşun içi dolsun isteniyorsa, bu sorunun titizlikle düşünülerek cevaplanması zorunludur.

Bu kadar sözden sonra, adaylar hakkında da ikişer cümle etmek gerekir. Fakat bu cümleleri uzun tutmanın gerçekten bir anlamı yok; henüz ikinci genel kurulunu yaşayan arkadaşlar dahi bu kısır döngüyü zaten gördü, daha yeni arkadaşlar da 2018’de zaten görecek.

-Nihayet- eski başkandan başlarsak; her zamanki gibi, hamaset dolu, fakat siyasal islamcılara çok yerinde laflar söylenen bir konuşmaydı. Kendisini başkanlık döneminde ziyadesiyle eleştirdik şimdi bunları tekrarlamayalım fakat Önce İlke seçmenine bir atasözünü hatırlatmak da insanlık görevimizdir; imam uçmaz cemaat uçurur. “Baro sana minnettar!” derken, bir peygamberden bahsetmediğinizin ve baronun değil sadece sizin minnettar olduğunuzun lütfen farkında olun.

Yeni başkan Durakoğlu hakkında da söylenecek fazla bir şey yok, nitekim “atanmış halefiyetini” reddedecek bir durumu bulunmuyor. Yalnız daha seçimden bir gece önceki önceki CNN Türk canlı yayınında dahi “bildiğimiz Durakoğlu” olarak sakinlikle konuşurken, genel kurulda birden içinden bağırgan bir “holigan” çıktı. Böyle deyişim umarım kimseyi incitmez fakat kendisini bağırarak ifade eden insanlara başka türlü bir hitap geliştiremiyorum. İşin daha ilginç kısmı, bu bağırgan üslup, Önce İlke seçmeni olmayanlar dahil pek çok (özellikle) erkek meslektaş tarafından takdir edildi. İşte beni umutsuzluğa sürükleyen şeylerden biri de budur.

Ali Rıza Kaplan’ınki zaten baro konuşması falan değildi, o konuşmayı tamamen geçiniz. Herkes hukuki güvenlikten -kendince- bahsederken salonun “Türk ezansız olmaz!!!” diye inletilmesinin nesini konuşacağız Allahaşkına?

Yalnız İMAG hakkında söylemek istediğim başka bir şey var. Av. Ayşe Acinikli’nin konuşmasından sonra kürsüye çıkan İMAG üyesi Av. Atıf Şenel, salonda çıkan karışıklık üzerine, benim uzun zamandır tanık olduğum en iyi irticalen konuşmayı yaptı. Esasına katılıp katılmamak başka bir mesele fakat, daha iki cümleyi doğru düzgün kuramayan ve hitabetten nasibini almamış başkan adaylarının ortamında, o kadar uzun bir konuşmayı, önünde hiçbir not vesaire olmaksızın ve gayet yerli yerinde bir üslupla tamamladı.

Mehmet Sarı ise, hukuktan aslında hukukla ilgili şeyler anlamadığını zaten önceden bildiğimiz biri. “İnsan saymadıklarımızın savunma hakkını da saymıyoruz” diyen bir baro başkanı adayının konuşmasından nitelik bekliyor idiyseniz, sizi fakülteye tekrar alalım.

Several Ballıkaya Çelik, tüm bu “baylar” arasında kendini sakince ifade eden tek meslektaşımızdı. Siyasal islam veya milliyetçilik gibi ayrımcılıklara kapılmadan, olan biteni “koridordan” bildirdi. Fakat bir noktada yine de eleştirilmesi gerektiğini düşünüyorum; konuşmasının tamamına yakınını OHAL’e ayırdı. OHAL elbette sadece “değinilerek” geçilemeyecek bir hakikat fakat bundan önce bizim sorunumuz yok muydu? OHAL bir sebep değil sonuçtu ve ilan edilince bu kez kendisi bambaşka ihlallerin sebebi oldu. Hukuk dünyasını tüm bu “illiyet bağının” içinde değerlendirmek bence daha bütünsel bir yaklaşım olurdu.

Ömer Kavili’nin aldığı oya şaşırılmasını ise inanın anlamıyorum.

Ömer Kavili’ye verilen oylar, onu “şahsen” tanıyanlar tarafından verilmedi. Bu cümleden “kendisini şahsen tanıyan ona oy vermez” gibi ilgisiz anlamlar çıkarılmasın; söylemek istediğim o değil. Söylemek istediğim, siyasi aidiyetlerin dışında görünen bir adayın seçmen kitlesini “şahsi tanışıklığa” indirgemenin yanlışlığı ve üsttenliği.

Baroya getireceği vizyon, hatta bir vizyon getirip getirmeyeceği dahi elbette tartışılır o ayrı bir mesele. Fakat Kavili’nin genç avukatlardan gayet yüksek oylar alması bence zaten beklenen bir şeydi. Birincisi tüm adaylardan yüksek bir sosyal medya tanınırlığı var, ikincisi de gençlerin Ömer Bey’i yanlarında hissetmeleri için siyasetle ilgili olmaları gerekmiyor. Listesindeki meslektaşlar çok genç; beraber duruşma bekleyen ve birbirlerini “retweet” eden arkadaşlar onlar. Kendini mevcut hiçbir yerde hissetmeyen gençler, neden siyasi parti aidiyetlerine oy versin? Kaldı ki bu tanınırlık seçimden birkaç gün önce çıkan listelerle de olmadı. Kavili bu kadar oyu üç günlük seçim çalışmasıyla almadı, zaten çoktan mevcut bir tanınırlığın ve oy potansiyelinin üzerine geldi.

Hasılı, somut hakikatlerden şikayet ederken neden ikna edici olamadığımızı düşünmemiz gerekiyor. Zira peynir gemisi lafla da yürür, avukatlar olarak işimizin bir parçası da bunu başarmaktan geçer.

Yeter ki lafımızın altı dolu, niteliği yüksek olsun.

KAYNAK: HUKUK POLİTİK