Tutuklu ve Hükümlü Aileleri Hukuk Dayanışma Dernekleri Federasyonu (TUHAD-FED) avukatlarından Şule Recepoğlu son 3 yıldır cezaevleri komisyonunda çalışıyor. Son 1,5 yıldır TUHAD yöneticisi. Bize siyasi tutuklu ve hükümlülerin hem OHAL öncesi hem de OHAL sonrası durumlarını, OHAL’in getirdiği uygulama değişikliklerini anlattı.

                                                                                                              ***

HAZİRAN 2015’E KADAR CEZAEVLERİNDE CİDDİ BİR SIKINTI YAŞANMIYORDU

Haziran 2015’ten başlayalım. Bu tarihten önce genel olarak cezaevi uygulamaları nasıldı?

Siyasi tutsakların yaşadığı hukuksuzluklar her zaman vardı ama yine de avukatlar olarak hukuki bir mücadele yürütülebiliyordu. Görüşmelerde zorlanmıyordunuz. Müvekkil ile istediğiniz şekilde görüşüyordunuz. Hatta son süreçte 24 saat tutuklularla görüşme imkanı sağlıyordu yasal mevzuat. Tabii ki pratikte bazı cezaevleri bu 24 saati güvenlik gerekçesi ile 24 saat olarak kullandırmıyordu. Ama ne yapıyordu? Akşam geç saatlere kadar, saat 22.00′ a kadar, kimi yerlerde 23.00-00.00’a kadar görüşme sağlayabiliyordu. Hafta sonları da görüşme sağlayabiliyordunuz. Haziran 2015′ e kadar cezaevlerinde ciddi bir sıkıntı yaşanmıyordu.

Peki bu tarihten sonra siyasi tutuklu/hükümlülere yönelik olarak nasıl değişiklikler gözlemledin?

Bu tarihten sonra güvenlik gerekçesi ile müvekkil-avukat görüşmelerinin ya da daha genel anlamda avukatların yasal mücadelesinin, faaliyetlerinin kısıtlandığı yerlerden biri de cezaevleri oldu. Aslında burada yapılmak istenen avukatların savunma imkanının kısıtlanması yoluyla tutsakların güvenlik imkanlarının ve savunma haklarının kısıtlanması. Siyasi tutsaklar üzerinde yoğunlaşan bu baskının temel nedeni de son bir yıldır yaşanan savaş süreci.

2015 Haziran seçimlerinden sonra Sayın Öcalan’a başlatılan tecritten otomatikman diğer siyasi mahkumlar da etkilenmeye başladı. Tabii ki o zaman mevzuat yoktu. Yönetmelikle tutsaklara verilen bazı haklar pratikte yavaş yavaş ortadan kalkıyordu. Hemen hemen haftada bir gün, iki haftada bir gün, ayda bir gün genelgelerin geldiğini görüyorsunuz. Bu genelgeler kanun veya yönetmelikte olmayan kısıtlamaları içeriyor. Hatta kanun ve yönetmeliğe aykırı uygulamalar. Öksürüğe bile disiplin cezası verildiği bilgisi var. Ortak alana çıkma yasağı ya da aile görüşü yasağı, telefon yasağı… kısacası tecrit koşulları dayatılmakta idi.

Bu süreçte yaşananları kendi deneyimlerinden de yola çıkarak biraz daha somutlaştırabilir misin?

Aslında bu dönemde yaşadığımız sorunları defalarca kamuoyu ile paylaştık ancak yeterli sesi sağlayamadık. Örneğin İmralı’dan Silivri 9 no’lu cezaevine getirilen tutsaklar ilk sürgün edildiklerinde 1 ay gibi bir süre ile bizi görüştürmediler, görüş yasağı vardı. Aile ile de görüşemiyorlardı. Kendilerini ayrı bir bloğa almışlardı, herhangi bir ortak alan vs. ya da diğer tutsaklarla görüşme imkanları bile yoktu. Tamamen tecritti. Hatta can güvenliklerinden şüphelendiğimiz gerekçesi ile bir çok avukat arkadaşla yasal başvuru yaptık, şikayette bulunduk. Hemen her gün görüşmek için cezaevine kitlesel bir şekilde gittiğimiz oldu. Ama idare ile yapmış olduğumuz tüm tartışmalar, savcıya yaptığımız başvurular neticesiz kaldı. 2-3 hafta görüşemedik. Sonra bize görüşme koşulu yarattıklarında şunu söylediler: “Çok az bir zaman, haftada sadece 1 gün, 2 görevli eşliğinde ve ses kayıt cihazı ile görüşebilirsiniz” .

Daha sonra, yine OHAL’ den önce bunun örneklerini Silivri 9 no’lu cezaevi dışında Karadeniz bölgesinde gördük. Trabzon Cezaevinde de hükümlüler için haftada 1 gün görüş kısıtlaması getirmeye başladılar. Sadece 1 gün 3 saat ve öğleden önce, 09.00-12.00 arası. Orada 50-60 kişi vardı ve bu 50-60 kişiden ancak 5-6 kişi ile görüş imkanımız olabiliyordu. Çünkü haftada 1 gün 3 saatiniz var, ayrıca giriş çıkışlar da oldukça zaman alıyordu ve fazla zamanınız kalmıyordu.

Sonra yine OHAL öncesi Gümüşhane Cezaevine gittik. Tutuklu Deniz Sürgit ile görüşmemizde iki cezaevi görevlisinden biri bizimle oturuyor diğeri ise kapıda bizi gözetliyordu, kapıyı kapatmamıza da izin vermiyorlardı. Karşı çıktık tabii. Savcı ile görüşmek istedik ama savcı bizimle görüşmek istemedi. Tek muhatabımız olan Cezaevi müdürüyle bayağı tartıştık, müdür mafyavari bir uslupta idi, kabul edilemez bir tavır. Bir devlet yetkilisi değil de sokaktaki birisi gibiydi. Cezaevleri şehrin çok dışında ve savcı ve adliyelerden çok uzakta olduğundan ulaşım da sıkıntılı oluyordu. Bu yüzden bu koşullarda görüşmeyi kabul etmek zorunda kaldık.

CEZAEVİ DEDİĞİNİZ ŞEYİN KENDİSİ BİR SORUNDUR ASLINDA

Bir de hasta tutsaklar sorunu vardı, değil mi?

Cezaevi dediğiniz şeyin kendisi bir sorundur aslında. Son bir yıl öncesinde de tabii ki insani koşullar sağlanmıyordu. Ya da bugün evrensel değerler çerçevesinde kurulmuş ya da işlevselliği o yönde icra etmeye çalışan bir cezaevi yoktu. Zaten biz bunu gündeme alıyorduk. Çok uzun zamandır hasta tutsaklar için verdiğimiz mücadele vardı. Bildiğiniz gibi hasta tutsakların özellikle de siyasilerin ve örgüt suçlamaları ile yargılanmış olan mahkumların Terörle Mücadele Kanunu’nda yer alan “güvenliği tehlikeye düşürme” gerekçesi ile Adli Tıp Kurumu’nun hasta tutsağın serbest bırakılmasına ve “cezaevinde kalamaz” yönündeki kararına rağmen tahliyeleri gerçekleşmiyordu. Bizim de bu yönde mücadelemiz vardı, ama burada avukat olarak hukuki mücadele noktasında etkisiz ve yetersiz kalabiliyorduk. Ama çok yoğun kısıtlamaların, imkansızlıkların, şiddetin, işkencenin olduğu bir dönemde değildik. Hatta siyasi tutsakların, örgütlü mücadele yürüten tutsakların diğerlerine nazaran daha iyi imkanları olduğunu bile söyleyebiliriz.

Siyasi tutuklu/hükümlüler açısından cezaevlerinde ciddi bir tecrit sorunu olduğu malum. Uygulanan bu tecriti nasıl algılıyorsun ya da nasıl tanımlıyorsun?

Cezaevlerinin kuruluşu, inşa şekli, yeri vs tamamen tecrit amacına göre belirlenmiş ve düzenlenmiş aslında. Amaç tutsakları tamamen toplumdan izole etmek ve özellikle siyasi tutsakları toplumdan izole ederek dışarıdaki muhalif kişiler üzerinde de caydırıcı ve köreltici bir etki yaratmak. Yukarıda da belittiğim gibi cezaevlerinin şehir dışında olmasının amacı da bu tecritin fiziksel ve zihinsel olarak yoğunlaştırılması ve muhaliflerin içeriden bastırılması. Bunları yaparak sadece tutsakları cezalandırmıyor onun aksine toplumu da cezalandırıyor. Yani bir isyanı hem içeride hem dışarıda bastırmaya çalışıyor. Bugün yaşadığımız koşulların cezaevlerine yansıması da var. Tepki ve mücadele var. Devlet bunu da biliyor.

Sürgünlerin amacı da tecrittir. Batman’da yapılan eylemin cezası örneğin Tekirdağ ya da Edirne’de çektiriliyor. Bu durumda Kürdistan’dan kalkıp Edirne’ye gelecek bir ailenin yaptığı masrafı ve çektiği eziyeti tahmin etmek çok zor değil. İstanbul’a geleceksin, İstanbul’dan Edirne’ye, Edirne’den merkeze geçeceksin, merkezden tekrar cezaevine gitmek için aktarma yapacaksın. 2-3 gün sürüyor. Aslında aileye “sen gelme” deniyor. Bir çocuğu ailesinden, sevdiklerinden kopararak, dışarıdan kopararak ıslah edeceğini, bir anlamda bu şekilde “hakkından geleceğini” sanıyor devlet. Devletin topluma kazandırmaktan anladığı şey, düzene entegre etmek. Bugün muhalif kesimleri dışarıda bir şekilde cezalandırırken tutsakları da bu şekilde cezalandırıyor. Cezaevinde ayrı bir cezalandırma. “Tecrit içinde tecrit” değimiz kavram budur.

HER GELEN KHK BİR ÖNCEKİNİ ARATIR DURUMDA

OHAL’den sonra tecrit şartlarında değişme, ağırlaşma yaşanıyor mu?

Tecritin en ağırlaştırılmış hali bugün OHAL ile yaşanıyor. Bir yıldır bir vehamet zaten vardı. Bunun daha da artarak geleceğinin sinyallerini vermiştik. Çünkü uygulamalar yavaş yavaş kısıtlamaya gidiyordu. İmralı’daki infaz rejiminin aynısının peyder pey cezaevlerine yerleştirildiğini görüyorduk, virüs gibi yayılıyordu. Bunu duyuramadık, yeterli olamadık. Nitekim KHK ile peyder pey uygulanıyor. Her gelen KHK ise bir öncekini aratır durumda. Yaşanılan tüm bu süreç içeridekilerin aktardıklarıdır. Günde 3 tane genelgenin geldiği günler oluyor yine. Ben Silivri 9 no’lu Cezaevinde iken gözümün önünde genelge çıkardılar. Beni orada 4 saat oyaladılar. Sonra genelge getirdiler ve bana “görüşemezsin” dediler. Oyalama şekli de kayıttı, UYAP’tı, elektrik gitti vs; ben sinir krizi geçirdim.

Bir annenin çok güzel bir beyanı vardı. “ Bırakın en azından bir avuç toprakta bir bitki yetiştirsinler; çünkü hayatla tek irtibat kurdukları yer leğenlerde, yoğurt kaplarında yetiştirdikleri bir çiçek.” Bunu bile çok gören bir devlet zihniyeti ile karşı karşıyayız. Hatta bunun gerekçesi de “güvenlik”. Dünyanın neresinde ve nasıl bir avuç toprağın içerisinde yetiştirdiğin bitki güvenliği tehlikeye atabilir? Bu tür gerekçelerin yasal alt yapısı yok, aklı yok, mantığı yok, vicdanı yok, ahlakı yok. Şimdi bu gerekçelerle ne yapmaya çalışılıyor? Aslında devlet kendi zihniyetini ortaya koyuyor. Diyor ki “seni içeriye kapatmam yetmiyor; amacım sen burada iken seni bezdirip yıldırarak muhalif kişiliğini ezmek ve böylelikle devlet gücümü göstermek”. Devlet kendi otoritesini bıkmadan usanmadan cezaevine her şekilde dayatıyor.

LGBTİ tutuklu/hükümlülerin durumları hakkında bilgin var mı? Onlar bu süreci nasıl yaşıyorlar?

Yoğun olarak siyasi tutsaklarla ilgileniyoruz; bu konuda bizi anlayışla karşılayacaklarını düşünüyorum. Örgütlü olanların şöyle bir avantajı var; seslerini duyurabilecekleri platformları var. İşin en acı kısmı LGBTİ mahkumların, adli mahkumların sesini yeteri kadar duyurabilecekleri, hastalık durumlarının hukuki mücadelesini yürütebilecek ciddi bir örgütlülükleri yok. Ama işin esası biz siyasi tutsaklar üzerinden yürüyen bu tecridin bu uygulamaların aslında tüm tutsaklara sirayet ettiğini deklare ediyoruz. Evet, pratikte bire bir temas edip hukuki mücadelesini yürütemiyor olabiliriz, doğru; bu bir özeleştiri de olabilir. Ama konu itibari ile özel uygulama siyasi tutsaklara yönelik.

Fırat sen daha iyi biliyorsun. Dışarıda translar tecrit edilmeye, izole edilmeye çalışılıyor; tabiri caizse insan olduğu dahi kabul edilmiyor. Hatta hasta kabul edilip neredeyse hastane açıp oraya tıkmak isteyen bir zihniyet var. Dolayısıyla bu zihniyetin cezaevinde farklı bir karşılık bulması beklenemez.

İktidar karşıtı her yönelime dair bir uygulama ve çaba var. Bu yalnızca devletin “bölücülük” tanımı ile açıklanamaz. Daha kapsamlı bir devlet aklı ve otoriter bir zihniyet karşımızdaki. Kendisi gibi düşünen ya da kendi çıkarını, düzenini, sömürüsünü rahat uygulayabileceği ortak bir akıl istiyor. Bunun ötesine çıkmak isteyen belli bir kesimi de yok etmeye çalışıyor. Aslında tamamen kendisi dışındaki insanları yok etmek istiyor. Bu trans olur, Kürt olur, Alevi olur, başka bir şey olur, neyse. Aslında bu zihniyeti içeride ve dışarıda deşifre etmek lazım. Bizim en önemli düşmanımız sistem; devlet aklı, devlet zihniyeti.

DIŞARIDAKİ LİNÇ KÜLTÜRÜNÜ İÇERİDE DE UYGULAMAYA ÇALIŞIYORLAR

Şimdi OHAL sonrasına biraz daha ayrıntılı bakalım. Ohal öncesine nazaran dikkatini ilk çeken değişiklikler neler oldu?

Darbe girişimi ile beraber son bir yıldır ciddi ayrışmaların, travmatik durumların olduğu bir toplumda bakıyorsunuz, bu durum her yere sirayet etmiş durumda. İki tutsak aynı koşullarda aynı ceremeyi çekiyor ama sistem adli tutsağı siyasi tutsağa saldırtıyor. Adli tutsağı ring aracında “bu teröristtir” diyerek siyasi tutsaklara saldırtan bir zihniyet var. İçeride devletin birliği bütünlüğü için saldırgan bir kişilik yaratılmaya çalışılıyor, onu öyle besliyor. Bunun örnekleri Silivri’de Metris’te Düzce’de yaşanmıştır. Dışarıdaki linç kültürünü içeride de uygulamaya çalışıyorlar. “Devletin birliği bütünlüğü” paranoyasının en yoğun yaşandığı dönemdeyiz. Eskiden hep dış güçlerdi, şimdi birbirimizden şüphe eder duruma geldik. Şimdi bireyler arasında paranoya var. Devletin her yerinde böyle bir paranoya var. Bireyler arasında kutuplaşma ve çatışma var.

OHAL’den önce iyi kötü biz bu düzenlemelere karşı suç duyurusunda bulunuyorduk, iyi kötü yasal mücadele ile bazı hakları kırpa kırpa alıyorduk. Şimdi OHAL geldi; başvuru yapıyorsun “avukat hanım KHK’nın bilmem ne maddesi bunu getiriyor”, “iyi de…” diyorsun “KHK bile senin bu uygulamalarının karşılığını vermiyor, sen daha ağır koşulları uyguluyorsun”. Bu KHK nasıl bir KHK ki üşenmemiş de her cezaevine özgü bir uygulama getirmiş. Tek bir KHK var ve her yerde aynı KHK’nın geçerli olması gerekmez mi?

KHK geldikten sonra ilk 3 gün infazı bitmiş, tahliyesi olanlar bile çıkartılmadı, hiç kimseden haber alamadık. Cezaevi içerisine bile giremedik. Aileler ile görüşme yasağı getirildi. 3 gün sonra görüşmeler başladı. İşkence haberleri almaya başladık. Şimdi bunu sana deklare ettiğimde darbeyi ya da terörü destekliyor olabiliyorsun. Ben bir vahşet gördüm, kime olursa olsun karşıyım. Ben bir avukat olarak cezaevinde birinin darp edildiğini gördüğüm halde bunun içeride olduğunu bile bile arkama bakmadan, sırf korktuğum için ses etmeden çıkıp gelmemi bekliyorlar. İşte insanlardan bekledikleri bu.

HER BİR GENELGE İLE BASKINLAR YAPILMAKTA, EŞYALARA EL KONULMAKTA, ODALAR DEĞİŞTİRİLMEKTE

Cezaevi koşullarında ne gibi değişiklikler oldu?

Dışarıda yaşanılan olaylara karşı içeridekiler tepkisiz kalmıyor elbette. Tepkilerini kapı mazgal dövme, slogan atma şeklinde oluyor. Bu protestolara karşı önceki düzenleme uyarı cezası vermekti, daha makul yaptırımlar oluyordu. Bazı infaz hakimleri bu eylemlerin protesto içerikli olduğunu, demokratik eylem olduğunu, protestonun içerde bir hak olduğunu, açlık eylemlerinde bile bunun pasif bir eylem olduğunu, demokratik bir eylem olduğunu söylüyorlardı. Şimdi kapı dövmenin cezasının 7-8 gün hücre cezası olduğunu Bakırköy Kadın Cezaevinden öğreniyoruz. Zaten insani koşullar olmayan cezaevinde bu defa seni daha aşağılayan, bezdiren, daha yıldıran engeller konuldu.

İçeridekilerin anlatımı ile gelen her bir genelge ile baskınlar yapılmakta, eşyalarına el konulmakta, odalar değiştirilmekte. Bu hal raporlarla da sabit.

OHAL sonrası cezaevlerinde ilk değişiklik eşyaların kısıtlanması oldu. En temel eşyaların tutsaklardan alındığını, hijyen konusunda ciddi sıkıntı olduğunu görüyoruz. Dışarı ile iletişim hususunda kısıtlamalar daha da arttı. Ayda bir açık görüş varken 2 ayda bir açık görüş, 15 günde bir kapalı görüşe dönüştü. Telefon kısıtlamaları getirildi. Telefon görüşmelerinin arası uzatıldı. Sürgünler çok fazla artırıldı. En ufak tepkilere disiplin cezaları verildiği bir süreç ve işkencenin çok daha arttığını biliyoruz. Sürgünler de tecrit içinde tecrittir. İçeride artık dayanılmayacak şekilde kısıtlamalar ve provokasyonlar var. Özellikle son 1-2 yılda yönetimde çok değişiklik gördük. Değişim ile beraber uygulamalar da çok fazla değişiyor. Çok daha fazla provokasyon yapıyorlar artık. İdarenin 19 Aralık’taki gibi zindanlara yönelik katliamlarının yeniden yaşanmasından korkuyoruz. OHAL öncesi cezaevleri ile ilgili yasal değişikliğe gidilecekti. Köpekli arama, gazlı müdahale, silahlı müdahale, askeri müdahale gibi tasarı hazırlanmıştı. Tasarı öncesi ciddi ciddi baskılar arttı, arttı ki yönetimler ilerleyen aşamalarda tutsakların eylemlerine karşılık verebilsin. İdare aslında bu noktada tutsakları yönlendiriyor; karşı çıkmalarını daha ciddi tepkiler vermelerini bekliyor ki operasyon yapılabilsin.

Tutsakları idare etmesi gereken idaredir, daha aklı selim olması gereken odur. Ama bugün yaşadığımız süreçte tutsaklar daha sağduyulu davranıyor. Çünkü onlar idarenin böyle bir yönelime hazırlık yaptığını söylüyorlar. İdarenin bu tarz eylemlerini daha iyi bilen tutsaklar var. Özellikle Marmara bölgesinde Tekirdağ, Düzce ve Bakırköy Kadın Cezaevinde. İdarenin böyle bir hazırlıklarının olduğunu ve bu hazırlıklarını kolaylaştırmak için ciddi provoke eylemlerinin olduğunu söylüyorlar.

Baskının sadece tutsaklara değil, avukatlara da yönelik olduğunu görüyoruz. İçeriden kovularak darp edilerek sürüklenerek cezaevinden atılma riski ile karşı karşıyayız.

SAVUNMA” DEDİĞİMİZ MAKAMIN HİÇBİR ETKİSİNİN KALMAYACAĞI GÜNLER YAŞIYORUZ

OHAL sonrasında cezaevleri ve mahkemelerde avukat/müvekkil ilişkisinde karşılaştığın zorluklar ya da kısıtlamalar konusunda neler söyleyebilirsin?

Darbe girişiminde bulunanlara yapılanlar siyasi tutsaklara da yapıldı. Cezaevinde avukat-müvekkil görüşmesi iki memur ve kamera eşliğinde yapılıyorken avukat – müvekkil özel ilişkisi, savunma hakkı, adil yargılanma hakkı, silahların eşitliği ilkelerinin geçerli olması mümkün mü? Dava dosyasını bu şartlarda tartışmak mümkün mü? Bu durumda duruşmada sağlıklı bir savunma yapılabilmesi mümkün mü? Müvekkillerimle görüşmede, bana söylediklerini onun lehine dönüştürme yükümlülüğüm var. Ancak müvekkilim tüm insan haklarından mahrum kalıyor. “Silahların eşitliği” ilkesinden bahsediliyor ama bu şartlarda nasıl savunmanlık yapabilirsin?

Son 2-3 yıldır avukatlara yönelik operasyonları destekleyen ve avukatlık faaliyetini terörle bağdaştırarak illegal ilan eden Cumhurbaşkanının bu tavrının mahkemelere sirayet etmesini de doğal karşılıyoruz bu şartlar altında. O söylemlerin aynen pratiğini gördük. Adliyelerde ne kadar zorluk yaşıyorsan, savunma adına adil yargılanma hakkı adına, bugün cezaevlerinde de aynı durumu yaşıyorsun. Bugün avukatlar bu koşullarda görüşmeye çalışıyor, duruşmaya çıkıyor, tüm yargılamaların gerekçeleri nasıl matbu ise bu yapılan uygulamalar da aynı. Bunlara karşı hukuki mücadele yürütülmediği sürece avukatlık faaliyeti sadece ticaret mahkemelerinde yürür, iş mahkemelerinde yürür vs. Bugün ceza mahkemelerinin avukat yönünden hiçbir faaliyeti, etkisi olmayacak kısaca. Savunma dediğimiz makamın hiçbir etkisinin kalmayacağı günler yaşıyoruz. Bugün örgütlülüğümüzün iyi kötü getirdiği güçle konuşabiliyoruz. Belli bir noktaya kadar engelleyebiliyoruz ama bu etkinliğin azalması ile beraber tamamen ortadan kalkması tehlikesini yaşıyoruz.

1980 darbesinde bile mahkemelerin, askeri ceza hakimlerinin doktrin yaratan kararları vardı. En azından hukuki bir çerçevesi vardı, bir mantığı vardı verilen kararların. Bugün ile bir karşılaştırma olarak düşünmeyin, hepsi birbirinden berbat ama şimdi bari yalandan da olsa hiç değilse bir gün denetime tabi tutulur ya da mesleki sicili lekeler kaygısıyla ve meslek itibarı için karar gerekçelerinin mantıklı nitelendirmesi yapılsın. Oysa mahkemeler TEM gibi çalışıyor. Yaptığım tüm savunmalarda da bunun altını çizerek söylüyorum. Mahkemeler eskiden DGM’lerdi, özel yetkili mahkemelerdi, şimdi ACM’ler oldu. Ama zihniyet birbirinin türevi. Her dönemin her koşulun her siyasal sürecin etkisine göre şekillenen ceza mahkemeleri ile karşı karşıyayız.

Bugün geldiğimiz yer mahkemelerin TEM şubesi olması; şüphelendiği husus üzerinden delilden sanığa doğru değil sanıktan delile doğru gidiyor, hatta delil yaratıyor. Mahkemeler, önüne sunulan delillerin değerlendirmesini bile yapmıyor. Yine de en azından duruşmada delilleri uzun uzadıya tartışma ihtimalinin olduğunu ya da tutuklama kararının gerekçesinin açıklanmasını, dosyadaki mevcut delillerin takdirini ve bunlara karşı savunma hattı oluşturmayı bekliyorsun ama bu şartlarda bunların hiçbiri mümkün değil. Terörle mücadele eden bir zihniyetle mahkemeler karşı karşıya. Oysa mahkeme dediğin adil yargılama yapar. Mahkeme siyasi iktidarın parmağını şaklatıp şekillendirdiği veya onun talimatı ile hareket eden bir düzeye gelmişken ne içeride cezaevinde yapacağım kutsal mücadele ne de dışarıda yapacağın muhalefetin çok etkili bir karşılığı olmayacak. Savunma özgürlüğünü sonuna kadar kısıtlayan bir hakim var. Üstelik bu hakimin 75 klasörlük dosyayı 15 dakikada incelediğini ayrıca düşünün. Bu ne kadar sağlıklı bir karar olacak? Hatta yargılama sırasındaki tavır “Geç kalıyorum, 5’te servis var, haydi acele edelim”şeklinde. Oysa böyle vahim bir yargılama yüzünden bir insan cezaevine girecek. Bu kadar kolay mı insanları 20-30 gün, 3-5 ay cezaevine kapatmak?

OHAL öncesi ve sonrası bahsettiğin hak ihlalleri ile ilgili kazanım sağlandı mı, olumlu sonuçlar elde edildi mi?

KHK süreci ile olmadı, ayrıca KHK süreci ile ilgili her bölgede başvurular yapamadık. Neden yapamıyoruz? Çünkü bizim karşımıza bürokrasi çıkıyor; öncelikle vekalet sorunumuz var, Bunun üzerine içeriden başvurular yaptık. İçerdekilere direkt olarak dilekçeler yolladık, hukuki yardımda bulunduk. Vekaleti olmayanların içeriden başvuru yapmalarını sağladık. İç hukuk yollarından henüz sonuç alamadık. Ama KHK öncesi aldığımız sonuçlar oldu. Yasal mücadeleler noktasında tüm araştırmalarımız devam ediyor ve farklı alternatif çözüm yolları arıyoruz.

YASAL MÜCADELEDEN VAZGEÇMEMEMİZ LAZIM

Yaşanan hak ihlallerinin sona ermesi sence mümkün olabilir mi?

Yasal mücadeleden vazgeçmememiz lazım. Tüm etkin hukuki yolları tüketmek lazım. Hukukçular, avukatlar olarak kitlesel başvuruların, kitlesel müdahalelerin olması lazım. Özellikle bu süreçte cezaevlerinin bırakılmaması lazım. Daha çok ziyaretlerin yapılması lazım. Bir de yasal mücadelelerin yanında ailelere çok iş düşüyor. 100 avukatla gittiğin zaman sonuç alamayabilirsin ama 5 aile gittiğinde sonuç alınabiliyor.

Devlet bürokrasiden korkuyor; bu yüzden ailelerin kitlesel başvuruları ya da müdahaleleri hukukçuların müdahalelerinden çok daha etkili olabiliyor. Bu konuda ailelerin çok daha iyi örgütlenmeleri lazım. Cezaevlerini boş bırakmamaları, yaşanan süreci yakından takip etmeleri, yaşananların hesabını sormaları gerektiğini düşünüyorum. Bu konuda hesap sorulacak makamlar Adalet Bakanlığı, CTE, Sağlık Bakanlığıdır.

Hak ihlallerinin sona ermesi ya da en azından azalması yönünde başkaca neler yapılabilir?

Özellikle hasta tutsaklar konusunda uluslararası platformların harekete geçirilmesi gerek; onlar burada daha etkin raporlandırmalar yapıp kamuoyuyla paylaşılması noktasında bizden daha etkililer. Avrupa Konseyi bu aralar bizden çok fazla rapor istiyor. Raporlarımızın son dönemde ilerleme raporunda kullanıldığını görüyoruz. Hasta tutsakların sayısını, durum ve koşullarını belirten raporlar verdik. Tüm kurumların örgütlenmesi, bir araya gelip sonuç almaya gitmesi lazım. Bir yıldır beklediğimiz tepki doğmadı. Hukukçular yetersiz kaldı. Sanki cezaevinde yaşananların normal olduğu düşünülüyor. Yine de OHAL ile basın daha fazla üzerine düşüyor bu konunun. Ortak bir örgütlenmenin ve hukuksal mücadelenin aynı anda yürümesi gerekiyor.

Bugün her şeyi raporlandırıyoruz; eskiden çok fazla arşivimiz, raporlandırma kültürümüz yoktu. Raporlandırmamızın amacı bunları dünyaya duyurmak, bunları unutturmamak ve bunun yasal mücadelesini vermek ve sonucu beklemek.

Son süreçte cezaevlerinde yaşanan işkencelere, darp eylemlerine ya da kısıtlamalara karşı biz aileleri, çok üzgünüm, örgütleyemiyoruz. Yani kitlesel bir mücadeleyi yürütemiyoruz. Ama söylemleri dile getirirken toplumu da korkutmamak lazım. Hukuk mücadelesinin henüz sonuçları ve karşılıkları alınmamıştır, tıpkı geçmişteki gibi. Devleti toplumla, toplumu kendiyle bir kez olsun yüzleştirmek çok önemli oysa.

Pembe cezaevi hakkında ne düşünüyorsun?

LGBTİ’lerin dışarıda yaşadığı tecrit, cezaevlerinde çok daha ağır yaşanıyor. Metriste gey bir müvekkilim var. Bir ay hiç uyumamış nerdeyse. Sürekli adli tutsaklarla beraber. Durumu başta idare ile paylaşılamadı. Ama hal ve hareketlerinden saklanılmayacak tutumları vardı. Onu farkeden adli tutsaklar oldu ve kötü yaklaşımları da oldu. Karşılık bulamayanlar sataşıyor, zarar vermeye çalışıyor, kendisi fiziksel zarar da görüyordu. Can güvenliğinin tehlikede olmasından dolayı uyuyamamaya başladı. Sonra idare ile konuştum, kendi isteği ile başka bir koğuşa götürüldü. Yalnız kaldı ama daha rahat durumda. Adli tutsaklarla kalmaları daha sıkıntılı, siyasi tutsaklarla kaldıklarında daha rahat oluyorlar. Kendi tercihleri siyasilerin yanına gitmeme, çünkü örgütsel bağları yok. Hem kendi sosyal ilişkilerinin idamesi için hem de kendi güvenlikleri için böyle bir cezaevi mantıklı diye düşünüyorum. Birbirlerini koruma noktasında da daha etkili ve örgütlü olurlar bu yöntemle. Örgütlülükleri sayesinde siyasi tutsaklar duvarı yıkmış durumda.

Son sözler?

OHAL ile beraber yasal başvurularını yapsan da sonuç alamıyorsun. Uzun bir mücadele bizi bekliyor. Ancak bu şu demek değil: OHALgeldi; biz başvuru yapamıyoruz, yapsak da sonuç alamıyoruz. Hayır, kimse bundan vazgeçmesin. Her zaman, kısa vadede sonuç alamayabiliriz. Ama uzun vadede devletin bu uygulamaları ile bu zihniyetle hesaplaşması için bir sonraki kuşakların bir sonraki sürecin bunları unutmaması için, bununla yüzleşmesi için biz bu gün uzun vadeli yasal mücadelemize devam ediyoruz, etmeliyiz.

KAYNAK: HUKUK POLİTİK