Yargıç Roland Freisler, Hitler’e yazdığı bir mektupta, “Führer’im; halk mahkemeleri bundan böyle bir karar verirken, sizin nasıl karar vereceğinize inanıyorsa, o yönde bir karar vermeye çalışacaktır” diye yazıyordu.

Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı siyasi ve hukuki dönüşüm, Nazi Almanyası’nda Führer Devleti’nin inşa süreci ile sıklıkla kıyaslanıyor. Hiç kuşkusuz faşist rejimlerin ve özel olarak Nazi rejiminin oluştuğu 1. Dünya Savaşı sonrasının özgün tarihsel koşulları ve özellikle paramiliter güçlerin bu süreçte oynadığı belirleyici rol, Türkiye ile karşılaştırıldığında önemli farklılıklar barındırıyor. Fakat hukuk alanındaki dönüşümün bazı noktalarda çarpıcı ve endişe verici benzerlikler taşıdığını vurgulamak gerekiyor. Bu açıdan, özellikle ceza yargılamasında kanunların sınırsız bir yorum tekniğine başvurularak uygulanması ve siyasi iktidarın yargı kararları açısından geliştirdiği “millilik” kriteri öne çıkan özellikler olarak dikkat çekiyor.

Bu iki özellik aslında birbiriyle ilişkili olarak işleyen bir sürecin yapı taşlarını oluşturur ve Nazi dönemine dair çokça tekrarlanan ve hatalı bir saptamanın da düzeltilmesini gerektirir. Nazi rejiminin inşasına zemin hazırlayan kanunlar değil, yargıçlardır. Yeni kanunlar ancak, bu totaliter rejimin büyük ölçüde inşasının ardından belirli alanlarda yürürlüğe konmuş ve artık işlevsizleşen parlamento tarafından değil, Hitler ya da ona karşı sorumlu kabine tarafından hazırlanmıştır. Öyle ki soykırıma ön gelen önemli bir aşamayı oluşturan 1939 tarihli, zihinsel ve bedensel engellilere yönelik ötenazi eylem planının hukuki dayanağı, Hitler’in imzaladığı basit bir antetli kağıttır sadece.

Nazi rejiminin kuruluş aşamasında yürürlükte olan ve savaş sonuna kadar da yürürlükten kaldırılmayan Weimar Anayasası’nın öngördüğü siyasi rejim, yarı-başkanlıktır. Hitler, başkan Hindenburg’un 1934 yılındaki ölümünün ardından başbakanlık ve başkanlığı bir referandum aracılığıyla şahsında birleştirir ve Führer olarak ülkeyi yönetir.

Bu noktaya giden yolda kritik aşamalardan ilkinin, 1933 yılında Berlin’deki parlamento binası yangınının Komünist Parti’nin üzerine atılması ve ardından hem milletvekillerine hem de parti üyelerine yönelik kitlesel tutuklama ve saldırılar aracılığıyla partinin siyasi alanın dışına itilmesi olduğunu vurgulamak gerek. Daha sonra aynı yıldırma politikası, merkez solda yer alan Sosyal Demokrat Parti’ye uygulanır ve milletvekillerinin pek çoğunun meclise girmeleri fiilen engellenerek, Hitler’in kabinesine olağanüstü yetkiler tanıyan kanun meclisten geçirilir.

Sonuç, Alman tipi başkanlığın kurumsallaşması ve Führer Devleti’nin kurulmasıdır. Nazilere yakın pek çok hukukçunun o dönemde gururla ifade ettiği gibi Almanya artık “sosyal bir hukuk devleti” değil, “Adolf Hitler’in Alman hukuk devleti”dir. Hukuk devletinin kurumsallık ve öngörülebilirlik idealinin yerini, Hitler’in “irade”sinin belirleyici olduğu kişisel ve keyfi bir düzen alır.

Yargı ise hem rejimin inşa sürecinde hem de rejimin bekasının korunmasında kritik bir rol üstlenir. Özellikle Nazi devletinin inşasına zemin oluşturan konjonktürün yaratılmasında, diğer bir deyişle tüm muhalefet kanallarının susturulmasında ceza kanunlarının sınırsız yorumu belirleyici bir rol oynar. Fakat bu sınırsız yorumun sınırını ya da daha doğru bir ifadeyle hedefini belirleyen ise Hitler’in ve Parti’nin sıklıkla tekrarladığı “millilik” kriteridir. Millilik vurgusu öylesine ön plana çıkar ki, 1936 yılında ceza kanununda yapılan bir değişiklikle yalnızca ceza kanununda açıkça öngörülen suçların değil, “sağlıklı milli şuur” uyarınca cezalandırılmayı hak eden eylemlerin de cezalandırılacağı kabul edilir. Bu değişiklikle ceza hukukunun temel ilkesi olan kıyas yasağı, diğer bir deyişle savcı ya da yargıçların keyfi bir şekilde suç türetmelerine engel olan ilke tamamen ortadan kaldırılır. Böylece millilik kavramı, hali hazırda yürürlükte olan tüm kanunların keyfi bir şekilde uygulanmasına imkan tanıyan ve kanunların sağladığı asgari güvenceleri yok sayarak hukuk güvenliğini ortadan kaldıran bir kriter olarak ortaya çıkar. Ardından yargıçlar da milli değerleri korumak ve Nazi adaletini tesis etmek amacıyla mevzuatı bir kenara koyarak, “Nazi Devrimi”nden aldıkları ilhamla gerçekleştirdikleri zihinsel inkılabı kararlarına yansıtır. Bunun sonucunda “milli” olmadığına kanaat getirilen bireylerin yalnızca özgürlükleri kısıtlanmaz, yaşam hakları da ellerinden alınır.

Türkiye’deki hukuk düzeninde, hem anayasanın, hem de ceza kanununun emredici hükümleri gereği millilik kavramına referansla karar oluşturmak hali hazırda hukuken mümkün değil. Fakat dönemin başbakanı Erdoğan’ın 2014 yılında Anayasa Mahkemesi’nin Twitter kararını milli olmamakla eleştirerek kullanmaya başladığı ve ardında da sıklıkla başvurduğu “millilik” kavramı, yargısal süreçleri değerlendirirken akılda tutulması gereken bir olgu olarak karşımıza çıkıyor. Son dönemde milli hassasiyetleri ilgilendirdiği ileri sürülen davalarda hazırlanan iddianamelerin ya da verilen kararların, emredici nitelikteki kıyas yasağını ihlal eden ve adeta suç yaratmaya yönelen özellikler barındırdığını da belirtmek gerekiyor. Barış Bildirisi davasında sanıklara yöneltilen ve ceza kanunda yer almayan “devlete meydan okuma” suçlamasının yanı sıra Can Dündar-Erdem Gül davasında on altı ay önce haberi yapılmış olaylara ilişkin haberlerin “gizli kalması gereken bilgi”nin ifşası olarak yorumlanması bu noktada ilk akla gelen örneklerden yalnızca bazılarıdır.

Esasa ve usule dair ceza hukuku ilkelerini yok sayarak bu tür iddianame ve kararların oluşturulması çok tehlikeli bir yöntemdir ve bu yöntemin ulaşacağı acı ve yıkıcı sonuçlar, tam da Nazi Rejimi’nin hukuk düzeninde, daha doğru bir ifadeyle hukuksuzluk halinde acı bir şekilde tecrübe edilmiştir. Yargının hukuku eğip bükerek siyasi iktidarın temennilerine göre karar vermesi halinde ortaya çıkan durumun ya da çöküşün sonuçlarını tüm toplum yaşar, yargıçlar da bundan müstesna değildir.

Bu noktada sadece tek bir örnek vermek yeterli olacaktır. Nazi Rejimi’nin binlerce muhalifi idama yollayan ünlü Halk Mahkemesi’nin başyargıcı Roland Freisler, göreve gelmesinin hemen ardından Hitler’e yazdığı bir mektupta, “Führer’im; halk mahkemeleri bundan böyle bir karar verirken, o karara konu olan olayı siz değerlendiriyor olsaydınız, nasıl karar vereceğinize inanıyorsa, o yönde bir karar vermeye çalışacaktır” diye yazıyordu. Gerçekten de halk mahkemesinin verdiği kararlar, Führer’in çizdiği yolda Nazi devletinin yüce çıkarları adına, var olan hukuk kurallarını yok sayan nitelikteydi. Fakat sonuç; bir ülkenin maddi ve manevi çöküşü ve bin yıl süreceği iddia edilen 3. Reich’ın daha on ikinci yılında ortadan kalkması oldu. Alman toplumunun üzerinde geri dönülemez yaralar bırakarak…

Bu çöküşün baş sorumlularından biri olan Yargıç Freisler ise savaşın sonunda yargılanarak hesap veremedi; çünkü Almanya’nın işgal edildiği ve Berlin’in bombalandığı savaşın son günlerinde bir yargılamaya devam ederken, yıkılan mahkeme binasının sütunlarının altında kalarak yaşamını yitirdi.

Kötü hukuk kuralları ya da hukuk kurallarının hatalı yorumu, bireylerin adalet talebini karşılamadığı için toplumsal huzursuzluklara neden olur. Fakat hukuk kurallarının, hele ki anayasanın fiilen ortadan kaldırılması ya da uygulanmaması, toplumsal çöküşe giden geri dönülemez bir yol açar. Türkiye’de parlamenter sistemin işleyişine, ifade ve basın özgürlüğüne ya da milletvekili dokunulmazlıklarına dair pek çok anayasal normun siyasi iktidar tarafından geçersiz kılınması öylesine boyutlara vardı ki özgün bir kavram olarak “anayasasızlaştırma”, kamu hukuku literatüründe sıklıkla kullanılan bir hale geldi.[*] Yargı kurumunun bu gidişata özellikle ceza hukuku alanındaki sınırsız yorum yöntemleriyle katkı sunması ise toplumsal çöküşü hızlandıran bir etken oluşturuyor. Bu durum karşısında tüm siyasi ve hukuki aktörlerin tarihsel sorumluluklarının bilincinde hareket etmesi, bu çöküşün engellenmesi açısından büyük önem taşıyor. (BÖ/HK)

[*] Yakın tarihli bir örnek olarak bkz. Kemal Gözler, 1982 Anayasası Hâlâ Yürürlükte mi? Anayasasızlaştırma Üzerine Bir Deneme

  • Bu yazı 20 Mayıs 2016 tarihinde Bianet’te yayımlanmıştır.