DGM’lerden, sıkıyönetim mahkemelerine, özel yetkili mahkemelerden de bugünlere yargı ile iktidar arasındaki ilişkiyi, avukat olarak yakından gözlemlediniz. Bugün yargı ve iktidar arasında nasıl bir ilişki vardır?

Cumhuriyetin ilk yıllarından bu güne bizim ülkemizde hiçbir zaman bağımsız ve tarafsız bir yargı işlevi, fonksiyonu söz konusu olmadı. Zaten teorik olarak da her ne kadar yargının tarafsız ve bağımsız olması gerektiği ileri sürülse de sınıflı toplumlarda yargının bağımsız ve tarafsız olması çok zordur. Burjuva demokrasisinin nispeten geliştiği ülkelerde yargı yine devletten bağımsız değildir ama bazı ülkelerde hükümetlerden bağımsız olabilir. Yani yine devlete bağlıdır fakat doğruda hükümetin emrinde olan bir organ gibi çalışmayabilir. Örneğin İngiltere, Kuzey Avrupa ülkeleri…

Bizde ise yargı cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren hem devlete hem de hükümetlere bağlı olmuştur. Yani yargı idari bir birim faaliyeti olarak yer almıştır. Bir hukuk organı değil de muhalifler ve ötekileştirilenler için adli teşhir, adli getto yaratma görevini yargı üstlenmiştir.

Dolayısıyla yargının önünde her zaman siyasi projelerle üretilmiş davalar söz konusu olmuştur. Açılan davalar genelde nesnel, kriminal öğelerden kaynaklanmayan; o dönemki siyasi iktidarının konjonktürel, oportünist çıkarlarına bağlı olarak üretilen siyasi proje davaları olmuştur. Tabii hepsi için ortak yön olarak İstiklal Mahkemeleri’nden başlarsak yani cumhuriyetin ilk yıllarındaki Şark İstiklal Mahkemeleri olsun Kastamonu İstiklal Mahkemesi olsun daha sonra 45’lerde kurulan mahkemeler, Dersim Katliamı sonrası kurulan mahkemeler, Seyit Rızaların yargılanması 49’lar davası -ünlü bir dava olan 49 Kürt’ün çok asılsız bir iddiayla yargılanması- tüm bu yargılamalarda düşmanla savaş hukuku uygulanmıştır. Şimdi düşmanla savaş hukuku derken bunun  modern hali terörle mücadele yasasıyla başlayan halidir. Türkiye’de 1991 yılında terörle mücadele yasası gündeme girdi. O zamanın meşhur eski Türk Ceza Yasası’ndaki 141, 142, 163.  maddeler güya kaldırılır gibi oldu. Güya ifade özgürlüğü ve örgütlenme özgürlüğü açısından bir adım gibi oldu ama çok daha beter bir yasa yürürlüğe girdi. Terörle Mücadele Yasası diğer yasalar gibi evrenseldir. Tüm dünyada burjuva iktidarlarının ulusal kurtuluş mücadelelerine karşı sınıf mücadelesinde gündeme getirdikleri bir yasadır. Esas olarak da 19. yüzyılın ilk yarısında Afrika’daki ulusal kurtuluş hareketleri sonucu dünya gündemine gelmiş bir yasadır. 1991’de yürürlüğe girdiğine göre acaba daha önceki yargılamalarda düşmanla savaş hukuku yok muydu? Tabii ki vardı. Terörle Mücadele Yasası’ndaki kadar güncelleşmiş, modernleşmiş değildi. Kaba anlamla İstiklal Mahkemeleri Yasası’nda, Hıyanet-i Vataniye Yasası’nda uygulanmıştı. Ama öz olarak baktığımızda gerek 91 öncesi olağanüstü yargılamalarda gerek 91 sonrası DGM yargılamaları gerek özel yetkili mahkeme yargılamalarında olsun özü aynıdır.

Düşmanla savaş hukukundan kastettiğimiz nedir? Bunun esas teorisyeni bir alman ceza hukukçusu olan Gunter Jacops’tur. Gunter Jacops özellikle İkiz Kuleler eyleminden sonra geliştirdiği teoride şunu vurgulamıştır;  “Kamu ile ilişkilerinde, düzenle ilişkilerinde, devletle ilişkilerinde bilişsel güvence vermeyen kişi an-persondur, non-persondur yani insan bile değildir.” demiştir. Dolayısıyla “Non-person olan kişinin de sanık hakları olamaz.” demiştir. Yani onun yargılamasında masumiyet karinesi “non bis idem” dediğimiz “aynı nehirde iki kez yıkanılmaz” aynı suçtan dolayı iki kere yargılama olmaz ilkesi, kuşkudan sanık yararlanır ilkesi onlara uygulanmayacak demiştir.

Normal yurttaş ceza yasasıyla düşmanla savaş hukuku dediğimiz terörle mücadele yasasının arasındaki en önemli fark şudur. Normal yurttaş ceza yasasında kişi yapmış olduğu fiilin karşılığını ceza olarak görür bu cezanın infazı tamamlandığında tekrar vatandaş kabul edilir, devlet nezdinde o cezasını çekmiştir ve kötü biri olmaktan çıkmıştır. Fakat düşmanla savaş hukukunda bilfiil işlemese bile kişi tehlikelidir. Bertaraf edilmesi gerekir.

Tehlikenin ortadan kaldırılması gerekir. Normal yurttaş ceza yasında bir suç için fiil aranması şartken düşmanla savaş hukukunda bir fiil olmasa da kişi bir eylem yapmasa da eğer düzen karşıtıysa kişi yargılanıp toplumdan dışlanabilir. Buna çok somut bir örnek verecek olursam bundan bir hafta önce Münih ve Hamburg’da duruşmalar izledik. Alman terörle mücadele yasasına bir madde eklemişler 2002 yılında. o maddeye göre Almanya’da bir eylem olmasa dahi eğer başka ülkede terörle mücadele yasasından örgüt suçuyla yargılanmış ise cezası infaz edilmiş olsa bile Almanya’da adalet bakanlığının izni ile dava açılabilir. Şu an da orada KCK’li mültecilere ve TİKKO’lu mültecilere bu maddeden dolayı dava açıldı. Biz de Hamburg ve Münih’te ilk duruşmaları izledik. Almanya’da yaptıkları illegal bir eylem yok fakat geçmişteki yargılamalardan dolayı evrensel bir düşman olarak görülüyorlar. Bu tam da düşmanla savaş mantığına uygun bir yargılama fakat Cenevre Mülteciler Sözleşmesi’ne aykırı bir dava. Çünkü Cenevre Mülteciler Sözleşmesi’ne baktığımızda mülteciyi kabul ederken onun geçmişte ne yaptığını bilerek kabul diyorsun. Örneğin mülteci geçmişte Türkiye’de yargılanmış ve Türkiye’deki uygulamalardan dolayı memleketinden ayrılmak zorunda kalmış. Sen bunları bilerek ona mültecilik hakkı tanıyorsun. Sonra da ona dava açıyorsun yani Mülteciler Sözleşmesi’ne, insan haklarına tamamen aykırı bir durumla karşı karşıyayız. Zaten daha önce yargılanmış mülteciyi o yargılandığı fiilden ikinci kez yargılarsan evrensel hukuk kurallarını ihlal etmiş olursun. Türkiye’ye dönersek 6526 sayılı Yasa yürürlüğe girdi. 6526 sayılı Yasa’yla sözde özel yetkili mahkemeler ve Terörle Mücadele Yasası’yla ilgili görev yapan mahkemeler kaldırılmış oldu. Fakat daha sonra HSYK’nın bir kararnamesiyle özel yetkili mahkemeler tekrar kuruldu. Şu an İstanbul’da 13. ve 14. ağır ceza mahkemesi örgütlü suçlara bakıyor. Artık özel yetkili mahkeme kurmak için yasaya bile gerek duymuyorlar. Bir HSYK kararnamesiyle kurulmuş oldular yeniden.  DGM’ler kadar yetkili sulh ceza hâkimlikleri ihdas oldu. En son Şebnem Korur Fincancı’yı, Ahmet Nesin’i, Erol Önderoğlu’nu tutuklayan 1 nolu Sulh Ceza Hâkimliğini ve diğer sulh ceza hakimliklerini de özel yetkili hâkimlikler olarak kabul etmek gerekiyor. Yani değişen bir şey yok. Tam tersine daha da katılaşan yargı faaliyeti var.

Gerek Mustafa Kemal’in tek parti döneminde gerek İsmet İnönü döneminde gerek Demokrat Parti döneminde yargının işlevinin olumlu değişmesinden değişmesinden bahsedilemez. Eski gelenek bir anlamda devam ediyor.

Türkiye’de hukuk ideolojisinde Mahmut Esat Bozkurt ekolü hâkim olmuştur. Cumhuriyetin ilk yıllarında adalet bakanlığı ve çeşitli bakanlıklar yapan Mahmut Esat Bozkurt aynı zamanda Kastamonu İstiklal Mahkemesi’ne de üyeydi ve çok ağır kararlara imza attı. “Kürtlerin bir tek hakkı olabilir o da Türklere köleliktir” diyen Bozkurt Hukuk Fakültesi açılışında yaptığı çok ünlü bir konuşmasında “Hukukçuların bir tek görevi vardır devleti korumak, devleti savunmaktır.” demiştir.

Hâlbuki burjuva hukukuna göre bile hukukçuların asıl görevi insanların haklarını savunmaktır, devlete karşı evrensel kuralları savunmaktır. Ama Türkiye’de yargıçlarda, savcılarda, avukatlarda Mahmut Esat Bozkurt zihniyetiyle eğitim görmüşlerdir o yüzden iktidar Kemalist ya da cemaatçi veya AKP’li ve ya CHP’li olsa da –ki CHP’lilerin egemen olduğu dönem de olmuştur.- Adalet Bakanı Seyfi Okyay dönemi, Mehmet Uluçay zamanında da onlar egemendi. Yargının işlevi yine değişmemiştir. Türkiye’de yargıç ve savcılar kendilerini hukukun değil de devletin bekçisi olarak görürler. Onlar için önemli olan mevcut statükonun korunmasıdır. Şöyle de bir katılığı vardır. Devletin bekçiliği daha da daralır ve hangi siyaset hükümetse yargıç ve savcılar kendilerini o hükümetin de muhafızı olarak görürler. Bu yüzden yargı işlevinde Türkiye’de çok fazla bir değişiklik olmamıştır. Hele içinde bulunduğumuz süreçle daha kötü bir döneme girmiş olduk. Açılan davalara baktığımızda bir ayrım yapabiliriz. Cumhuriyet tarihi boyunca ilk olarak kalıcı davalar çarpar gözümüze. Sistemli olarak sola ve Kürtlere açılan davalardır bunlar. Bir de konjonktürel olarak o dönemin iktidarının çıkarları gereği açılan davalar vardır. Balyoz davaları, Ergenekon davaları, KCK davaları konjonktürel siyasi davalar olarak açılmıştır. Mesela KCK davalarına baktığımızda bu davaların hepsinin ya yerel seçimlerden önce ya genel seçimlerden önce açıldığını ve Kürt muhalefetinin dinamiğinin bastırılması için açıldığını görürüz.

Bugün Türkiye’de bir basın açıklamasına bile bir tahammülsüzlük söz konusudur. Her politik çabanın kriminalleştirildiği bir dönemdeyiz. Geçtiğimiz günlerde Özgür Gündem gazetesi nöbetçi genel yayın yönetmenleri tutuklandı. ÖHD’li avukatların tutuklu yargılanmaları kararıyla karşılaştık. Bu nasıl bir sürecin göstergesidir. Yargı açısından yeni bir dönem diyebilir miyiz?

Zaten biz duruşmalarda da söylüyoruz. Yargı bizde tamamen idari birim faaliyeti olarak işlev görüyor. Savcılar ve yargıçlar adalet bakanlığının kâtibi gibi çalışıyorlar. Halbuki teorik olarak yargının teorik olarak devletten bağımsız olması gerekir. İdeolojilerden, ön yargılardan bağımsız olması gerekir. Ayrıca sokaktaki insanın algılarından ve kavrayışından bağımsız olması gerekir. Bu dört şey hukuk fakültelerinde anlatılır. Bu temel ilkeler yargıçlar ve savcılar tarafından da bilinir. Ama hepsi lafta kalır.  Yalnızca Türkiye’de değil. Polonya, Macaristan ve Rusya’da da aynı süreç yaşanıyor. Çürümüş demokrasilerin olduğu ülkelerde şeflik rejimine geçiliyor. Siyaset bilimi açısından bu durum şu anlama geliyor.

Montesquieu, kuvvetler ayrılığının felsefesini yazmıştır. Hatta onun ünlü bir sözü vardır. “Egemenler halkı kolay yönetmek için halkı birbirine düşürür ve bölerler. Ezilenlerin de halkın da egemenlerin baskısından kurtulması için egemenin kuvvetlerinin bölünmesi gerekir.” demişti. Yani kuvvetler ayrılığını savunurken böyle bir temele oturtmuştu.

Yargı, yasama, yürütmenin birbirinden ayrı kuvvetler olarak kurumlaşmasını savunmuştu. Tabi bu kuvvetler ayrılığı dünyanı hiçbir yerinde tam olarak uygulanamadı ve sınıflı toplumlarda uygulanması da mümkün değil. Ama kısmen uygulanan ülkeler oldu ve halen de var. Şimdi gelişmemiş demokrasilerin olduğu ülkelerde kuvvetler ayrılığı tamamen kaldırılıyor. Aslında Tayyip Erdoğan’ın da savunduğu rejim şekli, böyle bir rejim. Azerbaycan tipi faşist başkanlık rejimi savunuluyor. Bu bir ekol ve sadece Türkiye’de değil birçok ülkede aynı rejim uygulanmak isteniyor.

Yeni bir döneme giriliyor diyebilir miyiz?

Son 10-15 yılda gelişen bir mesele bu. Örnek vereyim Rusya bir yasa çıkarttı. Bundan sonra AİHM kararlarını tanımayacağız dedi. Bizim AYM’miz uygun görürsek AİHM kararlarını tanıyacağız dedi. Yine Polonya’da AYM yetkileri kısıtlandı. Tayyip Erdoğan da sürekli AYM yetkilerini kısıtlamak gerekir diyor. Yasamanın, yargının ve yürütmenin tek elde toplandığı bir döneme giriyoruz. Bunu nerde gördük? MİT yasasında 2-3 yıl önce bir değişiklik odu. MİT’e dokunulmazlık getirildi. MİT mensupları suç işledikleri zaman savcılar soruşturma açamayacak, Başbakan izin verirse MİT çalışanları hakkında bir soruşturma ve kavuşturma olabilecek. En son olarak meclis komisyonundan geçen bir yasa tasarısı var. Askerlere ve komutanlara da bir dokunulmazlık getiriliyor.

Geçtiğimiz Temmuz ayında başlayan sokağa çıkma yasağı bölgelerinde, özel güvenlik bölgelerinde yaşanan insan hakları ihlallerinde önce özel timler ve normal güvenlik timleri kullanıldı. Hatta Genelkurmay Başkanı şehirde bir operasyona çok razı değildi. Çünkü ilerde o suçlardan yargılanabileceklerini görebiliyordu. Yani oralarda insanlığa karşı işlenen suçlardan günün birinde yargı önüne çıkacaklarının bilincindeydi. Bir teminat istedi bu da dokunulmazlıktı. Bunu sözü verildi ve bunun üzerine askeri birlikler çok büyük silahlarla sivil halka karşı operasyonlar yaptı. Söz konusu teminat bu yasa tasarısıyla gündeme gelmiş oluyor ve muhtemelen CHP ve MHP’nin de desteğiyle yasalaşacak. Artık komutanlar hakkında soruşturma açılması da başbakanın iznine tabi olacak. Normal savcılık ve askeri savcılık artık doğrudan soruşturma açamayacak. Alt rütbeliler ve üst rütbeliler için ön izin prosedürü getiriliyor. Askerler de artık şehirlerde emniyet ve jandarma gibi operasyon yapabilecek. Evlerde ve işyerlerinde arama yapabilecek. İnsansız hava araçlarıyla bilgi toplayabilecek. Mülkü amirlerin haberi ve izni dahi olmadan askeri birlikler şehirlerde operasyon yapabilecek. Şuan olağanüstü hal ilan etme yetkisi meclisin yetkisindedir artık. Meclisin yetkisinde bulunan olağan üstü hal ilan etme yetkisi bakanlar kuruluna verilecek. Bu yasa meclisten geçtikten sonra tüm bunlar yasalaşacak.

MİT Kanunu’ndan sonra bir de “İç Güvenlik” yasası çıktı. Şu an AYM gündeminde ve AYM bir türlü karar vermiyor. İç Güvenlik Yasası’ndan sonra, polisler mahkeme kararı ve savcı kararı olmadan arama yapabilecek. Arabanın içini arayabilecek. Seni arabadan çıkartıp soyup arayabilecek. Bu yasayla valilere savcılık görevleri de verildi. Yani valiler adli soruşturma için yetkili kılındı. Bu savcının görevidir. Artık valiler bu yasa tasarısıyla savcı ve yargıç yetkileri ile donatılmış oldular. Bir anlamda derebeyi valiler dönemi başlamış oldu.

Bunun ardından kişisel verilerin korunması hakkında bir kanun çıktı. Bu kanun kamuoyu önünde de çok tartışılmadı. Bu yasaya göre kişilerin en mahrem bilgileri dâhil kişisel verilerin korunması hakkındaki kuruldu depo edilebilecek. Ve bu bilgiler her sene Cumhurbaşkanlığına sunulacak. Kişisel verilerin korunması hakkındaki kurul 7 kişiden oluşuyor. Bu kurulda 7 kişiden 3’nü cumhurbaşkanı, diğer 4’ünü başbakan atayacak. İktidar Türkiye’de herkesin cinsel eğimini, siyasi eğilimini, sağlık durumunu en özel bilgilerini dahi öğrenme gücü elde etmiş olacak. Bunlar neyi gösteriyor? En son adalet komisyonundan geçmiş olan Danıştay Kanunu ve bazı kanunlarda değişiklik yapılması söz konusu bu kanun tasarısıyla Danıştay ve Yargıtay dairelerinin sayısı yarıya düşüyor. Yargıçların sayısı da yarıya düşürülüyor. Halbuki Anayasa’da yüksek yargıçların azledilemezlik ilkesi var. Bir azledilme gündeme gelmiş oluyor. Bunun yerine yenileri seçilecek. Bunun seçilmesinde de Cumhurbaşkanlığının rolü belirleyici olacak. Yani Danıştay ve Yargıtay tamamen AKP’nin kontrolünde bir organa dönüşmüş olacak. Yani bu da gösteriyor ki; Hitler’in ilk yıllarındaki uygulamalar Türkiye’de yeniden kurumlaşmış oluyor. Hitler de iktidara geldiğinde ilk olarak 81 tane milletvekilinin dokunulmazlığı kaldırmıştı. Bugün de HDP milletvekillerinin dokunulmazlığı kaldırılarak diskalifiye edilmek isteniyorlar. Mesela hatırlarsanız bir süre önce bizim gibi düşünmeyenlerin vatandaşlıktan çıkarılması gündeme gelebilir demişti Tayyip Erdoğan yani terör örgütleri ile aralarına mesafe koymayanları vatandaşlıktan çıkaracağız demişti. Bunu Hitler yapmıştı. Hitler, iktidara geldiğinde muhalif aydınların vatandaşlığına son vermişti. Bugün böyle bir süreç yaşıyoruz.

Sizin de son cümlenizde dediğiniz gibi halkın seçtiği vekillerinin dokunulmazlıkları kaldırıldığı bir dönemde aynı zamanda Kürt illerinde bodrumlarda insanları yakan askerlere dokunulmazlıkların bir parçası olan EMASYA PROTOKOLÜ gündemde bu nedir ve nasıl değerlendiriyorsunuz?

EMASYA Protokolü ilk olarak 1997’de yayınlandı. O zamanda askeri birliklere geniş şekilde operasyon yetkisi verilmişti. Komutanlara da kısmen bir dokunulmazlık yetkisi getirilmişti. Sonra 2010 yılında EMASYA protokolü AKP tarafından kaldırıldı. AKP bu protokol kaldırıldığı zaman, biz askeri vesayete son verdik dedi. Sonra 2013 yılında sıra meşhur TSK İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesine geldi. Hani bütün darbecilerin darbelerine dayanak yaptığı ordunun Cumhuriyeti koruma ve kollama görevi maddesine…. Bu da değiştirildi ve askeri vesayet bitti dendi. İşte bu değişiklikle kaldırıldı denilen askeri vesayet daha da katı şekilde yeniden gündeme getirilmiş oluyor. Bunun da temel nedeni, AKP’nin Ergenekoncularla ve askeri bürokratlarla Kürtlere karşı bir ittifak oluşturmasıdır. Ayrıca özel güvenlik bölgelerinde de insanlığa karşı işlenen suçlardan askerlerin yargı önüne çıkartılmaması için dokunulmazlık getiriliyor. Ama ne yapılsa boş… 2005 yılında yürürlüğe giren ceza yasasın da bile insanlığa karşı işlenen suç, suç tipi olarak düzenlendi. Bu suçlarda zaman aşımı olmaz dendi. Ayrıca 1968 BM Anlaşması, 1974 Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi Sözleşmesi var. İnsanlığa karşı suçlarda, soykırım suçlarında zaman aşımı işlemez diye, o anlaşmalarda da hükümler var.

Yakın zamanda Almanya’da incelemelerde bulundunuz. Daha önce de Özgür Üniversite’de verdiğiniz derslerde bir hukukçunun belli bir süre ceza evinde kalması gerektiğini söylemiştiniz. Türkiye’de ve Almanya’da yaptığınız incelemeler ve gözlemler üzerinden konuşacak olursak eğer iktidarın cezaevleri üzerinden kendini yeniden üretimi hakkında ne düşünüyorsunuz?

Dünyanın her tarafından bütün cezaevleri, Foucault’un da hapishanelerle ilgili kitabında sık sık vurguladığı gibi bir delileştirme aracıdır. Çok tehlikeli bir yabancılaştırma kurumudur cezaevleri. Cezaevlerinin içerisi bizzat suç üretir. Biz Münih ve Hamburg’da cezaevi ziyareti de yaptık. Özellikle siyasi tutsaklar için uygulamaların Türkiye’den hiç farklı olmadığını gördük. Avukat-tutuklu yazışmaları yazışma avukatının eline geçmeden önce hâkim denetiminden geçiyor. Yine cam arkasından görüşme oluyor. Münih’teki yargılamada sanıklar duruşmaya getirilirken ayaklarına zincirler bağlandığını anlattılar. Gerçi dönüşte zincirleme uygulanmamış. Çok katı bir uygulama. Biz görüş yaparken hem Hamburg Cezaevinde hem de Münih cezaevinde 3 kişi bizi dinledi. İstihbarattan bir eleman, Türkçe bilen bir alman polis ve cezaevinden bir gardiyan dinledi. Bizdeki fert uygulamasıyla oradaki siyasiler için ceza uygulaması arasında hemen hemen hiçbir fark yok. Münih’teki duruşmada mahkemeye giriş Türkiyedekinden daha zordu. Taciz mahiyetinde aramaya muhatap olduk, elleriyle ceplerimizi bile ellediler, üstümüzdeki bütün notları aradılar. Mahkemede ailelerin ve duruşmayı izleyenlerin sanıkların yüzünü görmesi olası değil. Locada oturuyorsun o balkonun altında kalan sanıkların yüzlerini göremiyorsun. Türkiye’den farklı gördüğüm tek olumlu yön, sanığın gelip avukatının yanına oturmasıydı. Bunun dışında gördüklerim bizdeki uygulamalardan farklı değildi.

Bugün yaşadığımız toplumda hukuku göz önüne aldığımızda ezilenler açısından hukuk mücadelesi sizce nerede duruyor? Sosyalist bir toplumda hukuk ve hukuk mücadelesi nasıl olmalıdır?

Türkiye’de Çetin Altan’ın tabiriyle “hukuk guguk olmuştur.” Türkiye’deki uygulamada burjuva hukukunun kırıntıları bile rafa kaldırılmış durumdadır.

Sosyalist toplumda hukuk nasıl olması gerekir?  Herhalde, Rusya Çin ve Arnavutluk’ta uygulandığı gibi uygulanmaması gerekir veya Kuzey Kore, Vietnam’daki gibi olmaması gerekir. Oralardaki uygulamalarda yargı tarafsız değildi. Stalin döneminde de adil olmayan yargılamalar yapıldı. 36 yargılamaları dürüst yargılama hakkının ihlal edildiği yargılamalardı. Çin’de dörtlü çete denilen daha önceki yönetimin yargılanması veya Arnavutluk’taki yargılamaların gerçek anlamda sosyalist bir anlayışla, ideolojiyle en ufak bir ilgisi söz konusu değildir. Zaten başkanlık veya yarı başkanlık şeklinde önce kuvvetler ayrılığı ortadan kaldırılıyor.

Bir de olumlu yönde bir dinamik var; o da geçmiş sosyalist deneyimlerdeki yanlış uygulamaların tersine Anarko-komünal bir hukuk anlayışı gelişiyor. Yani halkın yargıda, yasamada ve yürütmede egemen olması.

Olumlu anlamda neye yol açıyor bu dinamik, ona bakalım. Rojava Anayasası’na baktığınızda doğrudan demokrasiye doğru bir evrim söz konusu. Ttam olmasa da Katalanya’da veya Nepal’de de benzeri gelişmeler görüyoruz. Halkın her anlamda etkin olduğu bir hukuk anlayışı gelişebiliyor. Diyelim ki 100 bin insanının imzasıyla yönetilenler de yasa teklif edebilecek, yasama faaliyetine halk da katılacak. Sadece seçimden seçime değil, partilere oy vererek katılmak değil. Belli sayıda imzayla yasa oluşturabilecek halk, belirli sayıda imzayla görevini yapmayan bir milletvekilini görevden alabilecek. Yargıya katılabilecek halk. Amerika ve İngiltere deki jüri sistemine benzemeyen bir modelle; hukuk kurumlarından, insan hakları kurumlarından oluşacak geniş katılımlı jürilerle yargı faaliyetine halk da katılacak. Jüri üyeliği bir meslek olmayacak. Bu tabii ki Küba, Arnavutluk ve Nepal’deki uygulamalardan çok farklı.

Yani bu yeni bir hukuk anlayışıdır.

Anarko-komünal bir hukuk anlayışı artık savunulur hale geldi.

Burjuva hukuku özgürlükler arasından mücadelelerle bir hümanist hukuk anlayışını doğurdu. Hümanist hukuk anlayışı da aşıldı. İtalya’da Gramatica’nın Toplumsal Savunma İlkeleri dediğimiz bir hukuk anlayışı ortaya çıktı.

Uzun yıllardan bu yana Fransa ve Avrupa’nın bazı şehirlerinde cezaevlerinin kapatılabileceği konuşuluyor. Dört duvar arasına kapatmanın artık tarihi olarak son bulması gerektiği yani ceza olmayan yaptırımların gündeme gelmesi, suç ve cezaevlerini reddeden bir anlayış gelişti.

Bu dediğim Anarko-komünal hukuk anlayışı birçok ülkede tartışılıyor.

  • Bu yazı 07 Temmuz 2016 tarihinde Umut gazetesinde yayımlanmıştır.