“28 Aralık 2011’de Şırnak’ın Uludere İlçesinde Irak sınırında yer alan ve fiili olarak bölücü terör örgütünün kontrolünde olduğu iddia edilen bölgede insansız hava araçları, bir grubun Türkiye sınırına doğru geldiğini tespit etti. Türkiye sınırına doğru intikal halinde olan gruba bölücü terör örgütü mensubu olduğu değerlendirilip hava harekatı düzenlendi. Hava harekatında Uludere nüfusuna kayıtlı 34 kişi hayatını kaybetti, 4 kişi yaralandı”. (23.03.2016 tarihli Anayasa Mahkemesi karar metninden). 

28 Aralık 2011’de 34 Kürt yurttaş “katledildi”. Başka bir deyişle “kendini savunma imkanı bulunmayan çok sayıda insan acımazsızca öldürüldü”. Sözcüğün sözlük anlamı bu.

34 Kürt yurttaş – çocuklar da dahil olmak üzere- Şırnak’ın Roboski (Uludere) köyünde katırlarıyla birlikte yürürken bir hava saldırıcı sonucu öldürüldü. Bu da olayın kısa özeti.

Türk Ceza Kanunu’nda ya da diğer kanunlarda “katliam” kavramı suç olarak düzenlenmemiş. Bunda bir tuhaflık yok. Kanun koyucunun subjektif yorumlara yol açacak böyle bir kavram yerine “objektif hukuk” ilkesinden hareketle fiilin gündelik hayattaki adı ya da karşılığıyla norm oluşturması anlaşılabilir. “Katliam” gibi olası siyasi karşı duruşlara müsait bir kavram yerine “öldürme,ölüm” gibi biyolojik kesinlik taşıyan kavramlar elbette daha kullanışlıdır hukuk için. Ama hayat sadece hukuk değildir ve sözcükler ihtiyaçtan doğar; sözü söyleyenin dünyayı yorumlaması olana,olguya gerçek adını ve anlamını vermekle mümkün olur.

Hukukun düzenlediği şekilden yola çıktığımızda ise, ortada 34 ölüm, dolayısıyla 34 cinayet vakası, hasılı 34 hukuka aykırı eylem vardır. Eğer sözkonusu hukuka aykırı eylemi hukuka uygun hale getiren koşullardan biri yoksa (meşru müdafaa,ıztırar hali) 34 ayrı suç, yani 34 ayrı “insan öldürme” suçu vardır. Birileri öldürüldüyse başka birileri de onları öldürmüştür. Maktül varsa katil de mevcuttur.

Çok şükür ki 2011 sonu itibariyle devlet sorulan cevaplara doğru ya da yanlış yanıt veriyordu; şu anda bu durum hala geçerli mi, emin değilim. Önce katledilenler arasında örgüt lideri bir kişinin olduğu istihbaratına dayanılarak böyle bir operasyon yapıldığı söylendi yetkililerce; ama söylenen isim katledilen yurttaşlar arasında değildi. Öyle olsaydı devlet büyük olasılıkla herhangi bir açıklama yapma gereği bile duymayacak, katledilen herkes “terörle mücadele” kapsamında “öz savunma”nın neticesi cesetler olacaktı. Ama daha sonra bu istihbarat beyanı yalanlandı. Sonrasında da katledilen Kürt yurttaşların örgütün kullandığı geçiş güzergahını kullandıklarını ifade edildi. Bu ve benzer ifadelerle katledilen yurttaşların örgüt üyesi, hiç olmazsa örgütle ilişkili oldukları anlatılmak istendi. Bu iddialarla da ulaşılmak istenen sonuç aynıydı aslında; “terörle mücadele” kapsamında devletin ve milletin korunması. En sonunda da ilgili devlet birimleri yapılan eylemin nedenini şöyle tanımladı: “Kaçınılmaz hata”. Anlamı şuydu belki de, kimbilir:” Kürtsün, gece vakti ortalarda dolaşıyorsun, üstelik sınır bölgesine yakın seyrediyorsun, kaldı ki kalabalıksın. O yüzden ‘teröristsin’”.

O halde şimdilik şöyle bir sıralama yapalım:

  1. Terörist” bile olsa kimse ortada yakın bir tehlike yokken, başka bir deyişle öldüren kişinin ya da başka kişi/kişilerin can güvenliğini tehlikeye atmamışken; yine olası ve/veya yakın bir tehlikeden dolayı öldüren kişi kendisini ya da başkasını korumak için öldürme eylemini gerçekleştirmemişse; kısaca “meşru müdafaa” ya da “ıztırar hali” gibi hukuka uygunluk durumları söz konusu değilse öldürülemez. Öldürülenler içinde örgüt lideri dahi olsa bu, böyledir. (Aksi takdirde işlenen fiil “insan öldürme” suçudur). Yakalanır ve ilgili kurumlara teslim edilir.

  2. Bu durumda öldürme fiili yukarıda bahsedildiği şekilde hukuka uygun değilse, yani ortada öldürme fiilini suç olmaktan çıkaran bir hukuka uygunluk sebebi yoksa kimse örgüt üyeliği ya da örgütle bir şekilde ilişkisi sebebiyle de öldürülemez. Yine yakalanır ve ilgili mercilere teslim edilir.

  3. Türk Ceza Kanunu’nda ya da diğer kanunlarda “kaçınılmaz hata” olarak tanımlanan bir cezasızlık hali yoktur. “Hata” kavramı, somut olayda “şahısta hata” olarak adlandırılsa bile, yani aslında öldürmek istediğiniz kişi yerine hataen başka bir kişiyi öldürmüş olsanız bile yine “insan öldürme” suçunu işlemiş olursunuz. Somut durumda da “biz terörist sandık” demek, yasalarda hiçbir şekilde düzenlenmemiş “kaçınılmaz hata” olarak değil, “şahısta hata” olarak nitelendirilebilir ama, dediğimiz gibi, bu durum suçu ortadan kaldırmaz.

  4. Katledilen Kürt yurttaşların savunmasız bir halde öldürülmelerini bir kenara bırakacak ve biraz olsun devletin savunma refleksini anlamaya çalışacak olsak dahi ölen yurttaşların örgütle herhangi bir bağlantısı bugüne dek saptanmış değildir. Devlet bu konuda bu güne değin tek bir delil ortaya koyamamıştır.

Bu durumda ortada herhangi bir hukuka uygunluk sebebi yokken, bir çatışma hali söz konusu değilken, güvenlik güçlerinin ya da başkalarının hayatını tehlikeye atacak yakın bir tehlike hali söz mevcut değilken ortaya çıkan bu durumun “insan öldürme” suçu olduğu aşikardır. Dolayısıyla bu suçu işleyenlerin cezalandırılması gerekir. Hukuk – ki hala bir inancımız varsa – öncelikle “hesaplanabilir” ve “öngörülebilir” bir mefhumdur. “Hukuk güvenliği” denilen kavram da buradan yola çıkar. En basitinden şunu bilmemizi sağlar hukuk. Birisi sizi öldürürse cezasını çeker; bedelini öder.

Hukuk üzerinden konuşmaya devam edelim. Örneğin “Hukuk Devleti” ilkesinden. Bunu konuşurken de devlet üzerinden konuşalım çünkü “Hukuk Devleti” kavramı öncelikle yönetenlerin yönetilenlere karşı sorumluluğunu, yönetenlerin yaptığı eylemlere karşı yönetilenlere hesap verme yükümlülüğünü içerir. Bu noktada da suç işleyen devlet görevlilerinin yargılanması, hesap vermesi ve suçu sabit olduğunda da cezalandırılması beklenir. “Hukuk Devleti” ilkesi her şeyden önce bireyi bireye karşı değil, bireyi devlete karşı korumakla anlamını bulur.

Askeri Mahkeme denilen kurum 1960’tan sonra ortaya çıktı. Asker kişilerin görevleri dolayısıyla işledikleri suçlardan dolayı yargılanmaları askerlerden oluşan mahkemelere bırakıldı. Elbette Roboski’yi de askerler yargıladı; askerin yaptığı katliam için. Bir devleti korumakla görevli askerlerin apoletlerinin üzerine giydikleri yargıç cüppesi içinde yaptığı yargılamayı ve askerlerin suç işlemesi halinde onları yargılayan askerlerin nasıl bir saikle hareket edeceklerini tahmin etmek çok zor değil. Tarafsız olması gereken yargılama makamının, üstelik ezel ebed söz söyleme hakkının başat aktörlerinden en önemlisi olan askerlerden oluşması halinde ortaya çıkacak hükmü tahmin etmek de bu ilke yuttaşı ve ortalama zekaya sahip herhangi biri için çok zor olmasa gerek. “Hukuk devletinde, devleti korumakla yükümlü asker, yönetenlerin yönetilenlere karşı vermesi gereken hesabı nasıl sorar, hangi hakla, nasıl yargılama yapar?” sorusu da güncelliğini hiçbir zaman yitirmeyecek gibi.

Roboski olayında askeri yargının emir-komuta zinciri içinde fiili işleyenlerin “suçsuz” olduğunu kabul ederek ve “konusu suç olan emri yerine getirmenin yasak olduğu” ilkesini çiğneyerek eylemi yapanları akladığı halde “FETÖ” operasyonunda “emir-komuta zinciri içinde konusu suç olan” fiili yerine getirenlerin nasıl suçlandıklarını düşündüğümüzde “Hukuk Devleti” ilkesinin yönetenlerce nasıl kullanıldığını, bu ilkenin halkın devlete karşı korunduğu bir zırh değil de yönetenlerin halka karşı kullandığı bir kalkan olduğunu görüyoruz. Her iki durumu karşılaştırdığımızda da “Hukuk Devleti”nin yönetenlerin yönetilenlere karşı sorumluluğu ilkesinin çoktan dışına çıktığını, bu kavramın “Devlet Hukuku” na dönüştüğünü ve halkı devlete karşı değil, devleti- askeriyle, sivil yöneticisiyle- halka karşı koruduğunu ister istemez kabul ediyoruz.

Başka şeyler de var elbette; yukarıda söylenenlerden çok da bağımsız olmayan. Hukuk her zaman yasalarda yazan normlardan oluşmuyor. Kim ne derse desin, kim aksini iddia ederse etsin yaşam basılı kanunlarla yürümüyor. Pozitif hukuk ya da formel hukuk değil tek başına “uygar” dünyayı yöneten. “Düşman Hukuku” diye adlandırılan kavram herhangi bir mevzuatta yer almıyor ama kendi kurallarını koyan ve bu kurallar doğrultusunda işleyen bir hukuk dayatıyor, kabul edin ya da etmeyin. “Düşman Hukuku” mefhumu da ulus devletin ulusunun değil, devletinin düşmanları. Pek tabii ki devlet kendi düşmanlarını ulusun düşmanları olarak lanse edip ulusu da buna inandırabilir;ama “Düşman Hukuku” ne ulusla ne de halkla ilgilidir; muhatabı yalnızca devlettir.

Bir devlet hukuk devleti yerine düşman hukukunu uygulandığında da ortaya farklı sonuçlar çıkıyor. Ortada ne hukuk devleti, ne kanun, ne norm, ne objektivizm, ne de ceza yasası kalıyor. Anayasa ve ona uygun olması beklenen yasalar her ne kadar lafzında bireyi bireye ve bireyi devlete karşı koruyan haklar ise de karşınızda hukuk devletini değil de düşman hukukunu uygulamayı tercih eden bir iktidar varsa, üstelik bunu yapmaya da bir şekilde muktedirse 34 yurttaşın yaşam hakkının savunma koşulları da ortadan kalkmış oluyor. Daha açık konuşursak; devlet Kürtleri ya da başka bir ötekiyi düşman bellemişse ve onlara karşı düşman hukuku uygulamakta ısrarlıysa ne suçun, ne fiilin, ne cezanın ya da bedelin bir anlamı var artık. Savaşta bile geçerli olmayan ilkelerce yürütülen düşman hukuku yürürlüğe girdiği zaman da düşman bellediğiniz her kimse ona karşı işlediğiniz fiiilden dolayı cezalandırılmanız da abesle iştigal oluyor. Önemli olan katledilen 34 Kürt yurttaşın TC vatandaşı olması ve kamu görevlilerinin onlara karşı hukuk devleti ilkesi çerçevesinde sorumlu olması değil; önemli olan Kürtlerin devlete, devletçe her türlü ideolojik aygıtla yönlendirilen millete karşı düşman olmasıdır; dolayısıyla kendileri için, işlemesi gereken ve sorumlu oldukları bir “Hukuk Devleti” ilkesi yoktur; olay düşman hukuku çerçevesinde çözülür. Örgüt üyesidir, değildir; çatışma vardır, yoktur;yakın tehlike mevcuttur, değildir; düşman hukuku için farketmez. Su uyuyup düşman uyumadığı için azami tedbir azami ölçüde alınır; kendi halinde yurttaşlar için dahi.

Bu nedenle de 34 Kürt yurttaşın katli askeri savcılık için “kovuşturmaya yer olmayacak” kadar önemsizdir. Askeri mahkeme için de bu kararın onaylanmamasını gerektiren herhangi bir neden olmayacak kadar önemsizdir. 34 Kürt yurttaş sinek gibi öldürülürken, olayı araştırmak isteyen meclis komisyonlarına tutulan raporun bir sureti verilmeyecek kadar, yapılan – aslında yapılmayan- soruşturmaya gizlilik kararı verilerek kimselerin bilgi almasına izin verilmeyecek kadar, koskoca bir katliam bir park cezası kadar önemsenmeyecek kadar önemsizdir.

Aslında o kadar önemlidir ki devlet Roboski’yle ilgili uçan kuştan kimseyi haberdar etmek istemez.O kadar önemlidir ki kendisine düşman, millete düşman, ona düşman buna düşman “ülkeyi bölmek isteyen” bilmem kaç milyon Kürt vardır. O kadar önemlidir ki her olayı, her detayı, her belgeyi köşe bucak saklar. O kadar önemlidir ki o çok güvendiği, dört elle sarıldığı düşman hukukunun yeri gelip kendini bile koruyamayacağından korkar. Düşman hukuku kimseyi korumaz çünkü; düşmanlığı hukukundan önce gelir. Kimbilir belki de her iktidar yazılı olmayan o kurallarla at koştururken henüz daha iyisi yürürlüğe girmemiş yazılı kuralların hışmından çekinir. Haklıdır da; yazılı hukuk meşruiyet sağlar; yazılı olandır iktidarı iktidar eden, modern dünyada.

Ama biliyoruz ki bir yerlerde, 34 Kürdün kanının altında hala geçerli olan, olması gereken yazılı kurallar var; o Kürtlerin yaşam hakkının dayandığı ilkeler var. Devlet ne derse desin, ne yaparsa yapsın bu kuralların hala geçerli olduğunu biliyoruz. Yine, başka hak arama, bulma, bulduğumuzda dört elle sarılma ve düşman hukuku uygulayanların karşısına başka türlü bir hukuk koyma yollarının da hala tükenmemiş olduğuna inanmak istiyoruz.

Roboski davasında Askeri Savcılık, 7 Ocak 2013 tarihli kararında “gerek şüphelilerin, gerekse olayda görev yapan diğer TSK personelinin, TBMM ve Bakanlar Kurulu çerçevesinde kanunun emrini icra kapsamında kendilerine verilen görev gereklerini getirirken kaçınılmaz hataya düştükleri, dolayısıyla eylemleri hakkında kamu davası açılmasını gerektiren sebep bulunmadığı anlaşıldığı” denilerek takipsizlik kararı verdi.

Sözkonusu takipsizlik kararına yapılan itiraz üzerine Askeri Mahkeme “ Söz konusu emir TBMM ve Bakanlar kurulu kararı üzerine icra edilmiştir” gerekçesiyle takipsizlik kararına yapılan itirazı reddetti. Mahkemenin bu kararı Savcılığın kararından fersah fersah daha vahim çünkü Mahkemenin yapması gereken şey, her halükarda davanın “tarafı” olan Savcılığın verdiği takipsizlik kararına uymak ve bir tarafı “kayırmak” değil, yargılama yapmak ve sorumluların suçsuz olduğuna karar verecek olsa dahi bu kararı yaptığı yargılama sonucunda almak idi. Ama Mahkeme yargılama yapmayı uygun bulmadı; başka bir deyişle açıkça görevini yerine getirmedi; halkla devlet arasından sessizce çekildi ve Savcılık kararını yargı kararına dönüştürdü.

Yargının iktidarın hizmetinde olduğu çok örnek gördü insanlık. Özel olarak da Türkiye vatandaşları. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri, başka şekilde söylersek anayasal bir Cumhuriyet rejimine geçildiğinden bu yana yargının yürütmeden bağımsız olduğu tek bir dönem olmadı. Bu durumun tarihsel nedenleri ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte maaselef somut gerçek bu. Ancak yargının iktidarın/yürütmenin hizmetinde olmasını çeşitli nedenlerle gerekçelendirdiğimiz halde aradan böylesine çekilmesini, hiç dava açılmamasını ve yanlış da olsa bir yargılama faaliyetinin vuku bulmamasını anlamak mümkün değil. Bir yargılama faaliyetinden çıkacak sonuç ne olursa olsun, bu sonuç yargının yürütmenin güdümünde olduğunu ne kadar hissettirirse hissettirsin, hala anayasal bir Cumhuriyet rejimi ile yönetiliyorsak esastan ve usulden sakat da olsa bir yargılama yapılmasını beklemek hakkımız olmalı.Ama hiçbir yargı organı – sivil ya da askeri olsun – devlet/iktidar her Kürt yurttaşını “terörist” olarak yaftalasa bile, devlet/iktidar için herhangi bir Kürt “başı ezilmesi gereken bir bölücü” olarak algılansa bile ve herhangi bir Kürdün yaşamı sinek kadar değersiz olsa bile, hatta yargı da devlet/iktidarın bu görüşüne katılsa ve vereceği hükmü baştan belirleyip faillerin beraatine karar vermeyi düşünse bile bir yargılama yapmak zorundadır. Aksi hal tartışma konusu dahi olamaz.

Askeri Mahkeme kararına karşı Anayasa Mahkemesi’ne yapılan başvuru usuli gerekçelerle reddedildi. Dava Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne götürüldü. Devlet bu olayda son sözünü söylemiş olsa da süreç devam ediyor. Ama 34 Kürt yurttaş şimdilik hukuk devleti ilkesi yerine düşman hukukuna kurban gitmiş durumda. Halihazırda artısıyla eksisiyle, eksiğiyle gediğiyle, girdisiyle çıktısıyla yasaların yasası, normların normu Anayasa’nın ilkelerinden biri olan “Hukuk Devleti” ile yaşadığımızı varsayıyoruz. İnsanlığın daha iyi günleri oldu mu, biz o günlerin bilgisine sahip miyiz şimdilik bilmiyoruz ama hiç olmazsa yönetenlerin yönetilenlere hesap vereceği, düşman hukuku yerine ağır aksak da olsa hukuk devleti ilkesine sığınabileceğimiz, çoluk çocuk onlarca yurttaşın öldüğü bir halde katillerin pişkince işin içinden sıyrılabildiği bir hukuk düzenini kabul etmediğimiz ve en yüksek sesimizle bu pervasızlığa karşı çıkabileceğimiz bir ihtimal hala var .

KAYNAK: HUKUK POLİTİK