Dergimizin 6–7. sayısında “Hukuk ve Özgürlük” adlı yazımda insan davranışlarının suç sayılmasına neden olan sorumluluğun özgürlükle, özgürlüğün de bilgi düzeyi ile olan ilişkilerini incelemiştim. İnsan bilgisinin önemli bir bölümü metotlu biçimde öğrenilen bilgilerin dışında yaşam boyunca edinilmiş deneylerden oluştuğundan buradaki “bilgi” sözcüğünü “bilgi ve görgü” anlamında kullanıyorum. Vardığımız sonuca göre bir toplum içinde adaletli bir hukuk düzeninin kurulabilmesi için toplum üyelerinin hepsinin belli bir yaşta belli bir bilgi düzeyinde bulunacak biçimde yetiştirilmesi gerekiyordu.

Burada olumlu bir sonuca ulaşılabilmesi için eğitim ve öğretim kurumlarında yapılacak düzenlemeler dışında her toplumda günümüze dek yerleşmiş olan bir takım boş inançlardan kurtulmak için özel bir çaba harcamak gerekir. Eğitim ve öğretim kurumlarını etkili biçimde geliştirecek bilgi düzeyine erişmiş olan kimseler, söz konusu boş inançları da kolayca saptayabileceklerdir. Bu tür inançların başında din, ırk, ulus, sınıf ve aile ayrılıklarıyla ilgili inançlar gelir. Günümüzde bu tür inançlardan kimilerine aşırı bağlılıktan gelen bir takım suçların bir tür özgürlük yetersizliğinden geldiği kabul edilerek bunlara verilecek cezalarda hafifletme yoluna gidilmektedir.

Oysa bu tür suçlar arasında, sözgelişi genç bir erkeğin, kız kardeşini ya da anasını öldürmeye gitmesi gibi, böylesi inançlardan kurtulabilmiş olanlar için son derece insanlık dışı sayılan öyleleri vardır ki bunların cezalarında azaltmaya gidilmesi, bir yandan zorunlu olmasına karşın bir yandan da anlaşılmaz bir durum görüntüsü verir. Bu yüzden, böyle tutarsızlıklardan kurtulabilmek için bu türden inançların birer birer ele alınıp insanların bunlardan kurtulmasını sağlamak gerekir.

Günümüzde böyle tutarsızlardan birisi de dinsel inançlar alanında ortaya çıkar, insanlığın günümüzdeki bilgi düzeyi aşamasında dinsel inançların bilimsel düşünceyle bağdaşıp bağdaşmadığı konusunda bir karara varmaya henüz sıra gelmediği düşünebilir. Ancak, en azından günümüzün gelişmiş toplumlarında, insanların istediği dini ya da dinsizliği seçme özgürlüğünün bulunduğu kabul edilmektedir. Buradaki tutarsızlık uygulamanın bu özgürlüğü ortadan kaldırmış olmasından ileri gelmektedir.

Gerçekten günümüzde herkesin kendi dinini seçmekte özgür olduğunu kabul eden toplumlarda bile, her ailenin kendi çocuğuna dinsel telkinde bulunmasında, hatta küçük yaştaki çocukların özel din dersi veren okullara gönderilmesinde bir sakınca bulunmadığı düşünülmektedir. Oysa bir çocuğa belli bir yaşa ulaşıncaya dek belli bir dinin kuralları telkin edildikten sonra, o yaşa geldiğinde “İstediğin dini ya da dinsizliği seçmekte serbestsin” denmesinin bir anlamı olamaz.

Böylece dinsel özgürlüğün yalnızca birinci aşamasının bile uygulandığının söylenebilmesi için çocuklara belli bir yaştan önce, dinsel eğitim bir yana, en hafif dinsel telkinde bile bulunulmaması gerekir.

Bu küçük yaşta din öğretimi konusu üzerinde ayrı bir önemle duruşumuz günümüzün gelişmiş toplumları arasındaki ilişkilerin, kendileri bunun bilincinde olmasalar bile, din ayrılığından önemli ölçüde etkilendiğini gözlemlediğimiz içindir. Öyle görünüyor ki gelişmiş toplumlarda çocuklara küçük yaşta dinsel telkinlerde bulunulmasından vazgeçilmedikçe toplumlar arasındaki ilişkiler bu toplumlardan beklenen evrensel insanlık kavramının gerektirdiği düzeni bulamayacaktır.

İnançlarla ilgili olarak bu saptamaları yaptıktan sonra, şimdi artık adaletli bir hukuk düzeni için gerekli bilgi düzeyine ulaşmayı sağlayacak eğitim ve öğretim koşullarının saptanmasına geçebiliriz. Bunun için her şeyden önce eğitim ve öğretimi düzene sokmaktan sorumlu kimselerin kendi bilgilerinin yeterli olmasının gerektiği açıktır. Bunun için de o insanların “yaratılmış insan” kavramından kendilerini kurtarmaları ve insan özgürlüğü konusunu kendi sınırları içinde ele alabilmeleri gerekir.

Eğitim ve öğretim sisteminin uygulanmasına gelince, toplumsal işbirliğinin güçlenmesini amaçlayan iyi bir program düzenledikten sonra ilk düşünülecek durum, çocukların verilen bilgileri ezberlemesini değil benimsemesini sağlayacak yaşam koşullarını geliştirmek olmalıdır.

Başta okuma ve yazma araçları olmak üzere, yeme içme, giyim, kuşam hatta tatillerde eğlenme olanakları arasında farklar bulunan çocukların aynı bilgileri aynı biçimde benimseyeceklerini düşünmek hiç de doğru değildir.

Böylece toplumsal işbirliğini güçlendirecek bilgileri çocuklara öğretmenin ilk koşulu okul yaşamında katıksız denebilecek bir eşitliğin sağlanmasıdır.

Öğretilenlerin benimsetilmesi konusunda okul dışındaki aile yaşamının da çocuklar üzerindeki etkisi, önemsiz değildir. Varlıklı ve yoksul ailelerin yaşam biçimleri arasında büyük farkların bulunduğu bir toplum düşünelim. Böyle bir toplumda çocukların okuma koşulları açısından tam bir eşitlik sağlanmış olsun. Bu koşullar altında bile yoksul çocuğuna “yaşamda başarılı olmak için çok çalışmak ve dürüst olmak gerektiğini” söylemek onun babasının tembel ve dürüstlükten uzak olduğunu söylemek anlamına gelir. Babasının sabahtan akşama dek namusuyla çalıştığını fakat yine de yaşamda başarılı olmadığını yakından bilen bir çocuğa böyle bir kural öğretilemez. Çocuğa bu kural zorla ezberletilse bile onun bu bilgiyi benimsemesi sağlanamaz.

Demek ki bir toplumun insanlarının davranışlarından sorumlu tutulabilmeleri için o insanların yalnız eğitim ve öğretim koşulları bakımından değil, toplumsal işbirliğinin ürünlerini paylaşmak bakımından da, tam eşit değilse bile en azından eşitliğe yakın bir durumda bulunmaları gerekiyor.

Ancak bu durumda da toplumsal üretimin verimliliği bakımından sakıncalı bir durumun ortaya çıkabileceğini öne sürenler de bulunabilir. Bu yüzden durumu bir kez de bu yönüyle ele almak uygun olacaktır.

Gerçekten, insanlığın bilgisinin günümüzdeki düzeyine yükselinceye dek geçirdiğimiz deneyler insanların toplumsal üretime katkılarının o üretimden alacakları payın yüksekliğine bağlı olarak artacağını göstermektedir. Bu durumda üretimin paylaşılmasındaki eşitliğin üretime katkıda bulunma gayretini olumsuz yönde etkileyeceği düşünülemez mi?

Bu düşünme biçiminde açık bir yanlışlık bulunduğunu söyleyebiliriz. Gerçekten günümüze dek geçirilen deneylerde insanların bencilliği konusundaki gözlemlerimiz tümüyle yanlış bir insanlaşma anlayışının etkisi altında ortaya çıkmıştır. Her insanın gerek insanlığını gerekse insanlıkla gelen bütün değerlerini kendi toplumunun insanlarına bağlı olduğunun bilinmesiyle yepyeni bir bencillik kavramının ortaya çıktığını görmemiz gerekiyor.

Her insanın gerek insanlaşmasının gerekse gelişmesinin, kendi toplumunun yani çevresindeki insanların gelişmesiyle gerçekleştiğini görebilen insan için bencillik tam da şimdiye dek özgecilik olarak nitelediğimiz bir özelliktir. Çünkü toplumsal işbirliğinin yarattığı ve geliştirdiği insan için her davranış o işbirliğinin gücünü artırdığı oranda iyidir. Yani her insan davranışı bir toplumun insanlarından hepsi için aynı derecede iyi ya da aynı derecede kötüdür.

Böylece insanlığın ve özgürlüğün ne olduğunun iyi anlaşıldığı bir toplumda insanlar, daha okul sıralarından başlayarak toplumların gelişmesinin insanlar arasındaki rekabetle değil, işbirliğiyle sağlandığını öğreneceklerdir.

Bu durumda insanlığın insan konusundaki bilgisinin artışıyla toplumların üyeleri arasındaki ilişkinin de yepyeni bir biçim alacağı görülüyor. Artık suç işleyecek durumda bulunan her insan, işlediği suçun topluma yani toplumun öbür insanlarına verdiği kadar kendisine de zarar verebileceğini görebilecek demektir. Böylece suç kavramının da yavaş yavaş ortadan kalkacağı söylenebilir. Bir insan kendisine zarar verecek olan bir eylemi, onun kendisine zarar verebileceğini bilmeden işlemişse burada suç değil, sorumsuzluğa neden olan bir bilgisizlik var demektir. Böyle bir suç bilerek işlenmişse buna artık suç değil bir hastalık demek gerekir. Böyle bir eylemi gerçekleştireni cezalandırmak değil tedavi etmek gerekir.

İnsan konusundaki bilgisizliğimiz yüzünden günümüze dek edinmiş olduğumuz alışkanlıklar bize suç ve ceza kavramlarından kurtulmuş bir insanlık düzeninin olanaksız olduğunu düşündürebilir. Oysa bütün bilgi eksikliğimize karşın yine de suçlama ve cezalandırma konularında gerçekleştirdiğimiz gelişmeleri unutmamak gerekir. Sözgelişi günümüzün bir oranda gelişmiş olarak kabul ettiğimiz toplumlarında idam cezasının ve işkence uygulamalarının kaldırılması, çocukluktan başlayarak insanlar arasında rekabet yerine işbirliğine değer verilmeye başlanması konularındaki gelişmeler küçümsenemez.

Öte yandan teknik bilgilerdeki artışın insanlığın teknik alandaki özgürlüğüne nasıl boyutlar kazandırdığını düşündüğümüzde, toplumsal ilişkiler alanındaki bilgi artışının da o alandaki özgürlüklerimizi artırmada ne derecede etkili olacağını tasarlamak zor olmayacaktır. Sosyal ilişkiler alanındaki özgürlüğün artışı ise suç ve cezaların öneminin azalması demektir. Her durumda, insan konusundaki bilgimizin artışına koşut olarak insanlar arasındaki ilişkinin bu gün kolayca tasarlayamayacağımız bir yetkinlik kazanacağını ummaya hakkımız olduğunu söyleyebiliriz.

  • Bu makale Hukuk ve Adalet dergisi Sayı 8’de yayımlanmıştır (2006).