6-7 yaşlarındaydım. Bir film izledim TRT’de. İzlediğim ilk sinema filmiydi. Hiçbir şey anlamadım, en ufak bir fikir bile edinemedim. Ama çok etkilendiğimi hatırlıyorum. Birkaç sahnesi hayatım boyunca gözümün önünden hiç gitmedi. Yalnızca adını biliyordum. Yıllarca herkese sordum, kimse bilmiyordu. İnternet de yoktu o zamanlar. Kimse bilmediğine göre herhalde oldukça sıradan bir şeydi ve çocuk aklımla sadece ben etkilenmiş olmalıydım. Vazgeçtim aramaktan. O sahneler bazen hala aklıma gelse de açıp bakmadım “google” a. Benim için bir muamma olarak kaldı.

Film “Kiev’deki Adam”dı. Bernard Malamud’un 1966 yılında basılan, Türkçeye ise 1972 yılında yine “Kiev’deki Adam” adıyla çevrilen Tamirci/The Fixer adlı romanının 1968 yapımı uyarlaması. Bense bunu henüz bir kaç hafta önce öğrendim ve sanki hayatımdaki bir sır çözülmüşcesine şaşırdım.

Bir adam vardı; sakallı, 30-35 yaşlarında. İşkencenin ne demek olduğunu bilmiyordum o yaşta ama adamın çok acı çektiğini anlıyordum. Aklımda kalan sahneler de hep adamın gördüğü işkenceye, çektiği acıya dair.

Bir Yoksul Yahudi

Yakov Bok 1900’lü yılların başında Çarlık Rusya’sında yaşayan yoksul bir Yahudidir. Hayatını ufak tefek tamir işleri yaparak kazanmaya çalışır. Kendi beyanına göre, eğitimli olmayabilir ama aptal da değildir. Ama ne dinle ne de Yahudilikle bir ilgisi vardır. Yine kendi beyanına göre herhangi bir siyasi görüşü de yoktur. Devletin Yahudilere ayırdığı bölgede, bir Yahudi köyünde yaşar ama yaşadığı bu yer dar gelir ona. Özgür olmak istiyordur, alabildiğince. Spinoza’yla tanışır tesadüfen. Özgürlük tutkusu daha da derinleşir onun sayesinde.Kalkıp Kiev’e gider. Yahudi olduğunu ne açıkça söyler ne de gizler. Dindar bir Hristiyan, üstelik Yahudi düşmanı zengin bir adamı sokakta donmaktan kurtarır. Zengin adam da can borcunu Hristiyan bölgesindeki küçük bir fabrikada iş bularak öder Yakov’a.usya

Tahmin edileceği üzere o dönemde Rusya’da da Yahudi düşmanlığı had safhadadır. Özelikle yoksul Yahudiler ne istedikleri işte çalışabilirler ne de istedikleri yerde yaşayabilirler. Üstelik komplo teorileri de genellikle Yahudiler üzerine kurulur, tıpkı Fransa’da yaşanan Dreyfus davasında olduğu gibi. 19. yüzyıllın sonundan itibaren “Yahudiler Hz. İsa’nın katilidir” gibi eski önyargılar antisemitizme dönüşür. Bu antisemitizm de büyük ve gizli bir Yahudi partisinin bütün dünyayı yönetmek için çalıştığı şeklinde özetlenebilecek genel bir komplo teorsine dayanır. 20. yüzyıl başında bir Rus ortodoks papazı bu teoriyi doğrulamak için “Siyon Protokolleri” adı altında Yahudilere atfedilen hayali komplolardan oluşan bir kitap yayımlar. Ama kitabın içeriği ne kadar hayali olursa olsun gördüğü ilgi ve yarattığı etki antisemitizmin semirmesi açısından oldukça büyük olur.

Ayrıca Çar II. Nikola’nın sefaletle boğuşan yoksul halkla başı derttedir ve devrimcilerin kendisini devirmesinden korkmaktadır. Bel bağladığı Yahudi komplo teorileri onu hem Hristiyan halkın gözünde mazlum ve mağdur duruma düşürecek hem de halk, sefaletini unutup ezeli düşman Yahudilere karşı daha da bilenecektir.

Yakov gözaltına alınır. Önce zengin Hristiyan adamın Yakov’un birlikte olmayı reddettiği kızı tarafından tecavüzle suçlanır. Ama kızın Yakov’a olan aşkı ve vicdanı üstün gelir ve yalan söylediğini itiraf eder. Yine de Yakov’u bırakmazlar. Bu kez de fabrikanın olduğu Hristiyan mahallesinde bir çocuğu bıçaklayarak öldürmekle suçlanır. Önce Yargıç Bibikov görüşür onunla. Yahudi örgütlerine ya da diğer devrimci örgütlere üye olup olmadığını sorar yargıç. Sonra da suçu işleyip işlemediğini. Yakov hepsini kesin bir dille reddeder. Sadece özgür bir adam olmak istediğini, hiçbir şeyle ilgisi olmadığını söyler. Bibikov Spinoza’dan bahseder. Özellikle de Yahudi olduğundan. Bibikov’un vurgusu şaşırtır Yakov’u, ne diyeceğini bilemez.

“O kitabı kasaba kenarında bir eskicide buldum. Bir kopek ödedim ve zorlukla kazandığım parayı böyle heba ettiğim için kendime küfrederek oradan ayrıldım. Daha sonra bu kitabın bir kaç sayfasını okudum ve sanki peşimde bir kasırga varmış gibi okumaya devam ettim. Onu okurken tüm sözcükleri anlayamasanız da bu düşüncelerle ilgilenirken kendinizi sanki bir cadı sopasında gezinti yapıyor gibi hissediyorsunuz. Bu kitabı okuyup bitirdikten sonra ben artık aynı kişi değildim”. Tamirci/Bernard Malamud.

Bu paragraf filmde bu şekilde aktarılmasa da Yakov Spinoza’dan aldığı özgürlük tutkusunu, yaşama sevincini anlatır Bibikov’a. “Biliyorum” der Bibikov, “ben de okudum”. İkisi de söylemese de aralarında bir bağ kurulmuş ve Yakov’u anlamış, söylediklerine inanmıştır Yargıç. Gardiyanı çağırır kapıyı açması için. Çıkarken de şöyle der Yakov’a: “Ve ne olursa olsun, neşelen”.

Yargıç Bibikov ne kadar uğraşsa da Yakov’u tutuklanmaktan kurtaramaz. Aleyhinde hiçbir delil olmamasının yanında tüm deliller lehinedir. Örneğin öldürülen çocuğun önce bir mağarada bulunduğu söylenmesine rağmen aslında evde banyoda bulunduğu ortaya çıkmıştır. Yahudi örgütleri ile hiçbir bağı tespit edilememiştir, ama bunda şaşılacak bir yan yoktur çünkü Yahudilerin başının altından çıktığı söylenen komplolar hakkında da bir delil yoktur. Yaralı bir hahamı eve aldıktan sonra adamın Yakov’un evinde unuttuğu dini bir sembol de Yakov’un Yahudi örgütleri ile ilişkisi için delil olarak kullanılır.

Ama itiraf istenir Yakov’dan. Bir Yahudinin böylesine korkunç suçları itiraf etmesi önemlidir çünkü sorun bir Yahudinin suç işlemesi değil, bu suçları bir Yahudinin işlemesi ve bunu da kendi ağzıyla söylemesidir. Böylelikle ne yargı makamı ne de devlet şürekası zarar görecek, ne gerçeğin ne de adaletin peşine düşülmesine gerek duyulacaktır. İktidar tereyağından kıl çeker gibi bir Yahudiyi halkın gözünde insanlıktan çıkardıktan ve zaten çoktan öldürdükten sonra ölüm cezası vererek Hristiyan halkın yüreğini soğutup okların kendine çevrilmesini briaz olsun geciktirecektir.

Bibikov çok uğraşır Yakov’un özgürlüğü için ama bir türlü başaramaz.

Yakov hücreye kapatılır, türlü işkenceler görür. Tırnaklarının çekilmesinden dışkısının başından aşağı boşaltılmasına kadar elinden geleni ardına koymaz cezaevi yönetimi. Ama Yakov bir türlü itiraf etmez. Hatta o da aşağılar gardiyanları, aşağıladıkça dayak yer. Kendisini Hristiyan yapmak için gelen bir rahiple dalga geçer. Daha çok dayak yer. Ama hiç pes etmez Yakov.

Sonunda keser döner sap döner, gün gelir hesap döner. Konjonktür değişir. Yahudi toplumu baskı yapmaya başlar Yakov için, iktidar sıkışır. Katolik kiliseleri yargıçlara mektup yazarlar, bir an önce itirafının alınması için. İşkence daha da yoğunlaşır, Yakov ölümle yaşam arasında bir yerdedir artık. Halüsinasyonlar görmeye başlar, kendi kendine konuşur, kabuslar görür. Ama yine itiraf etmez.

Hatta o kadar popüler olmuştur ki Yahudi toplumunun başına geçebileceğini bile söylerler. Ama Yakov’un böyle bir isteği de yoktur, o sadece özgür olmak ister.

Sonunda iyice sıkışan iktidarın yüksek bir bürokratı Yakov’un ayağına kadar gelir. Bürokrat Yakov’a affedildiğini ve artık serbest olduğunu söyler. Yakov bunu da kabul etmez ve ancak suçluların bağışlanabileceğini, ama kendisinin suçlu olmadığını söyler. Belki de ilk kez Çar’dan, hükumetten ve o bürokratın kendisinden nefret ettiğini söyleyerek siyasal bir beyanda bulunur. Bunu da alaylı bir dille yapar. Bürokrat hışımla çıkar hücreden.

Kısaca ne yapsalar kar etmez. Baskılara daha fazla direnemeyen ve Yakov’un ağzından bir hiçbir itiraf alamayan iktidar ve yargısı sonunda Yakov’u aklar.

Dejavu

“Eğer senin hayatının bir değeri yoksa benimkinin de yok. Kanun seni korumazsa günün birinde beni de korumayacaktır” der Yargıç Bibikov The Fixer/Tamirci romanında. 20. yüzyıl başlarının Çarlık Rusya’sı. Delilsiz gözaltılar, tutuklamalar, yargılamalar, bir çocuğun bile gülebileceği iddiaları atomu parçalayan fizikçinin ciddiyetiyle orta yere döken savcılar, yargıçlar… Yakov’un kendisiyle dalga geçen çocukları kovalamasını ya da evine aldığı bir hahamdan düşen basit dinsel bir metal parçasını cinayete, örgüte ve komploya aynı ciddiyetle bağlayan o yargı mensupları. En az üç yüz yıl önce yaşamış bir filozoftan bir örgüt lideri yaratan o cüppe soyluları. Çar’ı ve iktidarı her ne pahasına olsun korumak için sinekten yağ çıkarmaktan geri durmayan, önüne kim gelirse gelsin; devrimci olsun, Yahudi olsun, düşman ilan etmekten çekinmeyen vatansever şövalyeler. Keser dönüp sap döndükçe dün suçladığını bugün aklayan, bugün suçladığını yarın pamuklara saran “adalet savaşçıları”.

Zalimin Zulmü Varsa…

Malamud’un romanının 1968’de sinemaya uyarlanması şaşırtıcı olmamalı. Özellikle 1960’tan sonra hızlanan ve güçlenen reel sosyalizm eleştirilerinin, Marksizm’in özgürlükçü yanının öne çıkarılmasının, Sosyalizmin, Komünizmin Leninizm dışında farklı yorumlarının tartışılmasının, Anarşizmin güç kazanmasının ve farklı Anarşizm teorileri geliştirilmesinin eserde izlerini görmek mümkün. 1968 “devrimiyle” taçlanan bu alternatif Marksizm ve Komünizm anlayışlarının o güne dek kıymeti bilinmeyen Spinoza’yı yeniden keşfetmesi ile aynı tarihlere denk düşüyor film.

Her ne olursa olsun yaşamı olumlayan, umutsuzluktan değil umuttan beslenen, yaşayan her canlının kudret derecesi kadar var olduğunu ve kudret derecesini artırdığı ölçüde güçleneceğini ve yapılması gerekenin de işte bu kudret derecesinin artmasını sağlayacak koşulların oluşturulması olduğunu söyleyendir Spinoza. Kederden değil neşeden beslenir Spinoza felsefesi; nefretten değil sevinçten, olumsuzdan değil olumludan ve olumlunun olumlanmasından. Düşmana duyduğu öfkeden değil kendi arzusundan. Hiçbir iktidarı, dünyevi ya da uhrevi hiçbir aşkın gücü kabul etmeyen, her varlığın işte o kudret derecesinde var olduğunu ve o varlıkların toplamından değil çokluğundan, tekliğini ya da yalnızlığını değil tekilliğini koruyarak çoğalmasından, o çokluktan bir birlik yaratılmasından söz eden bir siyasetin dili. Kudretini artırarak daha da var olan tekillerin bir araya gelmesiyle başka bir dünya kurmanın yolu.

“Aynı zamanda bütün siyasi teoriler aslında özgürleşme teorileridir” der Etienne Balibar. Spinoza’ya göre özgürlük kaybedilmiş ve geri alınması gereken bir mefhum değil artan ve azalan, ancak güç ve kudret derecesinde az ya da çok sahip olunan bir şeydir. Özgürlük bize verilmiş bir hak değil, zaten her zaman biraz var olan bir şeyin azlığı ya da çokluğudur. Yakov’un da istediği tek şey, duyduğu en derin arzu hayatı boyunca buydu. Özgür olmak. Ne kadar kısıtlanırsak o kadar az özgür olduğumuz kesin. Ama “bağışlanacağını” bile bile “suçunu” kabul etmemek, ne gardiyanlara ne de o yüksek bürokrata ve hatta Çar’a boyun eğmemek, kendi gücünden ve kudretinden başka aşkın hiçbir ilah, güç, kudret kabul etmemek, işlemediği bir suçun yükünü hayatı boyunca taşımayı reddetmek özgürlük değil de nedir? Koskoca bir iktidarı tek başına, kanlı ayakları ve çekilmiş tırnaklarıyla dize getirmek güç, kudret değil de nedir? Hangi onur, hangi şeref, hangi haysiyet, hangi ahlaki değer bunca zulme karşı durmaya yeter; insanın kendi gücünden, içindeki kudretinden başka? Kendi yaşamını, kendi özgürlüğünü, kendi geleceğini bu kadar olumlayıp kıymet vermeyen hangi insan hangi toplumsal değer adına dayanır bu karabasana?

Ve evet, sevinç gücümüzü arttırır; keder ise azaltır. Yakov ne olursa olsun neşesinden kaybetmedi. Rahiple dalga geçerken, hayalinde Çar’ı orta yerde soyup bırakırken, o yüksek bürokrata bıyık altı gülümserken o neşe hep onunlaydı. Gördüğü onca ağır işkencenin arasında Bibikov’a astımlı çocuğunun sağlık durumunu soracak kadar da yaşama bağlıydı. Yalnızca iki kez gördüğü bu adama ve hiç görmediği çocuğuna bu şartlar altında böyle bir soru sormak nezaket gereği olamazdı. O, sadece çocuğun yaşamasını istiyordu. Kendisine desteğiyle güç veren bu adama o da güç vermek istiyordu.Ve onu ayakta tutan başından aşağı dışkı döken, tırnaklarını çeken iktidara duyduğu kin değil kendi yaşama ve özgür olma arzusuydu.

The Fixer (Tamirci) / Kiev’deki Adam

Yönetmen : John Frankenheimer

Senaryo : Bernard Malamud / Dalton Trumbo

Oyuncular : Alan Bates, Dirk Gobarde, İan Holm, Elizabeth Hartman

İngiltere, 1968

http://tamfilmizle.com/filmizle/kiev-deki-adam-the-fixer-1968/

KAYNAK : HUKUK POLİTİK