Kimileri evde yedi gün bekletip sonra özel bir törenle yakıyor, bazı Budist gruplar ruhunun gökyüzüne ulaşması için cenazeyi parçalara ayırıp akbabalara emanet ediyor -ki buna gökyüzü defni deniyor; kimileri, ölenin ruhu yeni nesillerde yaşasın diye ölenin etlerini ailenin sağ kalan bireylerine yediriyor; bazıları ise mumyalayıp bir mağaraya bırakıyor ve aradan yıllar geçse bile bazı özel gün ve dönemlerde öleni o mağaradan çıkarıp, yeni elbiseler giydirip çarşı pazarda dolaştırıyor. Tüm bunlar ölenler için geriye kalanlar tarafından yapılan birer uğurlama ve anma merasimi.

Eğer daha iddialı birileri yoksa bizler, daha “dünya” yokken var olan eski dünyanın, kadim Ortadoğu ve Anadolu’nun çocukları, belki de bu kültürün en eskilerine sahibiz; ölülerimiz için ayin yapıyoruz, namaz kılıyoruz, defnediyoruz, Hakka uğurluyoruz, mevlüt okutuyoruz, yedi yemeği veriyoruz; günahları ve sevapları ile bedenini doğaya, ruhunu tarihin hükmüne ve ilahi adalete teslim ediyoruz.

Ve lütfen dikkat edin, tüm bunları biz yapıyoruz; yani hayatta kalanlar… Çünkü beşeri hukuk da dini inançlar da ölen kişinin artık bu dünyaya ait olmağını kabul ediyor. Ve geleneklerimiz geride kalanlara, ölenle ilgili bir takım haklar verip bir takım vecibeler yüklüyor; “toplanın, yıkayın, defnedin, anın, hayır yemeği verin, dua edin…”

İşte, meslektaşımız ve üyesi bulunduğum Çağdaş Hukukçular Derneği’nden mücadele arkadaşımız avukat Barkın Timtik, ezeli ve ebedi olan ve lakin coğrafi sınırları olmayan böylesi bir ibadetin içinde, ölmüş bir kişi için cemevinde verilen yedi yemeğine katıldığı için, üstelik ve aynı zamanda mesleki görevini yaparken işkence ile gözaltına alındı. Ve böylesi bir ibadet ve mesleki göreve “Terör Örgütü Propagandası Yapmak, Silahlı Terör Örgütüne Üye Olmak, Kanuna Aykırı Toplantı ve Yürüyüşlere Silahsız Katılarak İhtara Rağmen Kendiliğinden Dağılmamak, Suçu ve Suçluyu Övmek” isnadı yüklenerek bir kısmı müvekkili olan ve aynı anmaya katılan 24 kişi ile birlikte tutuklandı.

Barkın Timtik ve yanındakilerin tutuklanmasına sebep olan ölülerimizi gömme ve anma geleneğinin ezelini tam olarak bilmiyoruz. Bazı kaynaklar 350 bin yıl öncesine kadar dayandırıyorlar ancak Tevrat bu konuda bizleri bir yönüyle aydınlatıyor ve şöyle diyor:

Adem ve Havva cesedi ne yapacaklarını bilmeden cesetin yanına oturup ağladılar, henüz gömme işlemi hakkında hiçbir şey bilmiyorlardı. Derken bir karga geldi, başka bir karganın ölü bedenini aldı ve yeri eşeleyerek bir çukur açtı ve ceseti çukura yerleştirdi, sonra da üstünü kapattı. Adem: ‘Haydi biz de karganın yaptığının aynını yapalım’ dedi ve hemen Habil’in bedenini kargadan öğrendikleri gibi gömdüler”.

Tevrat’ı okumamış olabiliriz ancak % 98’inin Müslüman olduğu iddia edilen bu ülkede Kuran-ı Kerim’den de habersiz olduğumuz söylenemez.

Derken Allah, O’na kardeşinin cesedini, nasıl gizleyeceğini göstermek için, yeri eşeleyen bir karga gönderdi. Bunu gören Kâbil: ‘Eyvah!’ diye haykırdı. ‘Yazıklar olsun bana! Ben bu karganın yaptığını yapamayacak ve kardeşimin cesedini gizleyemeyecek kadar aciz miyim?’ Ve bunun üzerine vicdan azabı duyanlardan oldu” (Maide/31).

Görüyoruz ki Kuran-ı Kerim de aynı kıssayı anlatıyor ve aynı öğüdü veriyor: “Ölülerinizi gömün”. Fakat Kuran, Tevrat’tan farklı olarak defin vecibesini Adem ve Havva’ya değil, kardeşi Habil’i öldüren Kabil’e yüklüyor. Bu kıssadan anlıyoruz ki, düşmanın bile olsa ölenin defni yapılacak ve cenazesi açıkta bırakılmayacak.

Bu öğüde önemli ölçüde uyuldu; hangi inançtan olursa olsun savaş meydanlarında bile ölüleri gömmek için ordular savaşmaya ara verdiler. İslam peygaberine karşı savaşanlar bile ölülerini defin hakkından mahrum kalmadılar. Tabii istisnalar da vardı; İslam peygamberi defin hakkını hak sahiplerine teslim etti ama peygamber evladına bu hak yasaklandı; Hz. Ali’nin tabutu oklandı ve daha sonra anlatıya göre peygamberin iki gözünün nuru İmam Hüseyin katledildikten sonra başı gövdesinden ayrılarak mızrağa takıldı ve herkese gösterildi, bedeni yarı çıplak bırakıldı, atlara çiğnetildi, defni engellendi.

Biz her ne kadar bir gömülme hakkından söz etsek de kutsal kitapların öğüdüne ve tarihin acı örneklerine rağmen, şayet eksik bilgi ile hareket etmiyorsak, beşeri kanunlar yine de gömülme hakkını açıkça düzenlemediler. Ne ülkemiz Anayasasında ne de iç hukuk normu haline gelen evrensel sözleşmelerde bu konuda açık bir düzenleme bulunmuyor. Aslında böyle bir düzenleme olmaması da son derece anlaşılır bir durum.

Zira defnedilecek olan kişi bir siyasi tartışmanın veya bir ceza yargılamasının odağında değil ise zaten onun defni ile ilgili bir sorun olamaz. Bununla birlikte ölen kişi bir suçlu veya bir düşman bile olsa onun da defni sorun olamaz, çünkü ölen kişi artık bu dünyaya ait değildir, onun hakkında beşeri makamlar artık bir karar veremezler; diğer taraftan suçun ve cezanın şahsiliği ilkesi gereğince de bir suçla itham edilen ve ölen kişinin yakınları da cezalandırılamaz ve ölen kişinin bedeni aileye teslim edilir. Artık manevi varlığı üzerindeki hüküm tarihe ve Tanrıya ait olan ölenin, bedeni varlığı hakkındaki son tercih aileye, arkadaşlarına ve yakınlarına aittir ki inançları gereği doğaya emanet etme ve anma hakkı hiçbir şekilde kısıtlanamaz.

Tam da bu nedenlerle, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi(AİHM), sözleşmede açık bir hüküm bulunmamasına rağmen konu ile ilgili olarak ilkesel nitelikte kararlar vermiştir:

“… tutuklandıktan sonra bir ay arayla önce annesini daha sonra babasını kaybeden başvurucunun anne ve babasının cenaze törenine katılmak için yaptığı başvuruların cezaevi tarafından reddedildiği [1]”

“… ölü doğan bebeğin olayın üzüntüsü ve şaşkınlığı içinde olan annesinin rızası alınmadan gömüldüğü [2]”

“… başvurucunun kocasının küllerini içeren bir kasenin naklinin engellendiği [3]”

“… devlet hastanesinde doğum yapan anneye doğumdan üç gün sonra bebeğinin öldüğünün söylendiği ve çocuğunun ne zaman ve nereye gömüldüğüne dair bilgi verilmediği [4]”

AİHM yukarıda kısaca atıf yapılan kararlarda öz olarak ölü ile vedalaşma, gömme ve yas hakkını AİHS’nin 8. maddesinde düzenlenen özel hayata ve aile hayatına saygı bağlamında değerlendirmiş ve başvurucuları haklı bularak ihlal kararları vermiştir.

AİHM bir başka kararında, Rusya devleti tarafından terörist oldukları gerekçesi ile öldürülen ve cesetleri yakılarak bilinmeyen bir yere gömülen Çeçen savaşçıların yakınlarının yaptığı başvuruyu haklı bulmuş ve ihlal kararı vermiştir.*

Ülkemiz Anayasası da başlangıç bölümünde insan onuruna değinmiş, 17. maddede işkence ve eziyet yasağını 20. maddede ise özel hayatın korunması kuralını düzenlemiştir ki tüm bunlar artık hayatta olmayana değil ölenin yakınlarına yönelik haklar ve korumalardır..

Defnetme, yas ve anma hakkı ve buna dair tartışmalar yeni ve yoğun bir şekilde gündemimizde olsa da ülke tarihi benzer örneklerle dolu. Örneğin konu ile ilgili okumalar yaparken gördük ki Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın mezarları İmralı Adası’nda yıllarca isimsiz olarak kalmış ve ancak 1990’da İstanbul-Topkapı’da bulunan anıt mezara defnedilmişlerdir. Geçtiğimiz yıl Silopi’de katledilen 57 yaşındaki Taybet İnan’ın cenazesi yedi gün boyunca sokakta çürümeye bırakılmış ve defnedilmesi engellenmiştir. Rojava’da IŞİD’e karşı savaşta hayatını kaybeden Aziz Güler’in cenazesi 59 gün, Eylem Ataş’ın cenazesi ise 101 gün sınırda bekletildikten ve çürütüldükten sonra ailelerine teslim edilmiş ve defnedilebilmiştir. Yine Rojava’da hayatını kaybeden Muzaffer Kandemir’in ölü bedeni ise aylardır hala sınırda bekletiliyor ve ailesine teslim edilmiyor.

Bu konuda yazılmış en güçlü hikayeyi anmakta fayda var; Sofokles’in ölümsüz eseri Antigone’yi mealen özetlersek, 2500 yıl önce müşrik kral Kreon, hain ve “terörist” olduğu gerekçesi ile yeğeni Polyneikes’in cesedinin gömülmesine izin vermez. Buna karşın Polyneikes’in kardeşi olan yiğit bir kadın Antigone, kendini Tanrı, sözlerini ayet sanan kralın -ki Antigone’nin dayısı olur- yasağını tanımaz ve ölümü göze alarak ağabeyinin cenazesini gizlice defneder. Bunun üzerine Antigone de Kreon tarafından ölüme mahkum edilir ve ölür. Ancak bu hikaye gerçekte Kral Kreon’un trajedisidir; zira Kral Kreon’un oğlu Antigone ile nişanlıdır ve bu yaşananlar üzerine intihar eder ve o da ölür.

***

Daha sonra tahliye edilmekle birlikte bir ibadet ve anma nedeniyle suçlanan ve tutuklanan meslektaşımız Barkın Timtik, Antigone gibi aynı suçu işlemekle itham ediliyor. Nasıl cemevine saldıran silahlı kişiler İmam Hüseyin’i katleden Yezit ordusunun yolunu takip ediyorlarsa, aynı şekilde cenazeyi ve anmayı yasaklayan Kreon’un müşrik halefleri de benzer bir trajedinin içindeler. Bu yazının yazıldığı sırada cenazesi hala sınırda bekletilen Muzaffer’i anarak ifade edersek, denilebilir ki Polyneikes’ten Muzaffer Kandemir’e kadar cenazeye dahi hükmedeceğini sanan sahte tanrıların kuralları çiğnenecek; Tanrının, tarihin ve evrensel beşeri hukukun insanlara tanıdığı ve öğütlediği, yakınlarının, dostlarının ve yoldaşlarının cenazesini gömme, yas ve anma hakkı mutlaka hak sahiplerine iade edilecektir.

AİHM kararları *Gömülme Hakkı, Benan Molu,

http://bianet.org/bianet/insan-haklari/170595-gom-ul-me-hakki

[1] Ploski v. Polonya, başvuru no. 26761/95, Karar tar.: 12.11.2002.

[2] Hadri-Vionnet v. İsviçre, başvuru no. 55525/00, Karar tar.: 14.02.2008.

[3] Elli Poluhas Dödsbo v. İsveç, başvuru no. 61564/00, Karar tar.: 17.01.2006.

[4] Jovanovic v. Sırbistan, başvuru no. 21794/08, Karar tar.: 26.03.2013.

[5] Maskhadova ve Diğerleri v. Rusya, başvuru no. 18071/05, Karar tar.: 06.06.2013.

KAYNAK: HUKUK POLİTİK