Anayasa değişikliğinin oylanacağı referanduma 1 haftadan az bir süre kaldı. Kamuoyunda bu değişikliklerin Anayasa’yı ne yönde değiştireceği, bundan sonra sistemin nasıl işleyeceği tartışılmaya devam ediyor. Önerilen değişikliklerin niteliğini, demokrasiye etkisini, demokratik bir topluma uygun olup olmadığını ve yol açacağı etkileri Prof. Dr. Yücel Sayman’la konuştuk.

                                                                                                      ***

Önerilen maddeler üzerine genel olarak ne düşünüyorsunuz? Bu değişiklikler mevcut Anayasaya nasıl bir nitelik kazandıracak sizce?

Anayasa değişikleri üzerinde madde madde konuşmayı çok anlamlı bulmuyorum. Esasen yapılmak istenen de maddeleri tartıştırıp işin özünden uzaklaşmak. Örneğin, Cumhurbaşkanı denetlemesi var mı yok mu? Var ama kağıt üzerinde. Gerçekleşecek mi, hayır. Böyle bir ihtimal yok.

Anayasa değişikliğine dair hazırlanan bu taslakla ilgili olarak en doğru tespiti bilerek veya bilmeyerek Burhan Kuzu yaptı. Burhan Kuzu “bu AKP’ nin projesi değil, MHP’nin projesi de değil. Bu milli bir projedir.” dedi. “Milli” den neyi kast ettiğini bilmiyorum ama eğer derin devleti kastediyorsa, evet öyledir. Referandumla yapılan değişiklik önerisi generallerin vaktiyle yaptığı 12 Mart’ın, sonrasında 12 Eylül Anayasası’nın devamı, konsolide edilmiş biçimidir. Dün 12 Eylül Anayasasını yaptıran güçle bugün bugün konsolide ettiren güç aynı güçtür. AKP’nin projesi değil gerçekten, bu anayasa değişikliğinde o generallerin ruhu var.

Şimdi Anayasa değişikliği önerisi neyi getiriyor, ona bakmak lazım. 12 Eylül döneminde yapılmak istenen ama o dönem için yapılması gerekli görülmeyen bir düzenleme yapılıyor. Değişiklik önerisi toplumun yapılanmasını değiştirmiyor. 12 Eylül Anayasası’nın öngördüğü toplum yapılanmasının siyasi örgütlenmesini yani devlet biçimini de değiştirmiyor. Sadece devletin biçimini yönetimin daha da antidemokratik işleyişini sağlayacak ölçüde konsolide ediyor. Benim deyimimle, benim kanaatime göre “Milli İrade” ideolojisinin devleti kurgulanıyor.

O halde 12 Eylül Anayasası halen devam ediyor.

12 Eylül Anayasası’nın öngördüğü despotik devlet biçimi pekiştirilmiş, konsolide edilmiş olarak devam ediyor. 12 Eylül Anayasası’nın sistematiği esas olarak şuydu: Milli Güvenlik Kurulu vardı ve kaldırılmış değil. Milli Güvenlik Kurulu devletin güvenlik politikalarını belirliyordu. O da değişmiş değil. Değişen tek şey; o zaman askerler çoğunluktaydılar ve onların istediği kararlar alınırdı, başbakan ve bakanlar aracılığıyla da hükümete iletilirdi. Hükümet de bu kararları uygulamak zorunda kalırdı. Milli güvenlik politikası ona göre oluşur ve ona göre milli siyaset belgesi hazırlanırdı. Burada iç ve dış düşmanlar, bazen örgütlerin, bazen kişilerin isimleri tespit edilir ve buna karşı mücadele edilmesi istenirdi. Ayrıca nasıl mücadele edileceği konusunda da yol gösterilirdi. Sonrasında da yargı ve başkaca devlet organlarına bu konularda brifing verilir ve onlara da anlatılırdı. Şimdi bu sistemin kendisi değişmedi. Değişen sadece Milli Güvenlik Kurulu’na katılanların niteliği oldu. Artık bu kurulun çoğunluğu asker değil.

Fakat burada bir aldatmaca var, AKP’nin büyük bir aldatmacası bu; “bizim üzerimizde vesayet var” diyerek Milli Güvenlik Kurulunu gösteriyorlardı. Milli Güvenlik Kurulunun siyasetin işleyişi bakımından seçilmiş bir organ üzerinde vesayet kurmuş olması iddiası doğrudur. Ancak seçilmişler üzerindeki vesayet esas olarak halk üzerinde kurulmuş bir vesayetin parçasıydı. Şimdi siyasetin üzerindeki vesayet kaldırıldı çünkü bakanlar kurulu kaldırıldı. Ancak halk üzerindeki vesayet kalkmış değil. Yine iç ve dış güvenlik orada tespit edilecek. Orada tespit edilen şeyleri de Cumhurbaşkanı uygulayacak. Bundan böyle vesayet en kötü olasılık cumhurbaşkanı üzerinde kurulabilir.

Bu vesayetin Anayasal bir kaynağı var mı?

O zaman geliyoruz Anayasa’nın başlangıç bölümüne. Anayasa’nın başlangıç bölümü her açıdan tektipleştirmeye yönelik, zor yoluyla toplumsallaştırmayı öngören bir toplum projesi. Örnekler:

Etnisite anlamında toplumsallaştırılmışlık: Türklük ya da milliyetçilik, köken bakımından Türklük, duygular bakımından tektipleştirilmiş, birlikte kıvanç, birlikte üzüntü duyan bir millet.

Anayasa’nın 41. maddesi ile zaten cinsellik toplumsallaştırılmış, aile ve kadın baskı altına alınmış durumda.

Bireysel gücümüz toplumsallaştırılmış, “kamu gücü” haline getirilmiş ama yine biz birey olarak içinde yokuz. Kamu gücü haline dönüştürülmüş bir çok karar mekanizması içinde değiliz.

Kendi özerkliğimizi, kendi maddi, manevi varlığımızı geliştirebilme, kendi kaderimizi bizzat belirleyebilme yetimiz toplumsallaştırılmış, “milli egemenlik” haline gelmiş. Onun kullanımında, denetlenmesinde birey olarak söz sahibi değiliz.

Diyanet konusuna baktığımızda da inançlar toplumsallaştırılmış, Sünni-Müslüman kimlik içinde tektipleştirilmiş. Laiklik yok.

Toplumsallaştırılarak tektipleştirilmiş bireylerin bir arada olduğu, bir araya getirildiği bu toplumsal yapılandırmayı siyasi açıdan örgütlemek üzere “aşkın” bir devlet anlayışı ve biçimi uygun görülmüş. Başlangıç bölümünde buna “yüce devlet” de deniyor. “Ölümsüz bir kişi” (ölümsüz Atatürk- saf aklı simgeliyor) tarafından doğadaki mükemmel haliyle (yüce ya da eski ifadesiyle kutsal, bunu simgeliyor) bulunup çıkartılmış bir devlet. İlkel bir Aristotales – Kant uyarlaması…Tek tipleştirilmiş, zorla toplumsallaştırılmış bir toplum, böyle bir devlet yapısı ile nasıl yönetilebilir? Anayasa’nın başlangıç bölümünü önümüze koyduğumuz zaman bunun yöntemi karşımıza açıkça çıkıyor: Devlet biçimi olarak “demokrasi” ile değil, biçimsel olarak “despotik devlet” örgütlenmesiyle.

12 Eylül Anayasası bir darbe anayasasıydı. Sonrasında bir sürü değişiklik yapıldı. Geldiğimiz noktada o bile – devlete göre- ihtiyaçları “karşılamamış” mı oldu sizce?

12 Eylül Anayasası ancak 30 sene götürebilirdi. Ancak 30 sene götürebilecek olan bu sistemde başbakanı parlamentosuyla, seçilen bir hükümet var. Buna mukabil onlara kırmızı çizgilerle bir alan çiziliyor ve “siyaseti ancak bu alanda yapabilirsiniz” deniyor. Kim çiziyor bu alanı? Atanmışlar çiziyor. Atanmışlar dediğiniz ise Milli Güvenlik Kurulu. MGK bir politika belirliyor ve bu politikanın uygulanmasını devlet kurumlarına bırakıyor. Kime bırakıyor? Başta yargıya bırakıyor. “Bu politikaları hukuk alanında böyle uygulayacaksınız” deniyor. Seçilmiş hükümet MGK’nın devlet kurumlarına verdiği direktifler çerçevesinde ve çizdiği kırmızı çizgiler içinde hareket ediyordu. Buna “vesayet” deniyordu, doğru. Bir vesayet var ama bu vesayet esasında halk üzerinde kurulan bir vesayetti.

Hükümet üzerinde kurulan vesayet ise çatışan idari sistem üzerindeki vesayetti. 12 Eylül Anayasası hazırlanırken şöyle bir sistem öngörülmüştü: Gerçi Cumhurbaşkanının çok yetkisi vardı ama seçimler yapıldığında zaten yine askeri darbe ideolojisini destekleyen bir partinin seçimi kazanacağı sanılıyordu. Bu nedenle hatırlarsanız Turgut Sunalp’a bir parti kurdurdular. Kenan Evren 7 yıllığına Cumhurbaşkanı seçildi ancak Turgut Sunalp’ın partisi seçilemedi. Özal seçildi. O zaman Cumhurbaşkanı ile farklılaşma başladı, bugünün moda icadıyla “iki başlılık” filizlendi. Evren bir “baş”, Özal bir ikinci “baş”tı. Aslında bu “öngörülmemiş iki başlılıktı”.

Söylenen doğrudur. 12 Eylül Anayasası’nda iki başlılık vardır ama 12 Eylül Anayasası iki başlılığı öngörmemişti, tek başlı bir iktidar kullanımı öngörülmüştü. Çünkü o dönem anayasa yapanların hesaplarına göre hükümet ve cumhurbaşkanı aynı çizgide olacaktı ve birlikte tekmişçesine istedikleri gibi düzenlemeler yapabileceklerdi. Görünüşte çift başlılık, uygulamada tek başlılık olacaktı; böylece üstü kapalı biçimde, çaktırmadan “kuvvetler birliği”ne ulaşılmış olacaktı. Öyle olamadı ancak olduğu kadarıyla da 30 sene götürdüler, ama sistem artık istendiği gibi işlemiyor. Bugün istendiği gibi işlemese de, 12 Eylül Anayasası’yla kurulan devlet despotik bir yapıydı, yargıdan bütün devlet kurumlarına kadar yapılanma da bu anlayışa göre tasarlanmıştı.

Hatırlayın, 12 Eylül akabinde bütün yargıyı değiştirdiler. Hatta Anayasa’dan önce yapıldı bu değişiklikler. Yargıtay üyelerinin hepsi değişti ve yeniden atandı. Hakim ve savcıları atayan HSYK kuruldu, YÖK kuruldu ve üyeleri 12 Eylülcüler tarafından atandı. Devlet kurumlarının içi tamamen boşaltıldı ve herkesi kendileri atadılar. Binlerce kişi görevden alındı ve tüm bunlar sıkıyönetim koşulları altında yapıldı. Şimdi yine aynı şey yapılıyor. Yargı tamamen boşaltıldı ve yeniden yapılandırılıyor. HSYK eskisinden daha otoriter bir şekilde kurgulanıyor. Bütün devlet kurumlarında Cumhurbaşkanına üst düzey kamu görevlilerini atama ve görevden alma yetkisi veriliyor.

Yeni baştan yapılandırılan eski devlet biçimi, despotik bir devlet biçimiydi. Şimdi o despotik devlet biçiminin işleyişinde 12 Eylül ideolojisi açısından arızalar çıkmaya başladı ve halihazırda bu konsolide ediliyor. Hükümet kaldırıyor ve kırmızı çizgiler içerisinde faaliyet göstermesine izin verilen bir hükümet bile yok artık. Siyasette bakanlar kurulu yok. Ama gerçekte yapı değişmiş değil.

Bundan sonra ne olacağını 12 Eylül Anayasası’nın mantığı ile birarada düşünmeden olmaz. Bu anlamda tek tek ülkelerin anayasalarından verilen örneklerin de anlamı yok. Ne Amerika’da ne Hollanda’da vs başlangıç hükümleri bu şekilde olan bir anayasa var.

Anayasanın başlangıç maddelerinden bağımsız olarak yapılan yeni değişiklikleri değerlendirmek mümkün mü ya da bunu yapmak ne kadar doğru?

Hayır. Anayasanın başlangıç kısmından bağımsız değerlendirmek imkansız. 176. madde de bunu belirtir yani “Anayasa’nın dayandığı temel görüş ve ilkeleri belirten başlangıç kısmı, Anayasa metnine dahildir” der. Onun için mahkemeler de bu perspektiften yorum yapıyorlar. Örneğin Anayasa’nın 10. maddesinin yorumuna baktığınızda özgürlükçü bir düzenleme olmadığını anlarsınız. Bu maddede “kanun önünde eşitlik” diyor. Yani “kim olursan ol, etkin könenin ne olursa olsun -Türk, Kürt, Çerkes-, cinsiyetin ne olursa olsun kadın , erkek; dini inançların ne olursa olsun, bunların hiçbirine bakılmadan “kanun önünde herkes eşit”. Yargıtay da bu ilkeyi bu şekilde yorumluyor. Peki kanun önünde eşitlik zaten olması gereken bir şeyse ben kendi hakkımı nasıl arayacağım? Ben eşit olduğum için hak talep etmiyorum ki, ben Kürt olduğum için hak talep ediyorum, kadın olduğum için hak talep ediyorum, çocuk olduğum için hak talep ediyorum . Ancak böyle bir talepte bulunduğunuzda 10. maddeye dayanamıyorsunuz çünkü 10. madde “hepiniz eşitsiniz” diyor. “Hayır eşit değilim; ben kadın olarak, Kürt olarak hak talep ediyorum” dediğinizde de, “sen ayrımcılık yapıyorsun” deniyor yargı kararlarında.

O halde burada “eşitlik”ten kasıt “aynılaştırma” mı?

Eşitlik dendiğinde “ ben sizin kimliğinizi kanun önünde eşitledim” deniyor. “Kimliğinize dayalı, inancınıza ya da etnik kökeninize dayalı talep getirmeyin, bunun mücadelesini yapmayın, o zaman azınlık yaratmış olursunuz” deniyor. Bir anlamda kimlikler aynılaştırılıyor, tekleştiriliyor ve toplumsallığın öznesi yapılıyor. Kimliğe dayalı hak talebinde eşitlik yerine farklılıklardan arındırılarak tıpkısının aynısı yapılmışların kanun önünde eşitliği! Çoğu yüksek yargı kararları bu yönde. Şimdi bu anlayış pekiştiriliyor. Gelen sistemde fark ne ? Şu anda kendisine kırmızı çizgiler çekilmiş bir hükümet yok. Devlet biçimi olarak despotizmi daha bir pekiştirilmiş devlet söz konusu. Aynı tektipçi zihniyet milli bir bütün içinde, tüm farklılıkları ve farklı iradeleri yok sayarak devam ediyor. Bana sorarsanız, yukarıda da söylediğim gibi “Milli İrade Devleti” kurulmuş oluyor. Bakın bu referandumdan “evet” çıkarsa bunun anlamı, “millet milli iradeyi belirlemiştir” olacaktır. Ve milli irade de kendini temsil bakımından cumhurbaşkanı kimse ona yetki vermiş sayılacaktır. Artık hiçbir yargı kararı milli iradeyi temsil yetkisi verilmiş olanın iradesi aksine, onun varlığına aykırı olamaz. Buna aykırı davranılırsa hizaya getirilir. Hiçbir devlet kuruluşu bu milli iradeye aykırı davranamaz. Bu milli irade ideolojisinin devletidir ama 12 Eylül Anayasası’nın daha bir tahkim edilmiş biçimidir ve bir 30 sene daha götürülmeye çalışılacaktır. Onun için karşılaştırmaların, “onun yetkisi nedir”, “bunun yetkisi nedir” tartışmalarının faydası yok.

Kimi yazarlar bu “milli iradeyi” modern monark olarak tanımlıyor. Siz ne düşünüyorsunuz?

Milli irade seçme hakkını kullananların çoğunluğu olarak tanımlanıyor. Doğru değil; “milli irade” belli bir toplum tasarımının, o tasarımı yaşatmaya elverişli bir devlet biçiminde tek uygulayıcıya iradeyi temsil yetkisi verilerek oluştuğu varsayımına dayalı ideolojinin ürünüdür. Esasında “milli irade” geçmişte Nazizmin ve Faşizmin söylemiydi. Milli iradeyi temsil eden Almanya’da Führer, İtalya’da Duce idi. Milli irade sözü de bu döneme aittir. 1945′ ten sonra bu ifade kullanılmadı ve siyasi literatürden çıktı. Milli irade “halkın kendisini temsil hakkı verdiği kişinin her dediği bizim irademizdir” söyleminin kurgulanmış öznesidir. Onun çoğunluk ya da azınlık olması da önemli değil. Milli irade toplumsal bir olgu olarak belirleniyor. Referandumun sonucu milli iradenin (şimdilik) akıbetini belirleyecektir.

Mevcut yasa ve Anayasaya dahi uymayan bir Cumhurbaşkanı varken, muhalif kesimin mevcut sistem içerisinde Cumhurbaşkanı ve hükümeti yasalara uymaya davet etmesinin sizce bir anlamı ya da karşılığı var mı?

Bir defa en büyük hata, var olan sistemin -ülkede demokrasi varmış gibi- “demokrasi” olarak tanımlanmasıdır. Türkiye’de siyasetçilerin de büyük bir çoğunluğu demokrasinin bir devlet biçimi olduğunu unutuyor ya da görmezden geliyor; yaşam tarzı ya da özgürlüklerin kullanılması sanıyor. Demokrasi bir devlet biçimidir. Devlet ya demokrasidir ya da değildir. Devlet biçim olarak demokrasi değilse ya despotizmdir ya faşizm ya da teokrasidir. Generallerin 12 Eylül darbesi ardından devleti demokrasi olarak yapılandırdıkları yanlışına kapılırsanız, referanduma sunulan değişiklik önerilerini de demokrasinin kendi içindeki özgün düzenlemeleri olarak ele alırsınız, aldanırsınız. Çünkü zaten 12 Eylül Anayasası’nın öngördüğü devletin kendisi demokrasi değil. 2010’da referandumla Anayasa’da bazı değişiklikler yapıldı. Ama bu değişiklikler özünde devletin biçimini değiştirmiyordu; değişiklikler demokrasi yönünde kapı aralıyordu, despotizme karşı fazla olmasa da nefes boruları öngörüyordu, o kadar. Ancak 2012 yılından sonra o kapı da kapandı, demokrasiye dönüşmeyi sağlayabilecek tüm kazanımlar birer birer geri alındı. Geri alınmamış olanlara, hatta daha önceden var olanlara da uyan kalmadı.

İşin ilginç yanı, referanduma “hayır” diyeceklerini belirtenlerin önemli bir kısmının vaktiyle “hayır” dedikleri 2010 Anayasa değişikliklerini şimdi savunuyor olmalarıdır. Bu durumda da tavırları inandırıcı olmuyor. Çünkü siyasetlerini kurarken bir toplum projeleri yok. Ortaya ne koyuyorsunuz? Ak Parti’nin bir projesi var. Cumhurbaşkanının da bir toplum projesi var.

Nasıl bir toplum projesi bu sizce?

Çok özetle halka “Kemalist uygulama size inancınız, örf ve adetleriniz, kültürünüz temelinde yeşeren umutlarınızı yaşatmadı; biz geçmişte yaşamadığınızı size yarının teknolojisiyle bugün yaşatıyoruz”, “Yaşamadığınız geçmişi günümüzde geleceğin güvencesi, huzurlu özlemi ve teknolojisiyle yaşatacağız. Sizin yaşatılmamış değerlerinizi koruyarak ve geliştirerek yapacağız bunu” diyor. Bu toplumsal proje çerçevesinde her alanda büyük yatırımlar, binalar, yollar yapılıyor. Çocuklar AVM’de büyüyorlar, sokakta büyüyen çocuk yok. Bazen ben AVM ye gidip bakıyorum, 10 dakika duramıyorum orada. Çocuklar büyük bir mutlulukla oynuyor orada. Herkes evlere, kapalı alanlara tıkılıyor. Siyasette ve sokakta yoklar. Yollar yapılıyor. Her alanda, örneğin sağlıkta yeni teknolojiler kullanılıyor. Özellikle dindar kesim zamanında o yaşayamadığı, yaşatılmadığı şeyi bugün geleceğin teknolojisi ile yaşıyor.

Toplum projesi bu anlayış temelinde kurulmuş, gerçekleştiriliyor. Bu projede özgürlüğe yer yok; demokrasi uygun değil. İnsanlar en üst düzeyde tektipleştiriliyor; toplumsallık bu temelde sağlanıyor. “Yeni gençlik yetiştireceğiz, o gençliği de dindar yetiştireceğiz, aile şu şekilde olacak, vb”. Milli irade bu anlayışı destekleyenlerin kurgusudur.

Peki bunun karşısında, Anayasa değişikliğine karşı çıkan, “hayır” diyenlerin projesi ne? Böyle bir toplum projeleri yok. Sadece karşı çıkıyorlar. Ama halk da aptal değil, bunun farkında. Elbette Ak Parti’nin toplum projesi ekonomik çöküntü olursa yaşamaz. Ama onun dışında insanların düşünceleri toplumsallaştırılıyor, inançlar toplumsallaştırılıyor, tektipleştirme olağan dışı hızla ‘kültürümüzün’ ölçülebilir boyutuna erişiyor. “Üç değil beş çocuk yap” laf olsun diye söylenen bir şey değil. Aile temel olarak alınıyor ve onun üzerine bu toplum projesi oluşturuyor. Şimdi beş çocuk olursa evlere tıkılırsınız. Mümkünse lüks bir eve. Yapılan yollarla köprülerle de işine git gel ama arabanla. Örneğin İstanbul İstanbul olmaktan çıktı. İnsanlar kültürsüzleştirilerek toplumsallaştırıldı. Ama burada bir çelişki var. Bir yandan “yaşanmamışlığı yaşatacağız” derken öbür yandan aslında o yaşanmamışlık temelinde Türk kültürüne Türk geleneklerine bağlı olma yönünde insanlar tektipleştiriliyor.

Milli irade” bu ikisini birleştiren bir proje. O devlet kuruluyor. Biz bunu oylayacağız, buna ya “evet” denecek ya da “hayır” denecek. “Hayır” dendiği zaman demokrasi kurulmuş olmayacak ama en azından biraz işlerse 10 sene 20 seneyi alacak koyu bir despotizmin içine girmiş olmayacağız. Anayasa sadece temel normlar getirmiyor, toplumu da belirliyor. Hatta başlangıç bölümünde söylediği şey şu: “Eğer o Anayasa’da verilen hakları Anayasa’da verildiği şekilde kullanırsan ve tasada, kıvançta ortaklık kurarsan huzur talep etme hakkın var”. “Huzurlu olursun” demiyor, “huzur talep hakkın var” diyor.

Milliyetçiliğin AKP için anlamı ne? Bu toplum projesinde nasıl yer buluyor?

Milliyetçiliğin toplumsallaştılmış biçimi de Anayasa’nın başlangıç bölümünde ”Milli gurur ve iftiharlarda , milli sevinç ve kederlerde , milli varlığa karşı hak ve ödevlerde nimet ve külfetlerde ve millet hayatının her türlü tecellisinde ortak olduğu için…“ denilerek insanların ideolojisi bu yönde belirleniyor. Milliyetçilik de toplumsallaştırılıyor. Aynı şekilde “Hiçbir faaliyet ve düşünce Türk milli menfaatleri, Türk varlığı, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılapları karşısında koruma görmez” deniyor. Yani “bunlara aykırı hiçbir davranış koruma görmez” deniyor, o halde bana ne kalıyor? Son paragrafta da ancak tüm bunları yerine getirdiğiniz zaman, böyle yaşadığınız zaman huzurlu bir hayat talebine hakkınız bulunduğu söyleniyor. Başka türlü huzur yok. Burada da milliyetçilik açısından bireyin kendisinin anlamsızlaştığı, yani doğal yetisinin, doğal özelliklerinin en sert biçimde tektipleştirildiği bir toplumsallık anlayışı görüyoruz.

12 Mart’ta benim dikkatimi çeken şeylerden biri aslında toplumun devlet normu olarak siyasi örgütlenmesidir. Devlet toplumun siyası örgütlenmesidir ama burada devlet toplumun üstünde, aşkın ve yüceliği olan kutsallığı olan bir yapı olarak ele alınıyor. Atatürk tarafından “ölümsüz” denen bir devlet. Bu ölümsüz ve yüce devlet devlet doğadan bir şekilde bulunup çıkartılıyor ve en “mükemmel” bir yapı olarak toplum da onun içinde yapılandırılıyor. Yapılmış, yapılan, öngörülen bu toplum o siyasi yapıya yapıştırılıyor. Anayasanın diğer tüm maddeleri de bu işlevin gerçekleşmesini sağlamak için getirilmiş şeyler.

12 Eylül’ün ideolojisi ve bütün işleyişi buydu. 30 sene içinde elbette bir çok şey oldu, yine de hükümet seçliliyordu ve ama daha ilk baştan cumhurbaşkanı ile seçilmiş hükümetin aynı siyasetten olmaması bir sorun olarak ortaya çıktı. Nasıl çıktı? MGK “şu şekilde yapacaksınız” diye talimat veriyordu. Hükümet “hayır öyle yapmayacağım, böyle yapacağım” dediğinde de yargı organları devreye giriyordu ve partiyi kapatıyordu. 30 sene böyle devam etti. Bu proje de 12 Mart’ın, 12 Eylül’ün kendisi ve devamı olan milli bir proje.

O zaman da yapabilirlerdi böyle bir şeyi. Çok sıkmamak için yapmadılar. Ama o zaman da tartışıldı. “Başkanlık sistemi adı altında parlamenter sistem” denildi örneğin. Toplum nazarında biraz özgürlük hissi kalsın diye.

Peki bu özgürlük hissini geliştirmenin yolu nedir sizce?

İnsanın toplumsal olması biyokültürel bir olaydır. Genetik bir olay değildir. Yani insan genetik değişimle beyni değiştikten sonra biyokültürel bir varlık olarak ortaya çıkıyor. İnsan dışında hiçbir canlı varlık, görmediği ve dokunmadığı, beş duyusuyla somut olarak algılamadığı konular hakkında fikir beyan edemez. Hayvanlar da birlikte yaşıyorlar, onlar da toplumsaldırlar. Ama insan tasarım yapabiliyor, kurgu yapabiliyor. Olmayan bir şeyi kurgulayabiliyor. Bu kültürel bir durum. Ama insanın biyokültürel gelişimi ve evrimi sayesinde insan doğallıktan çok kültürel olarak gelişiyor. Bu anlamda devlet de bir kurgu.

Despotik bir devlet çatısı altında tektipleştirilmiş toplumsallaşmanın zararları ortaya çıkmaya başlayınca ve bu durumun kapitalizme aykırı olduğu görüldüğünde bu tektipleştirme çoğulculuğa dönüştü. Çoğunlukçuluk değil, çoğulculuk haline getirildi. Birey belli kimlikler ve statüler bağlamında gruplaştırıldı, grupların her alanda varlığını sağlayacak düzenler öngörüldü. Şimdi çoğulculuğun yerini çeşitlilik alıyor. Başka bir deyişle, her bireyin kendi başına bir birey olarak, bir grup ya da topluluk kurgusuyla değil, kendi doğal-kültürel özgünlüğünün temelinde toplumsallığını sağlamaya yönelik toplumsal yapılar tartışılıyor. Buradaki sorun da şu: Herbirimiz kendi farklılıklarımızla, yani tektipleştirilip zorla toplumsallaştırılmadan bir arada nasıl yaşayacağız? Yani çeşitlilik temelinde bir toplum projesi nasıl geliştirilecek? Bu proje Amerika’da Avrupa’da tartışmalarda yeşeriyor. Kapitalist sistem yatırımlarını bu çoğulculuktan çeşitliliğe geçiş süreci üzerine yapıyor. Örneğin cinselliği toplumsallaştırmaktan vazgeçtiği için, artık cinsellik üremeye yönelik olarak kurgulanmadığı için Batı toplumlarında özgürleşiyor cinsellik. Herkes kendi cinselliğini özgürce kullanmaya başlıyor. Ya da artık eşcinsel ifadesi fazla bir anlam ifade etmiyor. Engelli ifadesi de sorunlu bir ifade haline geliyor. Çünkü o kendi başına bir varlık. Burada ise 5 tane çocuk ile kadınlar bitiriliyor. Çünkü aile toplumun temelidir. Bu hiç tartışılmıyor ve tartışılmadı. Tektipleştirilmiş bir anayasal düzene ve milli irade projesine uygun olarak “tabu” bir konu bu.

Çözüm sürecinde özgürlükler ve talepler artınca iktidar buna çare olarak böyle bir yol tercih etmiş olabilir mi sizce?

Çözüm sürecinde çok kişi ile görüşüldü. Tümü gazetelere yansımıyordu. Kapı önündeki kavgalara bakılıyordu. 1200 kişi içerde, 4 saat süren toplantılar yapılıyordu. İlk başlarda inanılmaz bir biçimde, kimse kimseyi zorlamadan Türk, Kürt, Alevi tüm kesimler toplantılara katılıyor, söz alıyordu. Türk olan “bizim Kürt kardeşlerimizle hiçbir sorunumuz yoktu, fakat PKK çıktı, teröristler çıktı“ derken Kürt olan söz alınca onun “terörist” dediğine “gerilla, özgürlükçüler” diyordu. İki taraf da birbirinin duygusunu anlamıyordu. Fakat 2-3 saat geçtikten sonra Türk kesimi “terörist” ifadesini Kürtler de “gerilla” ifadesini kullanmıyordu, Örneğin “ölen çocuklarımız” diyorlardı, ortak bir dil kullanmaya çalışıyorlardı. Evrenselde makale de yazmıştım bu konuda.

İşte tektipleştirici iktidar için en büyük tehlike değişik kesimler arasındaki bugüne kadar örülmüş, tahkim edilmiş duvarların yıkılıyor olmasıydı , buna asla razı olmazlar, o duvarlar halk arasında mutlaka yeniden örülecekti. Bu düşüncem maalesef doğru çıktı. Şimdi yine aynı duvarlar örülüyor.

12 Eylül Anayasası’nı aksak, topal bir demokrasi olarak görürseniz karşı bir proje geliştiremezsiniz. Sunulan bir toplum projesidir. AKP bunu çok iyi anlatıp ikna ediyor. Söylediğine de uygun bir devlet yapısı kuruyor. Kürt meselesi tabi zorluyor. Kadın hareketi vs. de öyle. 1980’li yıllarda “Kürt var” demek yasaktı. “Kürt var” dendiğinde azınlık çıkartılmış ve Anayasa’nın 10. maddesine aykırı olarak eşitlik bozulmuş oluyordu. Bu zihniyet devam ediyor.

Cumhurbaşkanı mevcut Anayasaya dahi uymuyor. Bu durumda anayasa değişikliği Devlet Bahçeli’nin iddia ettiği gibi mevcut durumun devamı mı yoksa bir rejim değişikliği mi?

Hayır, rejim değişmiyor. Eski rejim sağlamlaştırılıyor, pekiştiriliyor. Devletin despotik biçimi değişmiyor, o devletin işleyişi daha da sert bir hale getiriliyor. Demokrasi zaten yoktu. Bir ara bir rahatlama dönemi oldu. Karşılıklı olarak birbirimize alışmıştık. Örneğin sol tehlike olmaktan çıkmıştı, komünizm tehlike olmaktan çıkmıştı, bize arkeolojik kalıntılar gibi bakıyorlardı. Artık böyle değil.

HSYK ve diğer bir çok kurumun yapısı değişiyor. Yargı ve kurumlar daha despotik hale mi geliyor?

Cumhurbaşkanı ve TBMM seçimi aynı gün aynı anda yapılacak. Kimlerin milletvekili olacağını parti başkanı da olacağı için, başkanı olduğu siyasi parti açısından cumhurbaşkanı belirleyecek. Üstelik cumhurbaşkanının seçimleri yenileme (meclisi feshetme) yetkisi de var. Bakanları da kendisi atayacak. Tartışmalardaki yanlış da şu: “Denetim yok” deniliyor oysa kağıt üzerinde var. Ancak “denetim” denen uygulama, olabilirse şöyle olacak: Cumhurbaşkanı hakkında soruşturma açılmasına ilişkin yönerge salt çoğunlukla verilebilecek; yani 301 milletvekilinin ‘soruşturma açılması’ lehinde oy kullanması gerekir. Ancak süreç bitmiyor, soruşturma açılması için 360 milletvekilinin ‘soruşturma açılması’ yönünde oy kullanması gerekiyor. Süreç devam ediyor, soruşturma açılsa bile sonunda cumhurbaşkanının yargılanabilmesi için 400 milletvekilinin bu yönde oy kullanması gerekiyor. Yani cumhurbaşkanı ve TBMM üyelerinin seçimi aynı günde yapılacak, cumhurbaşkanı seçilecek ancak seçilen cumhurbaşkanının aynı zamanda başkanı da olduğu siyasi partiden 201 milletvekili seçilemeyecek! Ancak bu olasılıkta cumhurbaşkanının yargılanabilmesi gündeme getirilebilir. Buna karşılık cumhurbaşkanı tek başına seçimleri yenileyebilir. Şöyle de diyebiliriz, tek başına meclisi feshedebilir.

Son sözler?

Sosyolojik ve siyasi açıdan, devlet biçimi olan despotizm temelleri, omurgası korunarak devlet biçimi olan demokrasiye dönüştürülemez. Demokrasiyi inşa için despotizmin omurgasını kırmak, temellerini demokrasinin gereklerine uygun atmak gerekir. 2010’lar bu sürecin başlatılması için çok müsaitti, öyle bir yola doğru gidiliyordu. O demokrasi yolunda gidilseydi yeni bir devletin demokratik omurgasını kuran yeni bir anayasa yapılabilirdi. Çok sivil bir şekilde, kan gövdeyi götürmeden bu değişim yapılabilirdi. Ama bana sorarsanız fikir olarak Ergenekoncular baskın çıktılar.

Anayasa değişiklikleri kabul edilirse, konsolide edilmiş yeni haliyle mevcut sistemde hiçbir siyasi parti bir toplumsal projeyi hayata taşıyamaz. Böyle bir şeyi uygulayabilme imkanı yok, çünkü hükümet yok. Seçimi kazansan ve iktidara gelsen dahi iktidar olamazsın. Bakan bile olamazsın. Sadece meclise milletvekili doldurursun, hepsi bu. Parlamento olarak bir şey yapabilirsen yapabilirsin, o da en fazla parlamentonun seçme alanı verdiği konularda hareket edebilirsin. Yine burada da çoğunluk partisi olman gerekiyor. Ama her halükarda siyasi parti olmak anlamını kaybediyor.

KAYNAK: HUKUK POLİTİK