Çağlayan Adliyesinde başlatılan adalet nöbeti 21. haftasını doldurdu. Avukatların Cumhuriyet Gazetesi davasında yargılanan meslektaşları için başlattığı nöbet onların nezdinde ifade ve savunma özgürlüğü kullanımı mağduru herkesin sesi oldu. Nöbet aynı zamanda 21 haftadır süren istikrarlı bir direncin de sembolü. İlk nöbette polisin saldırması sonucu Av. Erkan Ünüvar’ın ayağı, Av. Gökmen Yeşil’in burnu kırıldı. Buna neden olan polisler hakkında hala sonuçlandırılmış bir soruşturma yok. Fakat avukatlar bu saldırıdan sonra daha da kalabalıklaşarak nöbete devam etti. Şimdi sizlerle, sitemiz yazarlarından Av. Haluk İnanıcı’nın  21. hafta (24.08.2017) adalet nöbeti için hazırladığı ve basına okuduğu metni paylaşıyoruz.  Bu vesileyle de adalet nöbetini başlatan, devam ettiren ve katkı sunan tüm meslektaşlarımıza saygı duruşunda bulunuyoruz.  

Değerli Meslektaşlarım, Gazeteciler
Bugün burada, Cumhuriyet Gazetesi davası sanıkları meslektaşlarımızın, gazetecilerin hukuka uygun olmayan biçimde tutuklanması, haklarında temelsiz bir kovuşturma yürütülmesi nedeniyle ve onların nezdinde, baskıya maruz kalan tüm avukat ve gazeteciler için 21.kez toplanmış bulunuyoruz.
Temel hak ve özgürlüklerin yani insan haklarının bir toplumda tecessüm etmiş halinin kalbinde, “savunma hakkı” ve “ifade özgürlüğü” yer alır. Bir toplumun ne kadar demokratik olduğunu anlamak için bu iki hakka ve sınırlarına bakmak yeterlidir. Hatta toplumları bu iki hakka göre sınıflandırmak da mümkündür.
Engizisyon toplumları ya da günümüzün otoriter toplumları bu iki hakkın ya tamamen ortadan kaldırıldığı ya da kullanılamaz hale getirildiği toplumları ifade eder. Tarih boyunca ezilenler, yönetilenler hep bu iki hakkın da içinde yer aldığı insan hakları için mücadele ettiler. Kısaca sadece “adalet, özgürlük, kardeşlik”  istediler. İktidarlar ise çeşitli bahanelerle hep bu iki temel hakkı yok etmeye, sınırlamaya çalıştılar.
Bilinir ki, İktidarlar, hakikatten korkar. İsterler ki, hakikat ortaya çıkmasın, hakikat konuşulmasın.  Ya da hakikat onların yanına doğru bükülsün, iktidar eleştirilmesin… Söylenene inanılsın, itaat edilsin… Hatta iktidarın diliyle konuşulsun…
Avukat ve gazetecilerin baskı altına alınmasının nedenini burada aramak gerekir.  Avukatların adalet peşinde koşmaları, gazetecilerin haber peşinde koşmaları onları ister istemez hakikatle karşılaştırır. Gazeteciler ve avukatlar bu ortak temelde buluşurlar. Hâsılı, her iki meslek erbabı karşılaştıkları hakikati dile getirirler sadece… Hatta söyleyebiliriz ki, bu iki mesleğin asli görevi budur. Bu nedenle otoriter rejimler ya da olağanüstü hal rejimleri, bu iki mesleği demokratik toplumun ayrılmaz parçası olarak değil de, hasım olarak görürler. Dünyada örneği bolca bulunan otoriter rejimlerde önce gazetecilerin ve avukatların tutuklanmaları ortadan kaldırılmaları bu yüzdendir.
Bugün ülkemizde de olağanüstü bir rejim hüküm sürüyor. Olağanüstü Kanun Hükmünde Kararname Rejimi olarak da anılıyor.  Anayasamıza göre olağanüstü rejimlerin hukuki denetim altında sürme zorunluluğuna rağmen, temel hak ve özgürlüklerin hiçbir koşulda özüne dokunulamayacağı temel ilkesine rağmen savunma hakkı ve ifade özgürlüğünün kısıtlanması, avukatların ve gazetecilerin aynı anda mesleklerini yapamaz hale gelmeleri, büyük baskı altında bulunmaları, tutuklanmaları herhalde tesadüf olarak görülemez.
İcra gücü iktidarların elindedir. Oysa gazetecilerin, avukatların ellerinde sadece kalemleri vardır.  Güç o an için istediğini yapabilir. Ancak sular durulunca, yapılan haksızlıklar, hukuksuzluklar bir bir konuşulmaya başlanır. Hatta o hukuksuzluk içinde yer alanlar bile “Benim haberim yoktu,” demeye başlarlar. Bir diğer ifade ile güç yanlış, hukuka aykırı kullanılırsa, onu kullananların ellerini de yakar. Tıpkı bugün yargılanan, FETÖCÜ diye adlandırılan ve darbe yaptığı iddia edilen, bir dönemin hukuk tanımaz devlet görevlileri gibi…
Burada, hukukun kabul edemeyeceği bir gazaba maruz kalan Avukat Akın Atalay, gazeteciler Kadri Gürsel, Murat Sabuncu ve Ahmet Şık‘ın haksız tutukluluklarına son verilmesi için 21. kez çağrıda bulunuyoruz.
Hatırlatıyoruz ki, bugüne kadar hiçbir gelişmiş ülkenin, gazetecilerini, avukatlarını, entelektüellerini tutuklamaktan onur duyduğu görülmemiştir. Tam tersine, demokratik ülkeler aydınlarına, devlet yanlısı/devlet karşıtı ayrımı yapmaksızın “ulusal manevi malvarlığı” diye bakar. Ölenleri için Pantheon’lar inşa eder. Sağcı, solcu ayrımı yapmadan, bir ülkenin fikri gelişimine katkıda bulunan aydınlar ülkenin en büyük değerleri arasında sayılır.
Bu ülkede, tıpkı ulusalcı Charles de Gaulle’ün, Cezayir savaşında devleti ağır sıfatlarla suçlayan, devlete karşı mücadele eden, eylemlerin başında yer alan J.P. Sartre’ın tutuklanmasını isteyenlere, “Sartre’a dokundurtmam, Sartre Fransa’nın ta kendisidir” diyebildiği gibi;  “Orhan Erinç, Kadri Gürsel, Ahmet Şık, Murat Sabuncu, Akın Atalay, Bülent Utku, Mustafa Kemal Güngör, Aydın Engin, Can Dündar, Hakan Kara, Hikmet Çetinkaya, Turhan Günay, Musa Kart’a dokundurtmam, onlar Türkiye’nin ta kendisidir,” diyen politikacılar, devlet adamları görmek için daha ne kadar beklenecektir? Bir ülkenin fikri ve iktisadi gelişmesinin, aydınların rahatlıkla hakikat peşinde koşabildiği özgür bir ülke olmasından geçtiğini görmek için, daha ne kadar eza cefa çekilecektir?
Buradan 21. kez sesleniyoruz. Bu ülkenin değerlerini serbest bırakın, kovuşturmaları, soruşturmaları ortadan kaldırın. Onları içeri atmakla, cezaevleri yapmakla değil; görüşlerinden, eylemlerinden huzursuzluk duyulsa bile, aydınları koruyarak, kültür abideleri yaratarak, hepimizin birlikte yaşayabileceği toplum anlayışını yaymakla övünelim. Çocuklarımıza, herkesin küçük paydaşı olmakla gurur duyacağı böyle bir ülke bırakmak için gazetecilerin ve avukatların tutuklanmadığı, onların görevlerini rahatlıkla yapabildiği bir ülkeyi nasıl inşa edeceğimizi sormakla başlayalım işe…