Yargıdaki erkekçilik hep vardı, uzun zamandır da gündemimizde. Fakat hem sorunun kapsamını iyi belirlemek gerekir, hem de bunu sadece gündem üzerinden değerlendirmek çok iyimser bir hata olur.
Kapsamla ilgili mesele, yargının eril taraftarlığı bir yana, erillikten anladığı şeyin de ayrıca sorunlu olması. “Erkek haklıdır” demekle kalmayıp, haklı olan erkeği “medenileşememiş bir kabile reisi” olarak tipleştiriyor. Bu davranışa cinsiyetçilik demek isabetli olmuyor çünkü bu aslında erkekçilik. Ama erkekçilik da tam yerine oturmuyor çünkü burada yüceltilen aslında erkekliğin belirli bir hali. Diğer yandan, hem toplumumuzdaki erkek medenileşmesi halen minik adımlarla gittiğinden, hem de Yargıtay’ın yaptığına “eril kabilecilik” demenin riskinden ötürü, biz sorunu “erkekçilik” diye ifade edelim.
Erkekçiliğin kamuoyunun dikkatini en çektiği alanlar, cinayet davaları, cinsel suçlar ve çocuklara karşı işlenen suçlar. Fakat hukuk dünyası bunlarla sınırlı olmadığı için, erkekçilik de cinayet davalarıyla bitmiyor. Boşanma davalarında kadına “gözünün üstünde kaşın var” dendiğini de bilip, tazminat davası açan kadının “yeniden evlenme ihtimalinin” ciddi ciddi değerlendirilmesini de konuşmamız gerekir. Bir erkeğe cinsel yönelimi üzerinden yakıştırmada bulunmanın ona galiz küfürler etmekle Yargıtay nezdinde aynı şey olup olmadığını sorgulamalıyız.
Bir kuralın kanundaki anlamı, yargıdaki uygulaması ve toplum nezdindeki karşılığı birbirini her zaman tutmaz. Kadınla erkeğin eşit olması da böyledir. Kanun, kadınla erkeği çok açık ve tartışmadan uzak bir dille eşit tutar. Türkiye toplumunda ise böyle bir bilincin halen yerleşmediği apaçıktır.
Yargıya düşen, bu ikiliğin kanunun amacı lehine giderilmesi olmalıdır ama bizim yargımız pek öyle yapmaz. Örneğin kıskançlık bahaneli kadın cinayetinde ortada bir haksız fiil olmasa da kalkar ona TCK 29’daki “haksız tahrik “ indirimi uygular(1). Adamın biri eşini sokağın ortasında bıçaklayarak öldürür ve yargı ona “saygın tutum” indirimi verir(2). Demek ki yargı, saygın tutum kavramından topluma ve aile bireylerine karşı saygıyı değil, mahkeme heyetine karşı kravat takıp takmamayı anlıyor olsa gerektir.
İşte gözden kaçırılan, hakimlerin bu tuhaf ve hiç hukuk nosyonu yokmuşçasına verilen kararlarının sadece ceza davalarında görülmediği. Zira hukuk dairelerindeki hakimler başka üniversitelerde okumayıp başka ülkelerden ithal edilmiyor. Aynı memleketin, aynı tedrisattan geçen, aynı sınavlara giren, aynı özlük dosyasına sahip, birbirinden farksız bireylerinden söz ediyoruz. Yıllarca asliye ceza mahkemesi hakimliği yaptıktan sonra aile mahkemesine atanan hakimler, sulh hukuktan kendini ağır cezada bulan başka hakimler, azıcık nüfuslu ilçelerden en büyük şehirlere atananlar, hele son dönemde daha stajı bitmeden makama konanlar… Yargıtay hakimleri bu kadrodan seçiliyor, HSK bu kadrodan oluşuyor, adalet bakanını atayan kişi belli, o kişiyi seçenin eğitimi meçhul.
Birkaç yazıya konu etmeyi düşündüğüm bu geniş soruna, boşanma davası örnekleriyle başlangıç yapalım. Diğer cephelere devam ettikçe, nasıl bir örümcek ağıyla sarılmış olduğumuz da ortaya çıkmış olsun.
*
Boşanma davaları, kabile kültürünün belki de en göze çarptığı alan. Bunun cinsiyetten de önce gelen göstergesi kişilerin medeni bir şekilde öne sürülen boşanma taleplerinin yeterli olmaması. Taraflar boşanma konusunda hemfikir olsalar bile, en az bir yıldır evli olmadıkları, duruşmada bir araya gelmeyi kabul etmedikleri veya maddi sonuçlarda anlaşamadıkları sürece o mesele bir magazin krizine dönüşmekten kurtulamıyor.
Devreye erkekçilik girdiğinde ise işler iyice çirkinleşiyor.
Birinci örneğimiz, bir Hukuk Genel Kurulu kararı. Yani artık bağlayıcı ve aksini iddia etmek çok kolay değil. Uzun hikayeyi özet geçersek, Yargıtay eşini aldatan kadının dayak yemesini meşru görüp bir de kocasına tazminat ödemesine karar vermiş(3). Kararın yılı ise MÖ 428 değil, MS 2016.
Davacı erkek, eşinin bekarlık (karar metninde “kızlık”) soyadıyla yeni bir Facebook hesabı açtığını, bu hesapta başka bir erkekle samimi fotoğraflar paylaştığını, bunun ortaya çıkması üzerine de yine kadının evi terk edip o erkekle yaşamaya başladığını öne sürerek boşanma ve tazminat talep ediyor.
Davalı kadın cevaben, davacının uzun zamandır şiddet uyguladığını, ekonomik yükümlülüklerini yerine getirmediğini, paranoyak tavırlarının bulunduğunu, evi o gün de gördüğü şiddet üzerine terk edip geçici olarak bir arkadaşında kaldığını, Facebook’taki fotoğrafların da iş arkadaşlarıyla çekildiğini ve aile yapısına hiçbir aykırılık içermediğini, davacının özür dilemek yerine karalama yoluna gittiğini belirtlerek, o da boşanma ve tazminat talep ediyor.
Yerel Mahkeme, kadının başka erkeklerle görüştüğü tespitini yapıp, erkeğin kadına bu sebeple ve sadece bir kez şiddet uyguladığını belirtiyor. Bundan kaynaklanan şiddeti de haksız tahrik altında sayarak, tarafların boşanmalarına, davacı kocaya 10 bin lira manevi tazminat ödenmesine, davalı tarafın tazminat talebinin de reddine karar veriyor.
Kararı okuyanlar olarak tarafların delillerini bilemiyoruz. Fakat görünen o ki, Yerel Mahkeme erkeğin sadece tek bir kez şiddet uyguladığına ikna olduğu gibi, başka erkeklerle görülen kadına şiddet uygulanmasını da gayet meşru bulmuş.
Tarafların ikisi de kararı temyize götürüyor. Temyiz sonucu, kadının başka erkeklerle görüşerek kusurlu olduğu fakat erkeğin de neticede şiddet uyguladığı, bu sebeple tarafların eşit derecede kusurlu oldukları ve davacı erkek lehine manevi tazminata hükmedilmemesi gerektiği yönünde.
Yerel Mahkemenin direnmesi üzerine konu Hukuk Genel Kuruluna gidiyor ve sonuç:
“…Bu itibarla Kurul çoğunluğu tarafından, davalı kadının yukarıda sayılan birden fazla güven sarsıcı davranışlarının, bunu öğrenen davacı erkekte şiddetli elem ve hiddet oluşturduğu, bu duygular içerisinde bulunan ve öncesinde de eşine karşı fiziksel şiddet uyguladığı kanıtlanamayan erkeğin sadece bu olay nedeniyle eşine basit nitelikte fiziksel şiddet uyguladığı, bu nedenle boşanmaya neden olaylarda her iki tarafın da kusuru olmakla birlikte davalı kadının, davacı erkeğe nazaran daha ağır kusurlu olduğu, davalı kadının belirlenen kusurlu davranışının davacı erkeğin kişilik haklarına saldırı niteliğinde olduğu ve bu nedenle davacı erkek yararına manevi tazminata hükmedilmesi gerektiği, Özel Dairece boşanmaya neden olan olaylarda tarafların eşit derecede kusurlu kabul edilmesinin yerinde görülmediği gerekçesiyle yerel mahkeme direnme kararının onanması gerektiği kanaatine varılmıştır.
Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında bir kısım üyeler tarafından şiddete sıfır toleransın geçerli olduğu devlet ve hukuk düzeninde fiziksel şiddet uygulayan eşe manevi tazminat verilmesi sonucunu doğuracağı ve benzer davalarda fiziksel şiddet uygulayanların tazminat almalarını sağlayacağı gerekçesiyle direnme kararının bozulması gerektiği ileri sürülmüş ise de, yukarıda açıklanan nedenlerle çoğunluk tarafından bu görüş benimsenmemiştir.”
Yani başka erkeklerle görüşmek kişilik haklarına saldırı olarak görülüyor ki bu zaten apayrı bir tartışma konusu(4) ama dayak yemek herhangi bir hakka saldırı değil öyle mi?
Kararda imzası olan Yargıtay üyeleri, bir kadının hem kocasından dayak yiyip üzerine bir de manevi tazminat ödemesini hukukun içine yerleştirenlerdir.
*
Boşanma hukukundan başka bir örnek, önümüze “aldatan kocaya tepki verirken sınırları belli edepten şaşmama kuralını” getiriyor(5). Bunun yılı da 2016.
Olayda davalı-karşı davacı erkek, eşini ailesinin yanına gönderip bir araya gelmek istemediğini söylüyor. Tehdit ve hakaret de var. Bu esnada başka bir kadınla da ilişkisi olduğu dosya kapsamında sabit. Davacı-karşı davalı kadının boşanma talebi yerinde görülmekle davasının kabulüne karar veriliyor.
Davalı-karşı davacının iddiası ise, davacının kendisine küfür ve hakaret ettiği. Yerel Mahkeme kararında erkeğin talebi şöyle değerlendirilerek reddedilmiş: “(Erkeğin davranışlarına) karşılık kadının da eşine hakaret ettiği ancak bu durumun tek başına davalı-karşı davacı yönünden evlilik birliğinin çekilmez hale gelmesinde kusur olarak değerlendirilemeyeceği, kadının ayrı yaşamakta haklı olduğu  sebebiyle boşanma davasının reddine…”
Diyor ki Yerel Mahkeme, “Kadın sana küfretmiş etmesine de önce kendine bir bak, kadının hatası değil bu.”
Konu Yargıtaya gidiyor. Hani Yerel Mahkemenin “erkeğin edimi üzerine kadının kusurlu olmayan tepkisi” olarak değerlendirdiği hakaret var ya, Yargıtay işte onun kusurlu olduğuna karar veriyor.
“… kadının eşine sık sık ‘gerizekalı, salak, manyak’ diyerek hakaret ettiği anlaşılmaktadır. Bu halde taraflar arasında ortak hayatı temelinden sarsacak derecede ve birliğin devamına imkan vermeyecek nitelikte bir geçimsizlik mevcut ve sabittir.   Gerçekleşen olaylar karşısında  davalı – karşı davacı erkek dava açmakta haklıdır.”
Yani sevgili kadınlar, eşiniz sizi evinizden gönderip, tehdit edip bir de üzerine hakaretler yağdırırsa sakın ona salak demeyin. İsterseniz sizden beklendiği gibi “Beyim ne derse haklıdır, ben onun elinin kiriyim neticede” diyebilirsiniz tabii ama ben “madem her türlü kusurluyum bari hakkını vereyim” diyerek ağzınıza geleni ardınıza koymamayı da bir düşünün derim. Bari içiniz soğusun.
*
Yukarıdaki kararlar, bu sonucusunun yanında epey naif nitelikte.
Medeni Kanun, evliliğin sona ermesi için boşanma dışında bir yol daha düzenler. Bu da evliliğin iptali yoludur. İptal davasının boşanma davasından farklarından biri, davanın ancak belirli bir sürede açılabilecek olmasıdır. İptal sebebini öğrendiken sonra 6 ay ve her halde 5 yıl geçtikten sonra bu dava açılamaz. Diğer bir farkı ise iptal davasını açma sebeplerindedir.
İptal davasına gerekçe olabilecek iki koşuldan birincisi “yanılarak evlenmek.” TMK 149/1 bunu “Evlenmeyi hiç istemediği veya evlendiği kişiyle evlenmeyi düşünmedği halde yanılarak bu evlenmeye razı olmak” şeklinde formüle ediyor. Bunun somut örneğiyle henüz karşılaşmadığım için uygulamasını da bilemiyorum.
149/2’deki hal ise “Eşinde bulunmaması onunla birlikte yaşamayı kendisi için çekilmez bir duruma sokacak derecede önemli bir nitelikte yanılarak evlenmek.”
Bunun somut örneği ise bir rezalet silsilesi.
Zira Türkiye yargısında, “Eşte bulunmaması onunla birlikte yaşamayı diğer eş için çekilmez bir duruma sokacak derece önemli olan nitelik” denen şey, kadının bekareti.
Buyrun 2007 yılından bir Yargıtay kararı, yine 2. Hukuk Dairesi:
“Davalı-davacı kadının zifaf gecesi bakire (kız) çıkmadığı toplanan delillerden anlaşılmaktadır. Bu suretle kadında bulunması lazım gelen vasfın bulunmaması sebebiyle kocanın davasının kabulü gerekirken reddi isabetsizdir.
Kararda karşı oy olduğunu görünce bir an umutlanıyorsunuz ama yapmayın.
“Davalı-karşılık davacı kadın hakkında davacı-karşılık davalı kocanın gösterdiği evlenmenin iptali sebebini çökertecek biçimde doktor raporu bulunmasına rağmen davacı-karşılık davalı kocanın tanıklarının anlatımına değer verilmesi görüşüne katılmıyorum.”
Erkek, evlendiği kadının bakire olmaması üzerine iptal davası açıyor. Kadın da  buna cevaben evlilik birliğinin temelinden sarsılmasına dayanan boşanma davası açıyor. Yerel Mahkemenin kadının davasına dair kararı içtihat metninde yok fakat erkeğin davası reddediliyor. Yargıtay’ın ise evliliğe bir “tüketici işlemi” muamemelesi yaptığını, erkeğin tüketen, kadının da tüketime sunulan mal olarak görüldüğünü anlıyoruz(6).
Nitekim karara gelen karşı oy ve muhalefet şerhindeki esaslar da bunu değiştirmiyor. Zira bunların gerekçesi olayın esası değil, kadının bekaretinin “bozulmadığına” dair sunduğu rapor. Bu görüşleri okurken bir şeyi daha öğrenip dehşete kapılıyorsunuz ki kadının bekareti konusunda “tanık beyanıyla” karar verilmiş.
Silsile dediğimiz rezaletleri özetlersek,

  • Bekaret, açıkça “bir kadında bulunması lazım gelen vasıf” şeklinde ifade ediliyor. Bakire değilseniz vasıfsız oluyorsunuz.
  • Kadının bir evlilik sürdürüp sürdüremeyeceği de bakire olup olmadığıyla değerlendiriliyor.
  • Bakire olmadığı düşünülünce, gönüllü bir evliliğin sona erdirilmesi için öngörülen boşanma yolu değil de “yanlışlıkla oldu, bunu geri alalım” maddesi işletiliyor. Çünkü “kabile üyesinin” evliliğe yüklediği tek anlam bu.
  • Yargının evliliğe yüklediği tek anlam da bu ki evlilik sözleşmesinin yapılış şekli ve iptal maddesinin varoluş amacı kimsenin umrunda değil.
  • Kadının evlilik birliğinin temelinden sarsılma iddiası gayet haklı fakat burada boşanma hukukundaki çürümüşlüğe geliyoruz: Kadın, kusurlu olmadığını ispatlamak için önce halen bakire olduğunu ispatlamak zorunda. Çünkü mahkeme bu bekaret meselesiyle hakikaten ilgileniyor.
  • Kadın sürüklendiği muayene raporunu sunmuş olmasına rağmen, Yargı Bey “tanık beyanıyla” karar veriyor ki bundan şunu mu anlamalıyız, bir veya birkaç tane adamı karşısına alıp ciddi ciddi “Bu kadınla yattın mı” diye mi soruyor bu yargı? Üç beş adam bir araya gelip bunu mu istişare ediyorlar? Ve belli ki bir “namus meselesi” haline gelmiş bir olayda, hiçbir şeye değil fakat bu üç beş adamlık istişareye göre mi karar veriyorlar?

Bu tür kararlar veren hakimler duruşmaya gelen kadın avukatlara nasıl bakıyor, cidden merak ediyorum. “Cübbene güvenme avukat hanım, sen de vasıfsız olabilirsin” diyerek gülüyorlar mı mesela içlerinden?
*
Kadına “tüketim unsuru” muamelesi yapıldığı çoğu zaman doğru da, bu bizden değil, erkeklerin başka bir vizyon geliştirememesinden kaynaklanıyor.
Gerçi kültürel evrimleri biyolojik evrimlerine yetişemeyince, erkekler ne yapsın.
 
Dipnotlar:

  1. Haksız tahrik kavramı ve bunun uygulanma sorunları ayrı bir yazıda konu edilecektir.
  2. 14.02.2014 tarihli Meyrem Y. cinayetiyle ilgili haber için: http://www.hurriyet.com.tr/sevgililer-gunu-cinayetine-tahrik-ve-saygin-tutum-indirimi-40014559
  3. Hukuk Genel Kurulu, 2014/2-813 E. 2016/157 K.

4.Aldatılmanın kişilik haklarına saldırıl olup olmayacağı hakkında “öteki kadın” üzerinden yapılan bir değerlendime için bkz: http://www.hukukpolitik.com.tr/2017/07/14/oteki-kadin-tazminati/

  1. Yargıtay 2. Hukuk Dairesi, 2015/10619 E. 2016/331 K.
  2. Yargıtay 2. Hukuk Dairesi, 2006/14649 E. 2007/2504 K. Karardan haberdar eden ve “tüketici işlemi” benzetmesini yapan meslektaşım Av. Bilge Han’a teşekkürlerimle.