Suçlar ve Cezalar Hakkında, Cesare Beccaria, Çeviren: Sami Selçuk, İmge Kitabevi

Beccaria, Suçlar ve Cezalar Hakkında (Dei delitti e delle pene) adlı ünlü yapıtını bundan 240 yıl önce yayımladı.
O günden bu yana yapıt hakkında birçok inceleme yapıldı; ulusal ya da uluslararası toplantılar düzenlendi. Bunların her birinde kitaptaki görüşler gözetilerek uygulamada neler yapıldığı irdelendi ve tartışıldı; bir bakıma büyük düşünüre sık sık hesap verildi.
Yasakçı hukuk yerine barışçı hukuku savunan insancı (hümanist) dünya sevdalıları, yapıtlarına; ceza hukukuyla ilgili bütün kitaplar da, çağcıl ceza hukukuna onun adıyla giriş yaptılar.
Ne var ki, ülkemizde, bu tür etkinlikler pek yaşanmadı. Peki, kimdir Beccaria ve neden bu denli önemlidir?
Marki Cesare Beccaria Bonesana’nın yalın ve gösterişten uzak, ama incelemelerle dolu yaşamı 15 Mart 1738’de Milano’da başlamış, 28 Kasım 1794’te aynı kentte sona ermiştir.
Beccaria’nın yaşamım, yapıtlarım ve etkilerini merak edenlerin, Beccaria’nın İnsanlığa Bildirisi adlı mütevazı incelememde yeterli bilgiyi bulacaklarını ummaktayım.
Çevirisini yaptığım Suçlar ve Cezalar Hakkında adlı bu kitap, hiç kuşkusuz Beccaria’nın en önemli yapıtı, daha doğrusu başyapıtıdır ve 1764’te yayımlanmıştır.
Beccaria, arka arkaya yapılan baskılardan sonra, dile getirilen eleştirileri gözeterek, paragrafların ve bölümlerin yerlerini değiştirmiş, kimi bölümleri parçalayıp yeni bölümlere ayırarak, 1766’da kitabını yeniden bastırmıştır. Kitabın ilk baskısı, 42 bölüm olduğu halde, 1766 baskısı 47 bölümdür. Fransızca baskılar, genellikle ilk baskıya ve özellikle de Morellet’nin yaptığı değişikliklere bağlı kalmıştır.
Ancak Beccaria; ömrü boyunca bilimle uğraşmış; gerçekleri bilimin ışığında bulmaya çalışmış, bilginin çoğalması gerektiğini, bilgili toplumlarda bilginlere değer verildiğini ve yarım bilginin tehlikeli olduğunu savunmuş; düşünce yasaklarına  her zaman karşı çıkmış; eleştirilere sürgit açık ve görüşlerinde bunlara göre değişiklikler yapmaya hazır bir düşünürdür. Bu yüzden, onun en son yaptığı düzeltmelere bağlı kalmak, çevirmen için kanımca bir zorunluluktur.  Ben de bu zorunluluğa uydum ve çeviride 1766 baskısını esas aldım.
Yapıtın dili ve çevrisi konusunda da birkaç söz söylemekte yarar vardır.
Yapıtın dili, gerçekten çok kapalıdır; zorludur. Yazarların ortak kanısı da budur. Bu saptama, doğrudur.
Nitekim, Şubat 1766 tarihli mektubunda Morellet, yapıtta kullanılan anlatımın sıradan, hatta az çok okumuş insanlar için bile çok kapalı olduğunu, oysa insanları düşündürmek için yazılan yapıtların açık ve kısa olmaları gerektiğini, çünkü bu yapıtların herkes tarafından okunacaklarını, onlar üzerine incelemeler yapılacağını belirtmektedir. Akim dili ile otoritenin dilini ayıran (XXVIII) Beccaria da, kitabının “okura” bölümünde ve Mayıs 1766 tarihli mektubunda bu eleştirilere hak vermektedir. Gerekçesi gerçekçidir. Zira o, yazarken Machiavelli, Galilei ve Giannone’nin başına gelenleri düşünmüş; kendi deyişleriyle, “boş inançların salladıkları zincirlerin ve gerçeğin iniltilerini boğan bağnazlığın gürültüsünü işitir” gibi olmuştur.  Yine kendi anlatımıyla, bu dehşet saçan sahnenin görünümü, kimi zaman Beccaria’yı, “ışığı bulutlar içinde kuşatmaya”, yani kapalı anlatımlara zorlamış, bu yüzden insanlığı, kendini kurban etmeden, savunmak istemiştir. Ancak, yapıtı düşünürler için değil, sıradan insanlar için yazdığını belirterek, Morellet’den kapalı gördüğü kesimler konusunda kendisini uyarmasını dilemiş, onu yardıma çağırmıştır.
Voltaire de yorumunda, anlatımda kapalı olan noktalara değinmektedir (sözgelimi, XVI. bölümdeki bir cümleyi buna örnek gösterir). Dahası, Brissot de Warville ile Diderot, yapıtın Fransızca çevirisinin kapalı olan kesimlerine notlar düşerek açıklamalar yapmak gereğini duymuşlardır.
Yıllar önce, İtalyan ceza hukukunu ve İtalyancayı çok iyi bilen, bugün artık aramızda bulunmayan çok değerli bir bilim adamımıza, bu yapıtı düşünürün anadilinden Türkçeye çevirmesini önerdiğim zaman, kitabın dilinin çok kapalı, bu yüzden çevirinin de güç olduğunu belirmiş ve önerimi benimsememişti.
Özetle, Beccaria, yapıtında kapalı bir anlatımı seçmiştir. Çünkü, kovuşturulmaktan korkmuştur. Hatta yazdıktan sonra onu yayımlamaktan çekinmiş, yapıtını yakmaya bile kalkışmıştır. Bir bakıma haklıdır. Zira yukarıda da belirttiğim gibi, kurulu düzene karşı çıkmak hiçbir dönemde kolay olmamıştır. Üstelik Beccaria yapıtını yazdığı zaman çok gençtir; önünde yaşayacağı nice yıllar vardır. Nitekim, korktuğu başına gelmiş, yapıt bir ara Venedik’te yasaklanmış, İspanya’da hüküm giymiştir.
Bana gelince, yapıtı, daha önce belirttiğim gibi, yazarı tarafından sön kez düzeltilip gözden geçirilen ve Mart 1766’da Livorno’da basılan İtalyanca metinden dilimize çevirmeye çabaladım. Burada, dikkat edilirse, “çalıştım” yerine bilinçli olarak “çabaladım” diyorum. Gerçekten, bu çeviri etkinliği, çalışmaktan da öte bir çabalama olmuştur, benim için. Doğrusu, Fransızcada birbirlerinden çok başka olan dört çeviri ve Fransızcanın katkısı olmasaydı, ben de bu çeviriye girişme yürekliliğini belki gösteremezdim ya da işin yarısında bu çeviriyi bırakırdım. Nedenleri de açık. Birincisi, anlatım çok kapalı. İkincisi, ünlü deyişle “her çevirmen haindir”. Ancak Beccaria’nın çevirmenleri biraz daha haindirler. Gerçekten, bu ihanet bütün çevirilerde açıkça görülmektedir. Morellet’nin ve öbür çevirmenlerin Fransızcaya çevirileri de öyledir. Kanımca bu konuda en doğru değerlendirme şu olacaktır: Bütün çevirmenler Beccaria’ya ihanet etmiş ya da etmek durumunda kalmışlardır. Zira onun her çevirisi birbirinden başkadır, hatta yapıtta yer almayan cümleler bile çevirilerde yer almışlardır. Nitekim yaptığım çeviride bunları göstermek kararıyla yola çıktım ve kimilerini de yapıtın başlarında belirttim. Ancak öylesine çoktular ki, daha sonra bundan vazgeçtim. Aynı suçlamalardan kendimi ne denli kurtarabildiğimi doğrusu bilemiyorum.
Aslında, çeviri olgusu, içinde çelişki taşıyan bir etkinliktir. Çeviren bir yandan iki dil arasındaki deyiş ve yapı ayırımlarını olabildiğince silmeye; öte yandan da onları anlam açısından buluşturmaya çabalar. Böylece, düşünceler arasındaki küçük başkalıklar hem görünürler ve hem de çevirinin sözlük çalışmasını aşan bir etkinlik olduğunu ortaya koyarlar.
Çeviri etkinliğine bu anlayışla yaklaşıldığı zaman, Beccaria’nın çevirmenini daha çok yoracağı ve zorlayacağı açıktır.
Şunları da belirtmek isterim: Çeviri sırasında bana göre ilginç ve önemli olan satırları/özdeyişleri vurgulamak için italik harfleri kullandım. Ayrıca, merak edenler için, yapıtın ilk baskısı ile son baskısı arasındaki değişiklikleri dipnotlarda gösterdim. Yine dipnotlarda sergilenen kimi görüşlerin eski ve çağcıl hukuk karşısında ne ölçüde benimsendiklerini değerlendirmeye çalıştım.
Özetle dipnotları, yapıtın yazarına değil, bütünüyle çevirmene aittir.
Bugün için artık yeni olmayan salt felsefi kesimler bir yana bırakılırsa, 18. Yüzyıldan bu yana yapıt, insancı anlayışla ve ceza hukukuyla ilgili çalışmaların çıkış noktası olmuştur.
Kanımca Türk hukukçusu, bu anıt yapıtı her zaman kolayca ulaşabileceği bir yerde, hatta elinin altında bulundurmalıdır. Tıpkı bir sözlük gibi, bir ceza yasası gibi. Çünkü, bu yapıt, ceza yasalarının bir ilkeler sözlüğüdür. Hem de vazgeçilemez bir sözlüğü. O açıdan tarih dışı kalmış Türk hukuk uygulamasının çağım yakalayabilmesi için bu kitabı okumak yetmez. Onun içine girmeli, gerçekleri oradan görmeli ve uzun uzun düşünmeli, Türk hukukçusu. Kim ki bunu yapar, ceza hukukuyla buluştuğunu değil, ceza hukukunu yeniden keşfettiğini görecektir. Beccaria, akılcı bir kuramcı, idealist bir öngörücü (vizyoner) olarak, çoğu kendinden önce bilinen dağınık görüşleri bir araya getirirken zaman zaman katalizör kimliğini ön plana çıkartsa da, Türk hukukçusu için her zaman yenidir. Zira Beccaria’yı okumak düşünmektir; düşünmekse eylemlerin en sağlıklısıdır.
Beccaria, artık yaşamıyor. Ama yapıtı dipdiri, hâlâ yol gösteriyor. O, artık bir klasik.
Bu gerçeği nasıl anlatmalı bilmem ki?
Acaba şöyle desem yeterli olur mu?
“Beccaria öldü. Yaşasın Beccaria!”
Ankara, Mayıs 2004