[ Söyleşi: Ümit Altaş ]
Oslo görüşmelerinin kesilmesinin hemen arkasından 33 avukatın tutuklanması ile sonuçlanan siyasi bir operasyona tanık olduk. Ortak nokta tüm tutuklananların Abdullah Öcalan’ın avukatı olmasıydı. Öcalan ile görüşmelerin tümünün devlet kontrolü altında yapılıyor ve kayıt altına alınıyor olmasına rağmen avukatlar hakkındaki suçlama tam bir skandaldı: İmralı’dan Kandil’e  ve Kandil’den İmralı’ya talimatları iletmek. Fakat buna rağmen avukatlar iki yıla aşkın süredir tutuklu. Oslo görüşmelerinin kesilmesinden bu güne siyasal alanda önemli değişiklikler oldu. Öcalan ile görüşmeler herkesin huzurunda yapılırken Kandil’e de mektuplar iletildi. ”Çözüm” olarak adlandırılan bir siyasi süreç başlatıldı. İşte böyle bir ortamda Öcalan’ın avukatlarının duruşması 28 Nisan 2013 Perşembe günü görüldü.  Ne yazık ki beklentilerin aksi bir durum ile karşılaşıldı ve avukatların tutukluluğuna karar verildi. Kısacası yargı cephesinde değişen bir şey yok. Konuya ilişkin ayrıntılar için mikrofonu Av. Ercan Kanar’a uzatıyoruz. (1)
Davanın kısa bir özeti ile başlasak.
Bu dava birçok yönü ile skandallarla dolu olduğu gibi, cumhuriyet tarihinin de avukatlara yönelik en büyük siyasi operasyonudur.
Oslo görüşmelerinin kesilmesiyle operasyonun yapılması aynı tarihlere denk düşüyor. Tesadüf mü?
Elbette hayır. Operasyon, Oslo görüşmeleri kesildikten hemen sonra doğrudan başbakanın direktifi ile başladı. Zaten operasyondan 3-4 ay önce başbakanın danışmanı şimdi de milletvekili olan kişi yazılarında avukat görüşmelerinin kesilmesi gerektiğini belirten yazılar yazmıştı. Eylül sonunda da başbakan,İspanya gezisindeki demeciyle operasyona start verdi.
Ne demişti o gezide?
Asrın Hukuk Bürosu’nu hedef gözeterek, “ bu bürodan giden avukatlar İmralı ile Kandil arasında kuryelik yapıyorlar’ şeklinde açıklaması oldu.  Döndükten sonra da başbakanın mit müsteşarı ve yardımcıları ile başbakanlıkta toplandıkları basına yansıdı. Bu toplantıdan iki gün sonra da, Türkiye’nin değişik barolarından 50’ye yakın avukata yönelik tüm hukuk kurullarını ihlal eden bir operasyon başlatıldı.  Hemen arkasından başbakan operasyonun arkasında olduğunu açıkladı.  Bu zincirleme takvim olayın hükümet iradesine dayanan siyasi bir operasyon olduğunun açık bir göstergesidir.
Tamamen siyasi olduğunu ifade ettiğiniz  bir operasyonun hukuk mantığına uydurulması nasıl mümkün oldu? Skandal olarak tabir ettikleriniz zannedersem bu süreçte yaşandı. 
Şimdi bu dava hem avukatlara yönelik en büyük toplu tutuklama olması hem de hukuk mantığı olmaması ile dikkati çeken bir operasyon. 90’lardan itibaren Öcalan ile yapılan tüm avukat görüşmeleri devletin gözetimi ve kontrolü altında yapılıyor. Hatta avukat görüşmelerinde tutulan not kağıtları ve kalem bile cezaevi yönetimi tarafından veriliyor. 2005’ten sonra da, hukuka aykırı olmasına rağmen,  infaz hakimi kararı ile görüşmeler kayda alınıyor ve bakanlıktan bir yetkili de görüşmelerde hazır bulunuyor. Tüm bunlara rağmen, dalga geçercesine ve hukuk mantığını altüst ederek 2010 yılından sonra İmralı’ya gidişler ve görüşmelersuç fiilleri olarak gösterildi. Bu bir skandaldır.
Nasıl bir senaryo bu? Biraz daha açar mısınız?
Avukatların örgüte 132 toplam talimat götürdükleri ve bu talimatlar sonucunda daTürkiye’nin değişik illerinde 200’ün üzerinde eylemin yapıldığı iddia edildi. Bizzat bu eylem talimatlarının avukatlar aracılığıyla Öcalan’dan alındığı ve Kandil’e iletildiği, Kandil’den gelen görüşlerin de avukatlar aracılığıyla tekrar Öcalan’a iletildiğine dair bir senaryo yazıldı.  Bu senaryo o kadar özensiz yazıldı ki, dava dosyasında yer alan suç tutanaklarının avukatların gözaltına alındıktan sonra tutulduklarına bile dikkat edilmedi.  Yani, tam bir ortaçağ mantığı yürütüldü ve yürütülüyor. Örneğin; avukatlar 20 Nisan’da ve 20 Mayıs’ta  Öcalan ilefoto görüşe gitmiş. O arada Türkiye’de ne kadar eylem olmuşsa hepsinin talimatının taşıyıcısı olarak avukatlar suçlanıyor.
Olayı kriminalize etmek için yalnızca görüşmelerin hepsinin kayıt altına alındığını ifade ettiğiniz Öcalan görüşmeleri mi kullanılmış?
Avukatların aylarca hatta bazılarının yıllarca teknik takibe tutularak her türlü iletişimi de denetlenmiş. Fakat çözümlemelere baktığımızda bu görüşmelerin hiçbirinde iddia edilen suçlarla ilgili bir bağlantı görmek mümkün değil. Emare bile yok.  Zaten iddia edilen bu eylemlerden dolayı yargılananların işkence altındaki ifadelerinde bile avukatlar aleyhine verilmiş ve talimatların onlar aracılığıyla iletildiğine dair bir delil de söz konusu değil.  Bütün bunları savunmalarımızda belirttik.
Hukuk mantığı açısından skandal ve kriminalize edilmesi bakımından da kötü bir senaryo ile karşı karşıya olduğumuz görülüyor. Fakat siyasi bakımdan da bu dava, bir tasfiye sürecinin parçası gibi duruyor.
Elbette. Bu davayı anlayabilmek için KCK operasyonlarının bütününe bakmak gerekir. Bakın KCK adı altında ilk operasyon 2008’de tek bir kişiye yönelik yapıldı. Daha sonra ilk büyük dalga, bölgedeki Kürt siyasetçileri yönelik oldu. Ardından metropollerdeki Kürt siyasetçiler, barış ve insan hakları aktivistlerine yönelik operasyon geldi.  Üçüncü dalgada ise, Kürtlerin davalarını takip eden ve Öcalan’ın avukatlığını yapan meslektaşlarımız ve sonrasında daKürt basını hedef alındı. Sonraki operasyonlarda da geriye kalan Kürt siyasetçiler içeriye alındı. Bu tabloyu bütün olarak görmeden avukatlara yönelik davayı ve genelde de KCK operasyonlarında hedeflenen temel saikleri anlamak mümkün değil.
 

ÇÖZÜM SÜRECİNDE YARGI PRATİĞİ

Şimdi, davanın skandallarla yürüyen bir siyasi operasyon olduğunu  ifade ettiniz. Daha önceki söyleşilerimizde de, bu ve  diğer KCK davalarında, yargının  düşmanla savaş hukuku pratiğinde ilerlediğini söylemiştiniz. Fakat bugün, ilan edilen yeni bir süreç var. Hem hükümet hem de Kandil bu süreci ilerletme yönünde iradelerini çeşitli kanallarla açıkladılar. Daha öncesinde de 3. yargı paketi ile anadilde savunma, örgüt üyeliğinde indirim gibi bir kısım olumlu değişimler oldu.  Bu yeni sürecin ve mevzuat değişikliklerinin mahkemeye yansıması nasıl  oldu?
Yargı  tüm bu değişikliklere ve sürece direniyor. 3. Yargı paketinde, örgüt üyesi olmadığı halde örgüt üyesi olarak kabul edilenler için yarı yarıya veya 2/3’ e kadar indirim yapılması kabul edildi. Fakat, bizdeki yargı pratiği bu yasayı nasıl uyguluyor? Açık yasa hükümlerine rağmen bazen 1/10 ya da 1/15 indirim yapıyor. Trajikomik bir yargı yaklaşım. Genelde siyasi davalarda hak ve hukuk çelişkisi yaşanır. Fakat artık hak artı hukuk karşısında direnen bir yargı var.  Normalde hak hukuku zorlar ve bir norm yaratır. Bizde hukukun  zorlanması ile örgüt üyeliğinde indirim ve anadilde savunma gibi normlar oluşmuş fakat yargı bunu uygulamıyor.  Açıkça bir direnç gösteriyorlar.
Anadilde savunmada nasıl bir direnç var?
Bunu işlevsiz hale getirmek için ellerinden gelen çabayı gösteriyor. Bazı heyetler, yönetmelik yürürlüğe girmedi diye uygulamak istemiyorlar. Bazı heyetlerde, savunmayı aldık, kimliklerini de tespit ettik deyip anadilde savunma taleplerini ret ediyorlar.
Bu direnme durumu KCK avukat davasının Perşembe (28 Mart 2013) günkü duruşmasına nasıl yansıdı? 
Çok iyiniyetli duygularla tutuklu meslektaşlarımız savunmalarında; bahar ayına girilmek üzere olunduğunu, siyasette de bir bahar ayının yaşanması yönünde umutların belirdiğini, dökülen kanın artık son bulması gerektiğini, demokratik çözüm sürecine yargının da bir katkı getirmesini ve son süreçlere uygun bir yargı pratiğinin oluşması gerektiğini ima eden sözler söylediler. Fakat mahkeme heyeti daha önceki celsedeki tutumlarını aynen devam ettirdi.
Nasıl bir tutum?
Dürüst yargılama hakkının en temel kuralı savunmaya gerekli kolaylığın ve imkânın sağlanmasıdır. Fakat mahkeme heyeti en başından itibaren bırakın savunmaya kolaylık sağlamayı bir anlamda avukatları diskalifiye etmeye uğraşıyor. Bu tutum son celsede de devam etti. Davada yüze yakın müdafi var. Hepimize tanınan süre 15 dakika.
Yanlış anlamadım değil mi? Ayrı ayrı 15 dakika değil. Tüm avukatların savunmasının 15 dakikada bitmesinden bahsediyoruz.
Evet. Tüm konuşmalar 15 dakika içinde bitecek. O zaman hiç konuşmayalım. 8 sayfalık ayrıntılı anayasaya aykırılık dilekçemi 5 dakikaya sığdırmaya çalıştım. Sonrasında da diğer meslektaşlarımız hızlıca tahliye talebinde bulundular. Müzakere sürecinde aileler ve bazı meslektaşlarımız çok umutluydular. Sürecin de etkisiyle en az 10’un üzerinde tahliye olacağını bekliyorlardı. Fakat olmadı. Yalnızca dört kişi tahliye oldu.  Çok ciddi bir direnç var.

DEĞİŞMEYEN YARGI ZİHNİYETİ

2001 yılından sonra tamamıyla iktidara bağlı bir yargı oluşturulduğu çokça dile getirildi. Yaşanan “çözüm süreci” de, görebildiğimiz kadarıyla bir iktidar tasarrufu olarak başladı ve devam ediyor. Bu kadar bağımlı olduğu iddia edilen bir yargı nasıl oluyor da iktidarın açık bir tasarrufuna karşı direnç gösteriyor?
Bunun bir çok nedeni var. Birincisi Türkiye’deki bürokrasi geleneği; bürokrasi,kendisini devletin baş hamisi görüyor. Yargıç,  polis, müsteşar, parlamentoya rağmen esas devletin kendisi olduğu bilinci ile bu ülkede yetişmiştir. Yani kısaca “devlet benim” der. Kemal Tahir’in ünlü tezinde belirttiği gibi, “biz de sınıfsal çelişkinin yanında  bir de halk- bürokrasi  çelişki var” Bu gelenek yıkılmadı ve hala devam ediyor. İkincisi; yargıya hakim olan zihniyet.  Yargının siyasal tercihi ya da bağlı olduğu vesayet kurumu değişse de zihniyet değişmemiştir. Yargı, kendi bağlı olduğu vesayet kurumundan da daha kralcı olarak devleti koruma saikiyle davranma alışkanlığınıdevam ettirmektedir. Üçüncü faktör ise hukuk eğitiminden kaynaklanmaktadır. Bu eğitim uyarınca hukukçulara devletin temel niteliklerini korumakla görevli oldukları öğretilir. Bu Mahmut Esat Bozkurt ekolüdür.  Devletin nitelikleri değişmiş olsa bile görev tanımı değişmemiştir. Ekol aynen devam etmektedir. Diğer bir faktör ise iktidarın yapısıdır. Bu hükümet, bir koalisyon iktidarıdır. Aralarında uzlaşır çelişkiler vardır.  Temel hedefler ortaktır. Fakat bazı değişim ve dönüşümlerde uzlaşmaz noktalar çıkabilmekte ve direnç noktaları oluşmaktadır. Şu anki yargı pratiğinde yer alan hâkimlerle konuşulsa birçoğunundemokratikleşme yönündeki kısmı mevzuat değişikliklerinden rahatsız olduğu net olarak görülebilir. Bizde yargı camiasının demokratik bir kültürü yoktur. Bir diğer hususta bizdeki yargının hatta hukuk camiasının büyük çoğunluğunun milliyetçi olmasıdır. Bu nedenle ulusal üstü insan hukukuyla bir dostlukları söz konusu değildir.
Yaptığınız analizden ben şöyle bir sonuç çıkarıyorum: Yargının özel olarak “çözüm süreci”ne karşı bir direnci yok. Sorun dünden bugüne devam eden milliyetçi ve kendini devletin temel değerlerini korumaya adamış yargı pratiği?
Çözüm sürecine ilişkin de bir direnç var elbet. Bir çok örnek var ama ben size son dönemde birkaç mahkeme kararını söyleyeyim: Hayali bir avukat imzasıyla yapılan e-posta ihbarı sonucunda Ankara’da dört avukat örgüt propagandasından mahkûm oldu.BDP parti meclis üyesi Ruhşen Mahmudoğlu’nun  İbrahim Tatlısesi örgüt ödüne öldürme talimatı verdiği iddiası ile açılan diğer bir  davada da,  Mahmudoğlu’nun talimat verdiğinin tespit edilemediğini belirtip  beraatine fakat  örgüt üyeliğinden ceza almasına karar verildi. Herhangi bir eylem yok. Sadece parti meclisi üyesi olması durumu var. Buna rağmen örgüt üyeliğinden ceza aldı. Bir diğeri de Sebahat Tuncel davası. Bu davada yine gizli tanık olayı ve itirafçı var. Her ikisinin de bütün beyanlarını çürüttük. Fakat Tuncel’in polise tokat attığı iddiasıyla medyada dile getirilen olaydan  hemen sonra ikinci bir gizli tanık dosyaya gökten düşer gibi indi. Bu tanığın ifadeleriyle, tüm taleplerimiz ve savunmalarımız göz ardı edilerek Tuncel’e örgüte üyeliğinden ceza verildi. Daha dosya Yargıtay’a gideli dört ay olmadan bana başsavcının Tuncel’in cezasının onaylanmasını istediğine dair yazı tebliğ edildi. Sözde barış süreci yaşıyoruz.
Bu kadar hızlı olması normal mi?
Olur mu hiç. Anormal bir durum. Benim hala üç senedir Yargıtay’da bekleyen tutuklu dosyalarım var.
Bu kararlar bu süreçte ciddi olumsuzluklar doğurabilir?
Elbette. Şu ana kadar yargının tüm pratiği sürece olumsuz etki etmek yönünde. Bunu da, hiç de bağımsız olmadıkları halde yapıyorlar.  Uyguladıkları tamamıyla düşmanla savaş pratiği. Yargı pozitif barışa hizmet etmesi gerekir.
4. yargı paketinin bahsettiğiniz bu yargı pratiğinin yumuşamasına kısmen de olsa etkisi olacak mı?
Bu pakette ciddi bir reform yok. Basına yansıdığı haliyle çok yüzeysel. Ceza yargılama pratiğinde bir reform yaratacak bir düzenleme içermiyor. Kısmi ve cılız bir adım. Bu paket bir manipülasyon. Ciddi bir reform değil.  Bu tür cılız adımlar yerine artık radikal siyasi paketler getirilmeli, zincirleme ve hızlı bir şekilde hayata geçirilmeli. 
Hakkınızda KCK davalarında yaptığınız savunmalardan kaynaklı olarak üç tane suç duyurusu yapıldığını duyduk.
Evet. İlki,  tutuklamaların hukuki değil siyasi rehin alma olduğunu savunmada dile getirmem;  ikincisi, Sami Selçuk’un “mevcut yargı pratiği terörist hukuk üretimi yetiştirmektedir”  sözünü kullanmamdan; üçüncüsü  ise, Türk milleti yerine Türkiye milleti ve Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkına ilişkin ifadelerini savunmamızda ifade etmemizden dolayı yapıldı. Üçüncüsünden suç duyurusu yalnızca bana değil duruşma salonundaki tüm avukatlara yapıldı.

POZİTİF BARIŞ SÜRECİNDE YARGININ TUTUMU

Mevcut yargının tutumunun olumsuz olduğunu ve sürece bir direnç oluşturduğunu söyleşimiz boyunca ifade ettiniz. Peki pozitif barış sürecinde yargının tutumu nasıl olmalı?
Mevcut yargı pratiğinin tam tersi bir yönde olmalı. Yani, düşmanla savaş hukukunu temel alan yargı pratiğine son vermeleri ve devlete muhalifi düşman olarak kabul eden ve onun hiçbir hakkı olmayacağına inanan hukuk anlayışından vazgeçmeleri gerekir.  Bir diğer husus da, tutuklama fabrikası gibi çalışmak yerine insanları özgürlüklerinden yoksun bırakmanın en son çare olduğu temel hedef almaları. Üçüncüsü de, muhalif düşünceyi suç olarak kabul etmekten vazgeçmeleri.
Sürece ilişkin yapılan söyleşilerde herkesin üzerinde birleştiği bir husus var: En kısa zamanda ve hızlı bir şekilde sürece katkıda bulunacak pozitif adımların atılması. Bu adımların başında da sayıları bini geçen Kürt siyasetçi ve aktivistlerin bir an önce serbest bırakılması geliyor. Bu kadar insan içeride hukuka aykırı şekilde tutulurken olumlu bir süreçten bahsetmenin pek mümkün olmadığını düşünüyorum. Fakat ne yazık ki, anlattıklarınızdan bu insanları serbest bırakacak yargı makamın da negatif anlamda ciddi bir direnç oluşturduğunu anlıyoruz.
Bu direncin daha da sertleştiğine tanık oluyorum. Kısa zamanda tersine dönmesi bana mümkün görünmüyor. Bunun için muhakkak bir genel affa ihtiyaç var. Bazı arkadaşlar siyasi af diyor.  Fakat bence genel af gerekli. Savaşın yarattığı mağduriyetler yalnızca siyasal alanda olmadı. Adli suçlarda bile göç, ekonomik sefalet, işsizlik gibi savaşın getirdiği etkenler var.
 
Son olarak, bir konuda gözleminizi merak ediyorum. Avukatların davasında aileler ve sanıklarda süreçten kaynaklı bir umut olduğunu söylemiştiniz. O günkü mahkemenin tavrı ve verdiği kararlar birlikte  aileler de ve sanıklarda nasıl bir hali gözlemlediniz?
Aileler açısından ciddi bir hayal kırıklığı oldu. Kızgın olduklarını ve sürece olan umutlarının zayıfladığını gözlemledim.  Karamsar bir tabloydu. Bu çok önemlidir. Tüm bu yaşananlar insanlarda siyasi iktidarın samimi olmadığına ilişkin bir hava oluşturuyor. Bunda haklılar da. Demokratikleşme süreci gerçekten yaşanacaksa bir parlamentere (Sebahat Tuncel)  yurtdışına çıkış yasağı konur mu. Buna itiraz ettik ve itirazımız ret oldu. Bu  yargı hukukun evrensel kurallarına nasıl sarılabilir. Bu yargı barış sürecine nasıl olumlu bir katkıda bulunabilir. İşte böyle bir yargı pratiği ile karşı karşıyayız. Bazen dilimizin ucuna geliyor fakat meslek anlayışımıza sığdıramıyoruz. Duruşma salonlarında açıkçası, “bizi meslekten nefret ettirdiniz” diye bağırasım geliyor.
[1] Bu yazı 2013 yılında Express dergisinde yayımlanmıştır.