[ Arin Manca ]
Kamp Armen, el konulan binlerce gayrimüslim malından sadece biri. Son zamanlarda gündeme gelebilmesi, şimdiki sahibi tarafından yıkıma girişilmesine ve Hrant ve Rakel Dink’in, çocukluklarının bir bölümünü orada geçirmelerine borçlu.
Kamp Armen el konulmadan önce bir Ermeni vakfı mülkü olduğu için öncelikle gayrimüslim vakıflarının nasıl kurulabildiğine bakmak gerek. “Osmanlı döneminde vakıflar üç aşamalı bir süreçle kurulurdu. İlk olarak, vakfın fikir tasarımı gerçekleştirilir, sonra seçilen hizmete göre ‘müessesat-ı hayriye’ (hayır kurumları) adı verilen hizmet binaları inşa edilir ve gelir kaynakları belirlenirdi. Son aşamada ise, kurulan vakfın işleyişini belirleyen şartları gösteren resmi bir belge olan vakfiye, şer’i mahkeme tarafından kayıt altına alınırdı. Bir vakfın kuruluşunda, ‘kurbet kasdı’ ve bir hizmete tahsis edilme, en önemli hususlardandır. Vakıflar bağlamında ‘kurbet kasdı’ ise, vakfedenin arzu ettiği hayır ve yaptığı tasarruf aracılığıyla Tanrı’ya yakınlaşmasıdır. Önemli olan, vakfın kim tarafından kurulduğu değil, amacının ne olduğu ve ‘kurbet’in hem vakfedenin inancında hem de İslami hükümlere uygun olarak mevcut olup olmadığıdır. Örneğin, Müslüman olmayan birinin cami için yaptığı vakıf dinen geçerli olmaz, çünkü tahsis edilen hizmet İslami hükümlere göre kurbeti sağlarken, vakfeden kişinin inancında kurbeti sağlamaz. Aynı şekilde, bir gayrimüslimin, kendi inancına uygun olarak kilise adına yapacağı bir vakıf da geçerli olmaz, çünkü İslam şeriatına göre kurbet şartını sağlamaz. Şeri mahkemelerde tescil edilmelerindeki sıkıntılardan ötürü, faaliyetlerine günümüze kadar devam eden ve kilise, havra, manastır, okul, hastane gibi kurumların yönetimini üstlenen gayrimüslim vakıfları, Osmanlı döneminde padişah fermanlarıyla kurulmuşlardır; bu yönleriyle İslami vakıflardan ayrılırlar. İslami vakıflardan farklı olarak, gayrimüslim vakıflarında hem vakfiye yoktur, hem de vakfeden kişi belli değildir; bunlar, sadece belli bir amaca tahsis edilen mal varlığının bulunduğu anonim kuruluşlardır. Vakfiyelere sahip olmayan gayrimüslim vakıflarının Osmanlı Devleti içerisindeki hukuki statülerini, padişah fermanları sağlıyordu. Hüseyin Hatemi, vakfiyelerin faydasının pratik olduğunu belirtir; vakfiyeler ispat bakımından kolaylık sağlar, vakıfların sürekliliklerini koruması bakımından önemlidir, fakat olmazsa olmaz şart değildir ve tek başına yeterli sayılamaz. Vakıflar için yazılı delil aranmaz, şahitlik yeterli sayılırdı. Mithat Sertoğlu da vakıfların geçerli olması için yazılı olma halinin şart olmadığını ve İslam hukuku çerçevesinde, bir vakfın sözlü olarak da kurulabileceğini belirtir. Vakfın varlığını kanıtlamak gerektiğinde, geçerli ilk delil, vakfın kuruluşuna tanık olanların ifadeleridir. Bunların olmaması durumunda sırasıyla vakfiye ve mevcudiyeti ispat edebilecek, tapu kaydı veya devlet arşivlerinden herhangi bir belge yeterli olur. Vakfın varlığına dair bir delil olduktan sonra, ayrıca vakfiyenin aranmasına gerek yoktur. Sertoğlu’nun yorumuna katılan Nuray Ekşi de, vakfiyelere sahip olmayan cemaat vakıflarının geçersiz olmayacağını dile getirir. Vakfiyenin kurucu unsur olmaması nedeniyle, bir cemaat vakfının varlığını ispat edebilecek en önemli arşiv belgesi, o vakfı kuran padişah fermanıdır.”
1950’li yıllarda Gedikpaşa Ermeni Protestan Kilisesi’nin alt katı yetimhane olarak kullanılırdı. Yetimhanede barınan çocuklar Gedikpaşa İncirdibi Protestan İlkokulu’nda eğitim görüyorlardı. Kilise Vakfının yöneticileri Tuzla’da çocukların yazlarını geçirebilmesi için bir kamp yeri buldu. Boş, yeşil bir alandı. Sahibi olan Sait Durmaz’dan 1962 yılında satın alındı ve Kilise Vakfı adına tescil edildi. Valiliğin ve Vakıflar Genel Müdürlüğünün düzenledikleri özel izin belgeleri de mevcuttu. Kamp yeri alındıktan sonra kamp inşaatına başlandı. 8-12 yaşlarında 30 çocuk inşaatta çalıştılar. Hrant Dink de o çocuklardan biriydi. Kendi kamplarını başlarındaki kalfayla 3 yıl boyunca sabahın erkeninden kalkıp geceye kadar çalışarak kendileri yaptılar. İşte çocukların yazlarını geçirdikleri bu arazinin Kilise Vakfının elinden alınması için Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından 1979 yılında tapunun iptali ve eski sahibine iadesi amacıyla dava açıldı. Mahkeme de bu talebi kabul etti. 1987 yılında Yargıtay onamasıyla da süreç tamamlandı. Böylece Kilise Vakfının parasını ödeyerek aldığı, üzerine binalar inşa ettiği arazi tek kuruş geri ödeme yapılmadan eski sahibine iade edildi. Dolayısıyla hukuk kurumları olan yargılama makamları kullanılarak yeni dönem gayrimüslim mallarını gasp uygulamaları zincirinin bir halkası oldu Kamp Armen davası. Peki bu yeni dönem gayrimüslim mallarını gasp hikayesi nasıl başladı? 1960’lı yılların ortalarından itibaren, Vakıflar Genel Müdürlüğü, gayrimüslim vakıflarından, tasarruflarında bulunan gayrimenkullere yasal olarak sahip olduklarını kanıtlamaları için vakıf senedi talep etmeye başlamıştır. ‘Vakfiye’ ya da ‘vakıfname’ olarak da anılan vakıf senetleri, birer tüzel kişilik olarak vakıfların hak ehliyetini belirleyen kuruluş sözleşmeleridir. Ancak gayrimüslim vakıfları kanun niteliğindeki padişah fermanlarıyla kurulduklarından, vakıf senetleri bulunmamaktadır. Genel Müdürlük bu durumun bilincinde olduğu ya da olması gerektiği halde, gayrimüslim vakıflarının 2762 sayılı Vakıflar Kanunu’nun geçici 1A maddesine göre 1936 yılında verdikleri beyannamelerin vakıf senedi yerine geçtiği sonucuna varmıştır. Oysa 1936 Beyannamesi’nde istenilen bilgilerden hiçbiri gayrimüslim vakıflarının mülk edinme hakkıyla ilgili olmadığından, özü itibariyle vakıfların sahip oldukları mülklerin bildiriminden ibaret olan bu beyannamelerin vakıf senedi olarak kabul edilmesi hukuken mümkün değildir.
Gayrimüslim vakıfları, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün kendilerinden taşınmazları üzerindeki mülkiyet haklarını kanıtlayabilmeleri için vakıf senedi talep etme uygulamasını, Vakıflar Kanunu, Anayasa ve Lozan Antlaşması’na aykırı olduğu gerekçesiyle yargıya taşımışlardır. Balıklı Rum Hastanesi Vakfı’nın kendilerine vasiyet edilen bir taşınmazla ilgili Hazine aleyhine açtığı dava, aynı zamanda uygulamaya ilişkin Yargıtay’a intikal eden ilk dava olmuştur. Yargıtay 2. Hukuk Dairesi, 6 Temmuz 1971 tarihinde oybirliğiyle verdiği kararda, vakıf senetleri bulunmayan gayrimüslim vakıflarının 1936 beyannamelerinin vakıf senedi olarak kabul edilmesini ve beyannamelerinde bağış kabul edeceklerine dair açıklık bulunmayan gayrimüslim vakıflarının gerek doğrudan doğruya, gerek vasiyet yoluyla gayrimenkul edinemeyeceklerini hükme bağlamıştır. Böylelikle Yargıtay, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün söz konusu hukuk dışı uygulamasına gereken hukuksuz dayanağı sağlamıştır. Yargıtay 2. Hukuk Dairesi’nin bu kararına karşı çıkan hukukçuların başında gelen Prof. Dr. İsmet Sungurbey’in, bilirkişi tayin edildiği ve Yedikule Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi Vakfı’nın el konan mülklerini ilgilendiren iki davada, Kadıköy Asliye 1. Hukuk Mahkemesi’ne 1997 yılında sunduğu raporda dile getirdiği şu görüşü, 1936 beyannamelerinin neden vakıf senedi sayılamayacağını şüphe götürmez bir biçimde ortaya koymaktadır
“Cemaat vakıflarınca Defter-i Hakani idarelerine verilen beyannameler, bu vakıfların yalnızca tasarruflarında bulunan taşınmazların kendi adlarına tapuya tescili için bildirimden ibaret olup vakıfname niteliğinde değildir. Bunun gibi 2762 sayılı Vakıflar Kanunu’nun Muvakkat Maddesinin (A) bendine göre ‘vakıfların mahiyetlerini, varidat menbalarını ve bunların sarf ve tahsis mahallerini, geçmiş son senenin varidat ve masraflarının mikdar ve nevilerini… gösterir beyanname’lerin de, çok eskiden kurulmuş olup zaten tüzel kişiliğe sahip bulunan cemaat vakıflarının kuruluş belgesi demek olan vakıfnameleri niteliğinde olmadığı meydandadır. Bundan dolayıdır ki, gerek 16 Şubat 1328 tarihli Kanunun 3’üncü maddesine ek ‘Fıkra-i Muvakkate’sinde, gerekse 2762 sayılı Vakıflar Kanunu’nun muvakkat maddesinin (A) bendinde, bu beyannamede cemaat vakıflarının satış, bağış ya da vasiyet yoluyla taşınmaz mal edinebilip edinemeyeceği hususunun açıkça belirtilmesi hiçbir suretle gerekli görülmemiştir. Bu yüzden, bu beyannamelerde vakfın bağış ya da vasiyet yoluyla taşınmaz edinebileceği yolunda bir hükme yer verilmiş olmasına kural olarak ihtimal dahi verilemez. Bu gerçek karşısında, cemaat vakıflarının hak ehliyetinin böyle muhal bir şarta bağlanmasının, ‘Hiç kimse muhal ile mükellef tutulamaz’ ilkesine açıkça ters düştüğü, amiyane tabiriyle ‘olmayacak duaya amin’ demek kabilinden olduğu gibi, cemaat vakıflarını Medeni Kanun’un 46’ncı maddesi uyarınca yasadan ötürü sahip oldukları genel hak ehliyetinden yoksun bırakmaktan başka bir şey olmadığı meydandadır.”
Tabii bu karardaki hukuksuzluk sadece bu konuyla sınırlı değil. Karardaki şu bölüm yargının da içine sinmiş ayrımcılığın vahim ve bariz örneğidir: “Görülüyor ki, Türk olmayanların meydana getirdikleri tüzel kişiliklerin gayrimenkul iktisapları men edilmiştir. Zira hükmü şahısların fertlere nazaran daha güçlü olmaları itibariyle bunların iktisaplarının tahdit edilmemesi halinde Devlet’in çeşitli tehlikelere maruz kalacağı ve türlü mahsurlar doğacağı muhakkaktır. Nitekim bu noktai nazardan hareket edilerek 2644 sayılı Tapu Kanunu’nun 35. maddesi ile (kanuni hükümler yerinde kalmak ve karşılıklı olmak şartıyla yabancı hakiki şahısların Türkiye’de gayrimenkul mallara temellük ve tevarüsü) mümkün kılınmış olduğu halde tüzel kişiler bu imkândan mahrum kılınmışlardır.” Aslında karardan yapılan bu alıntı “Türk” dendiğinde ne anlaşılması gerektiğini, anayasal vatandaşlıkla asla ilgisi olmadığını, ne derecede dışlayıcı olarak kullanıldığını çok iyi bir şekilde göstermektedir. Türkiye yargısının ırkçı tavrının sembol kararlarındandır. Geçtiğimiz yıllarda vefat eden Av. Diran Bakar’a göre, söz konusu kararı alan Yargıtay 2. Hukuk Dairesi Başkanı Esat Şener yerel mahkemedeki davada Balıklı Rum Hastanesi Vakfı’nın vasiyet yoluyla mülk edinebileceğine karar veren 3. Sulh Hukuk Hâkimi Kemal Denizci’ye bir mektup yazarak, davayı tekrar ele alırken Kıbrıs krizinden ötürü oluşan gergin siyasi ortamı göz önünde bulundurması yönünde telkinde bulunmuş, ancak Denizci kararında direnmiştir. Dava bunun üzerine Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’na intikal etmiş, Genel Kurul’un 8 Mayıs 1974 tarihinde yine oybirliğiyle onadığı 2. Hukuk Dairesi kararı emsal içtihat haline gelmiştir.
Gayrimüslim vakıflarının mülkiyet haklarının 1936 Beyannamesi uygulamasıyla gasp edilmesi üzerine, Müslüman olmayan azınlıklar mülkiyet sorunlarının üstesinden gelebilmek için mevcut vakıflarını lağvedip, vakıf senedi olacak şekilde yeni vakıflar kurma yoluna da başvuramamışlardır. Bunun nedeni, 1960’lı yıllarda Medeni Kanun’a eklenen bir hükümle, cemaat mensuplarını desteklemek amacıyla yeni vakıfların kurulmasının yasaklanmış olmasıdır. 1967 yılında kabul edilen 903 sayılı kanun ile 743 sayılı Türk Medeni Kanunu’na eklenen 74. maddenin 2. Fıkrası “Kanuna, ahlâka ve âdaba veya milli çıkarlara aykırı olan veya siyasi düşünce veya belli bir ırk veya azınlık mensuplarını desteklemek amacı ile kurulmuş olan vakıfların tesciline karar verilemez” şeklinde düzenlenmiştir. Medeni Kanun’a yapılan bu eklemeyle devletin gayrimüslim vakıflarına yönelik ayrımcı ve hukuk dışı uygulamalarının giderek yaygınlaştığı bir ortamda, Müslüman olmayan azınlıkların ibadet, eğitim ve sağlık gibi hayati ihtiyaçlarını karşılamak üzere, mevcut sınırlı kaynaklarına alternatif örgütlenmelerin oluşturulmasına engel olunmuştur. Benzer bir engel Avrupa Birliği uyum yasaları kapsamında 2002’de yürürlüğe giren yeni Medeni Kanun’da da yer almıştır. 4721 sayılı yeni Türk Medeni Kanunu’nun 101. maddesinin 4. fıkrasında “Cumhuriyetin Anayasa ile belirlenen niteliklerine ve Anayasanın temel ilkelerine, hukuka, ahlaka, milli birliğe ve milli menfaatlere aykırı veya belli bir ırk ya da cemaat mensuplarını desteklemek amacıyla vakıf kurulamaz” denmektedir. Bazı yazarlar bu hükümlerin öznelerinin belirsizliğinden hareketle, getirilen yasağın vakfın amacına yönelik olduğunu dile getirerek, Müslüman olmayanların yeni vakıflar kurmasının değil, Müslüman ya da Müslüman olmayan tüm Türkiye vatandaşlarının “cemaat mensuplarını desteklemek” amacıyla yeni vakıf kurmalarının yasaklandığını öne sürmüşlerdir. Bu doğru bir hukuki yorum olmakla birlikte, yasal düzenlemelerden kaynaklanan sorun, “cemaat mensuplarını desteklemek” kapsamına giren faaliyetlerin uygulamada nasıl yorumlandığı üzerinden şekillenmiştir. Örneğin Yargıtay 14. Hukuk Dairesi’nin 1981 yılında aldığı bir kararda Bahailerin mabet yapması cemaat mensuplarını desteklemek kapsamında değerlendirilerek engellenmişken, halen cami yapmak amacıyla birçok vakıf kurulabilmektedir.
Söz konusu 5555 sayılı Vakıflar Kanunu tasarısı, dönemin cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından, hepsi gayrimüslim vakıflarını ilgilendiren dokuz maddesi veto edilerek meclise geri gönderilmiştir. Bütün eksiklikleri ve sorunlarına karşın gayrimüslim vakıfları açısından yeni ve önemli sayılabilecek düzenlemeler içeren bu maddeleri veto etmesinin temel gerekçesini Sezer şu şekilde ifade etmiştir:
“…eskiden kurulmuş cemaat vakıflarına, bu niteliklerini değiştirmemelerine karşın, ekonomik ve siyasal güç elde edecekleri biçimde yeni haklar ve ayrıcalıklar tanınmasını ve bunların mülhak vakıf statüsünden çıkarılarak yeni bir vakıf türü biçiminde yaşayan hukuksal varlıklar olarak sosyal yaşama katılmalarını sağlayacak düzenlemeleri, Lozan Antlaşması’yla, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ilkelerinin ortaya konduğu anayasal ilkelerle, mevcut hukuk sistemiyle, Anayasa’nın ayrıcalıkları yasaklayan 10. maddesiyle ve ayrıca ulusal çıkarlarla ve kamu yararlarıyla bağdaştırmak olanaklı değildir.”
Sezer’in gerekçede cemaat vakıflarına yeni hak ve ayrıcalıklar tanınması olarak yorumladığı düzenlemeler aslında on yıllardır ihlal edilen ve tam da Lozan Antlaşması ve anayasadaki ayrımcılık yasağının öngördüğü hakların, sınırlı ve koşullu bir biçimde tesis edilmesinden ibarettir. Gayrimüslim vakıflarının ekonomik ve siyasal güç elde edeceklerinden duyduğu kaygı ise, Müslüman olmayan azınlıkların devletin en üst kademelerinde bile hâlâ iç güvenlik açısından bir tehdit unsuru olarak algılandıklarını göstermektedir. Benzer bir zihniyet, tasarı TBMM’de tartışma aşamasındayken muhalefet partilerine üye bazı milletvekillerinin yaptıkları konuşmalarda da kendini göstermiştir. Özellikle CHP’li milletvekilleri bu yasa tasarısının Sevr Antlaşması’na dönüş anlamına geldiğini ve “yabancılara” Türkiye’de “vakıf cenneti” sunulduğunu savunmuş, CHP lideri Deniz Baykal da Sezer’in görüşüne benzer bir biçimde Lozan’ın ve anayasal eşitlik ilkesinin ihlal edildiğini öne sürmüştür. Baykal ayrıca tasarının, yıllardır bütünüyle hukuk dışı bir yorumla Türkiye ile Yunanistan tarafından azınlıklara yönelik karşılıklı hak ihlallerini haklı göstermek için kullanılan ‘mütekabiliyet’ ilkesine aykırı olduğunu iddia etmiştir. Uluslararası antlaşmalar hukuku ve evrensel insan hakları ilkelerine aykırı olan bu yorum, Lozan Antlaşması’nın Türkiye’de Müslüman olmayan azınlıklara tanınan hakların karşılıklı yükümlülük olarak Yunanistan’daki Müslüman azınlığa da tanınacağını ifade eden 45. maddesinin tamamen ters okunmasından kaynaklanmaktadır.
Tabii gayrimüslim mallarına el konma hikayesi çok uzun bir yazının konusu olabilir çünkü çok geniş kapsamlı ve süreklilik arz eden bir gasp hikayesidir. Ancak Kamp Armen gaspına değinirken de ister istemez biraz değinmek gerekmiştir çünkü Kamp Armen tekil bir gasp malı değildir. Yazıya başlarken değindiğimiz nedenlerle ve yıkıma başlandıktan itibaren bir kısım soldan ve azınlıktan insanların direnişi sayesinde gündeme gelmiştir. Sessizliğe mahkum olmuş yığınla el koyma hikayesi de mevcuttur. Birtakım mevzuat değişiklikleriyle bazı mallar tüm bürokratik zorluklara rağmen geri alınabilmiştir ancak mevzuat değişiklikleri bütün gaspedilen malları kapsamadığından (Kamp Armen örneğindeki gibi 3. kişilerde olan vs.) sınırlı kalmıştır. İstanbul’daki 53 Ermeni vakfı yıllar içinde 1328 taşınmaz edinmiştir. Bu taşınmazların 661’ine değişik nedenlerle el koyulmuş, 87 tanesinin ise akibeti belli değil. Son zamanlarda birtakım mevzuat değişiklikleriyle yapılan ve sanki tüm mallar iade edilmiş gibi kamuoyunda bilinen ya da öyle yansıtılan iadeler bu 1328 taşınmazın sadece 143’ünü teşkil ediyor. Buna rağmen bazı milliyetçi muhafazakar çevrelerde bu sınırlı iadeler bile yadırganmaktadır.
Kamp Armen de maalesef pazarlıklarla, o da bir kısmı olmak üzere iade edilebilmiştir. 8.550 metrekare olan toplam arazinin 1982’de yeşil alan ilan edilen 3.700 metrekarelik kısmı Tuzla Belediyesi tarafından kamulaştırıldı, kalan 4.850 metrekarelik kısmı ise Vakfa bağışlandı. Bağış da ticari amaçla kullanmama şartına bağlandı. Kamulaştırılan alanın da Vakfa iadesi için şüphesiz mücadele edilmelidir ancak bu palyatif ve kısmi çözümlerden, pazarlık usulü iadelerdense hakların sahiplerine verilmesi için hukuksal çözümden başka yol yok. Mevzuat değişikliğine ihtiyaç var. Yeni mücadele bu yönde olmalıdır.
*Yazıda Hrant Dink Vakfı’nın ‘2012 Beyannamesi: İstanbul Ermeni Vakıflarının El Konan Mülkleri’ isimli kitabından yararlanılmıştır.