MÜLTECİ DÜŞMANLIĞI İLE MİSAFİR ODASI BASKISI ALTINDA: SURİYELİ MÜLTECİLERIN STATÜSÜNE BİR BAKIŞ

Hasan Fehmi Özer ]
Suriye’de Arap Baharı’nın şiddet yoluyla bastırılmaya başlandığı Nisan 2011 tarihinden beri kitlesel akınla Türkiye’ye gelen insanları “mülteci”, “sığınmacı”, “misafir”, “göçmen” ve “Suriyeli kardeşlerimiz” gibi terimlerle adlandırmaktayız.
Hukuki açıdan baktığımızda ise bu kavramların dışında bazı sınıflandırmaların bulunduğunu görüyoruz. Bu da “geçici korunan Suriyeliler” kavramıdır. 6458 sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu (YUKK), 11 Nisan 2013 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanmıştır.
YUKK kapsamında, ülkesini terk ederek Türkiye’ye gelen yabancılara sağlanan dört çeşit uluslararası koruma statüsü bulunmaktadır.
1- Mülteci statüsü
2- Sığınmacı statüsü
3- İkincil koruma statüsü
4- Geçici koruma statüsü
Bu statülerden ilk üçü bireysel, son statü ise kitlesel olarak ele alınmakta olduğundan, Nisan 2011’den sonra gelen Suriyeliler kanun tarafından bireysel olarak da gelseler kitlesel olarak gelmiş sayıldığından ilk üç statüden yararlanamamakta, dördüncü statü olan Geçici Koruma Statüsü’ne tabi kılınmaktadırlar.
Bu sebeple kamuoyunda ve medyada bahsedildiği gibi Suriyeliler “mülteci” değildir. AKP hükümetinin onları karşılarken dediği gibi “mülteci kardeşlerimiz ve misafirlerimiz” de değildirler. Hukuki tanım, 4. sınıf koruma statüsüne sahip olan “geçici korunan Suriyeliler” olmalıdır.
Bu statü sebebiyle Suriyelilerin çalışma ve oturma hakları bulunmadığından çeşitli sıkıntılar yaşanmakta ve kaçak çalışmak zorunda kaldıklarından emekleri de ayrıca sömürülmektedir. Suriyelilere yapılan ırkçı saldırılar basın tarafından “Suriyeli gerginliği” adı altında normalleştirilerek verildiğinden, bu saldırganlar hakkında hiçbir işlem yapılmamaktadır. Bu statü sebebiyle Suriyelilerin büyük bir çoğunluğu işsiz, kaçak işçi olarak çalışabilenleri ise son derece düşük ücretler alabilmektedir.¹
Suriyelilerin çalışma izni alabilmeleri, ikamet iznine sahip olmaları ve sonra da işverenin başvuru yapması şartına bağlı durumdadır. İkamet alabilmek için ise aylık 900 liradan yıllık 11 bin liranın bankada bulunması şartı getirilmiş bulunduğundan, geçen yıl bu izni milyonlarca Suriyeli içinden sadece 13 kişi alabilmiştir. İşverenin başvuru koşulları ise tamamen ipe un serme kabilindendir. Mevzuata göre bir işyerinde mülteci çalıştırmak için “o işi bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının yapamayacağını kanıtlamak ve çalıştıracağı her yabancı için beş adet TC vatandaşı çalıştırıyor olmak” şartı aranmaktadır.
Sayıları iki milyonu bulan Suriyelilerin sadece %13’ü 10 ilde bulunan 22 kampta, bunun dışında kalan büyük kısmı ise neredeyse Türkiye’nin tamamına yayılmış olarak yaşamaktadır. Suriyelilerin %53‘ü 18 yaşından küçük çocuklar ve gençlerden, %75’ten fazlası da özel koruma ihtiyacı içindeki çocuk ve kadınlardan oluşmaktadır. Aradan geçen dört yılda Türkiye’de 60 binden fazla Suriyeli bebek doğduğu tahmin edilmektedir.²
Bu süreçte Birleşmiş Milletler’in ve Batılı ülkelerin Türkiye’ye yeterince yardım etmediği, hatta Türkiye’yi yalnız bıraktığı bile söylenebilir. Ancak bu durum, Türkiye’nin, Suriyelilerin uluslararası hakları olan mültecilik haklarını gasp etmesinin bahanesi olamaz.
Türkiye, mültecilerin hukuki durumuna dair 1951 tarihli Cenevre Sözleşmesi’ne 1961 yılından beri taraftır. Ancak bu sözleşmeyi coğrafi sınırlama şerhi ile uygulamaktadır. Buna göre Türkiye sadece Avrupa ülkelerinden gelen sığınmacılara mülteci statüsü tanımaktadır. Böylece Suriyelilerin mülteci statüsü kazanmalarının önü kesilmiş olmaktadır.
1951 Cenevre Konvansiyonu’na taraf olanlar, “ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri sebebiyle zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için ülkesini terk etmek zorunda kalan” kişilere mülteci statüsü verilmesini kabul etmektedir.
Bu 5 sebepten en az birinin gerçekleşmiş olması, zulme uğrayacağından korkması ve bu korkunun haklı olması ve ülkesi dışında bulunması gereklidir. YUKK 61. Madde’de bu tanım aynen tekrarlanmakta ve bu sebepler bütün Suriyeliler için geçerli olduğu hâlde kendilerine mülteci statüsü verilmemektedir.
Tüm bu haksız uygulamaların içinde, basın organlarında ve ırkçı çevrelerde verilen bu statünün fazla olduğu, hatta Suriyelilere T.C. vatandaşlığı verileceği konuşulmaktadır.
5901 sayılı Türk Vatandaşlığı kanunu incelendiğinde görüleceği üzere, TVK’da Türk vatandaşlığının asli yoldan kazanılması hususunda toprak esası (jure soli) değil kan esası (jure sanguinis) kabul edilmiştir. Sanırım ırkçılığın ispatı için bundan başka delile hacet yoktur. O hâlde, TVK’ya göre, Türkiye topraklarında doğmak kural olarak Türk vatandaşlığını kazanma sonucunu doğurmaz. Yani son dört yılda Türkiye’de doğmuş bulunan 60 binden fazla bebek, Türk vatandaşı olamaz. Doğan çocuk ancak ana ve babası vatansız ise vatandaşlık kazanabilecektir. Bu ise Suriyeliler için yine vatandaşlık yolunun kapanması demektir.
Suriyelilerin evlenme yoluyla vatandaşlık kazanmaları, bir Türk vatandaşı ile yaptığı evlilik akdinden itibaren en az üç yıllık sürenin geçmesi, yetkili makama başvuruda bulunmaları ve TVK 16. Madde’de sayılan şartların gerçekleşmesine bağlanmış durumdadır. Bu şartlar aile birliği içinde yaşama, evlilik birliği ile bağdaşmayacak bir faaliyette bulunmama ve milli güvenlik ve kamu düzeni bakımından engel teşkil edecek bir hâli bulunmamasıdır.
Ayrıca bir Türk vatandaşı ile evlenen Suriyelilerin, herhangi bir suçtan haklarında ceza davası açılmamış olmaları, tutuklu veya hükümlü olmamaları da gereklidir.
Tüm bunların dışında, Suriyelilerin Türk vatandaşlığını kazanabilmeleri, yetkili makam kararıyla olabilmektedir diyeceğiz ama bu yol da Suriyeliler için kapalıdır. Çünkü diğer şartların yanı sıra, yasal ve kesintisiz olarak beş yıl boyunca Türkiye’de ikamet etmiş olmaları ve yerleşmek niyetiyle oturmaları gerekmektedir. Bunlardan sonra da MİT soruşturmasını geçmeleri gerekmektedir. Bu şartlara rağmen, Suriyeli Geçici Koruma Statüsü’nde bulundukları için bu statü altında geçirdikleri süre, TVK’nın aradığı beş yıllık sürenin hesabında dikkate alınmayacaktır.
Sonuç olarak, mülteci düşmanlığı yapan ırkçıların korkmalarını gerektiren herhangi bir husus bulunmadığı görülmektedir. Suriye’den gelenleri “Muhacir kardeşlerimiz” olarak karşılayan AKP hükümetinin aldığı önlemler öyle güçlü ki, Suriyeliler ancak dilenebilirler bu ülkede. Hatta bazı şehirlere girmeleri yasaklanabilir, kamyonlara doldurularak kamplara götürülürler ve daha da kötüsü sınır dışı edilmekle tehdit edilebilirler.
CHP, MHP ve diğer muhalefet partileri Suriyelilerle ilgili bu eksik düzenlemelerin bile fazla olduğunu söylerken, AKP tabanı ise bu şartların daha iyisinin olamayacağına inanmaktadır.
Bu zorlu siyasi şartlarda, insan haklarına aykırı durumları düzeltmek için hükümete baskı yapmalı ve herkes için mültecilik hakkı talep etmeliyiz. Mülteciler mücadelesinin hak temelli olarak yürütülmesi ve sivil toplum kuruluşlarına daha yüksek düzeyde inisiyatif verilmesi gereği aşikardır.

  1. Zümray Kutlu -“Bekleme Odasından Oturma Odasına”
  2. M. Murat Erdoğan – “Türkiye’de Suriyeliler: Toplumsal Kabul ve Uyum”