Erkan Ünüvar

“… Soruşturmamıza konu şüphelilerden Rıza Sarraf, yüksek meblağlar tutan ticari işlemler yapan, şirketlerin ticari faaliyetinin önemli bölümünü İran ile yapılan ticaretin oluşturduğu bir işadamıdır. İran’a uygulanan ambargodan kaynaklanan nedenlerle İran ile yapılan ticaretin, diğer dış ticaret işlemlerinden daha dikkatle izlenmesi gereken yönünün bulunduğu yadsınamaz. Ancak devletin dış ticaret politikaları doğrultusunda yapılan bu ticareti yapan kişilerin gizli bir örgüt faaliyeti kapsamında çalıştıkları, ilişkiler gerçekleştirdiklerini iddia etmek mümkün değildir.

Rıza Sarraf’ın ticari faaliyetlerini yürütürken, yukarıda unsurları sayılan bir örgüt oluşumu ile hareket ettiklerine dair hiçbir delil bulunmamaktadır.

Keza ayrıca suç işlemek için örgüt kurdukları iddia edilen diğer kişilerden biri Ekonomi Bakanı, diğeri ise İçişleri Bakanı olup, kurdukları iddia edilen örgüte üye oldukları iddia edilen kişiler de özel kalemlerinde çalışanlar ve bakanların oğullarıdır. Bu kişilerin de suç işlemek için örgüt kurmak iradesi ile bir arada olduklarını, bu örgütün amaçları doğrultusunda söz konusu faaliyetleri gerçekleştirdiklerini iddia etmek mümkün değildir. Bu yönde herhangi bir delil yoktur.

Bu nedenlerle suç işlemek için örgüt kurdukları, örgütün amaçları doğrultusunda faaliyette bulundukları iddia edilen şüpheliler yönünden kamu davası açmaya yeter delil bulunmadığı anlaşılmıştır.” (s.48, ilk dört paragraf)

“ … Yapılan soruşturmada kendilerine birtakım parasal menfaatler temin edilen kamu görevlilerinin, görevlerinin gereği bir işi yapmaları veya yapmamaları karşılığında menfaat temin edilmesine ilişkin bir anlaşma yaptıklarına dair kanıt elde edilemediğinden, yaptıkları hukuka aykırı olmayan işlerin karşılığında ve hatta bir işin karşılığı olduğuna dair kanıt da bulunmadığı halde iyi ilişkileri devam ettirme karşılığında sağlanan menfaati hukuki anlamda nitelendirmek gereklidir.” (s.61, ikinci paragraf)

Yukarıdaki satırlar, Türkiye kamuoyunda “17 Aralık Operasyonu” olarak bilinen, 13.09.2012 tarihinde başlatılan ve takriben iki seneden uzun süren soruşturmanın sonunda 16.10.2014 tarihinde, İstanbul Cumhuriyet Savcılığı tarafından verilen 63 sayfadan oluşan “Kovuşturmaya Yer Olmadığına Dair Karar” ın özünü oluşturan cümlelerdir. (Bundan sonra KYODK olarak anılacaktır).

Bu cümlelerden de anlaşılacağı üzere KYODK, soruşturma dosyasındaki delillere tamamen aykırı bir sonuç olmuştur. Esasen KYODK ile soruşturma dosyası kapsamındaki deliller, birbirine tamamen aykırı olup, şüphelilerin adeta cezalandırılmaktan kurtarılması maksadıyla bilinçli ve kasten hukuki gerekçeler yaratılmaya çalışıldığı anlaşılmaktadır. Bu uyumsuzluğun sebebi ise bu soruşturmanın birbirine tamamen zıt şekilde ilerleyen iki ayrı evreden oluşmasından kaynaklanmaktadır.

İki Evreli Soruşturma

Soruşturmanın birinci evresinde, yapılan ihbar üzerine tespit edilen şüpheliler, 2012 yılından itibaren uzun süre boyunca hakim kararlarıyla teknik takip altına alınmış, konuşmaları ve görüntüleri tespit edilmiş, Masak ve bankalardan yapılan yazışmalarla diğer deliller toplanmış ve neticede 17 Aralık 2013 tarihinde başta Rıza Sarraf, İçişleri Eski Bakanı Muammer Güler’in oğlu Barış Güler, Ekonomi Eski Bakanı Mehmet Zafer Çağlayan’ın oğlu Salih Kaan ÇağlayanN, Halk Bankası Eski Genel Müdürü Süleyman Aslan, Hapani ailesinden bir kısım kişiler olmak üzere, gözaltına alınan çok sayıda kişinin ifadelerine müracaat edilmiş ve akabinde Sulh Ceza Mahkemesi Hakimliği’ndeki sorgu işlemlerinin ardından 13 şüpheli hakkında tutuklama işlemleri gerçekleştirilmiştir. Soruşturmanın birinci evresinin dönüm noktası 17 Aralık 2013 tarihinde yapılan bu gözaltılarla kamuoyuna yansımış ve kamuoyunda 17 Aralık soruşturması olarak adlandırılmıştır. Bu esnada Şüphelilerin gözaltına alındıklarına, ev ve işyerlerinde yapılan aramalara ve soruşturma dosyasındaki birtakım evraklara ilişkin kimi kayıtların basın ve yayın organlarında (medyada) çıkması üzerine, Türkiye tarihinde gerçekleştirilen en büyük operasyonlardan birinin gerçekleştirildiği yönünde algı oluşmuş ve baskın kamuoyunda İtalya’daki “Temiz Eller” benzeri bir sürecin izlenmesine yönelik beklenti ortaya çıkmıştır. Özellikle 17 Aralık 2013 tarihinden sonraki süreçte, gerek yazılı ve gerekse görsel basında, ilgili soruşturma dosyasına dair çok sayıda yazı yayımlanmış, pek çok televizyon programı gerçekleştirilmiş ve kapsam bakımından Türkiye’de gerçekleştirilen en büyük rüşvet ve yolsuzluk hadiselerinin su yüzüne çıkarıldığı müteaddit kere ifadelendirilerek, şüphelilerin mutlaka cezalandırılmaları gerektiği genel kanaati oluşmuştur. Soruşturmanın birinci evresi bu şüphelilerin tutuklanması ve kamuoyunda çok ciddi bir yolsuzluk soruşturmasının yapılacağına dair beklentiyle sonuçlanmıştır.

Soruşturmada Savcı Değiştirilince …

Soruşturmanın ikinci evresi ise, 2014 Ocak ayında yapılan yeni iş bölümü ile İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nca soruşturmayı yürütmekle İstanbul Cumhuriyet Savcısı Ekrem Aydıner’in görevlendirilmesiyle başlamış ve bu süreçte hemen soruşturmayı başından beri yürüten savcılar dosyadan el çektirilmiş, sulh ceza hakimlikleri kurularak, İstanbul’a bu soruşturmada şüpheliler lehine işlem yapan 6 hakim her türlü soruşturma işleriyle görevlendirilmiş, bunun ardından tutuklu bulunan şüpheliler salıverilmiş, şüphelilerin el konulan malvarlıkları iade edilmiş, bir yıl sonra ise soruşturma dosyasında KYODK verilmiştir.

Soruşturmanın nasıl yön değiştirdiğini ve bu iki evreli halini en çarpıcı şekilde görmemizi sağlayacak bir örnek vermek gerekirse;

Soruşturmada bir kısım şüpheli müdafiilerinin, şüphelilerin CMK. m.128 gereğince elkonulan malvarlıklarının iadesine ilişkin istem ve talepleri, İstanbul 29. Sulh Ceza Mahkemesi’nce 27.01.2014 tarihinde ele alınmış ve şüpheli müdafiilerinin itirazları haklı görülerek, elkonulan malvarlıklarının iadesine dair karar verilmiştir. Bunun üzerine iş bu soruşturma dosyasını yürüten savcılardan Cumhuriyet Savcısı Celal Kara, 28.01.2014 tarihinde Sulh Ceza Mahkemesi kararına itiraz ederek, elkonulan malvarlıklarının iade edilmesinin usule aykırı olduğunu bildirmiş ve mahkeme kararının yeniden ele alınmasını talep etmiştir. Mahkeme ise, itiraz dilekçesinin altında her ne kadar Cumhuriyet savcısı Celal Kara’nın elektronik imzası bulunsa da, diğer savcıların (Ekrem Aydıner ve Mustafa Erol) imzaları bulunmadığından, eksikliğin giderilmesi için itirazı savcılığa iade etmiştir. Tam da bu noktada, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı 29.01.2014 tarihli yazısı ile yapılan yeni iş bölümü ve yine İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 30.01.2014 tarihli yazıları ile soruşturmayı yürütmekle İstanbul Cumhuriyet Savcısı Ekrem Aydıner’in görevlendirildiğini bildirmiştir. Cumhuriyet Savcısı Ekrem Aydıner ise ilk icraat olarak, İstanbul 29. Sulh Ceza Mahkemesi’ne soruşturma dosyasını göndermemiş, bir üst yazı ile, daha evvel gerçekleştirilen itirazdan vazgeçildiğini ve Mahkeme’nin vermiş olduğu “elkonulan malvarlığın iadesi kararı”nın doğru ve hukuka uygun olduğunu bildirmiş ve vakii itirazdan vazgeçildiğinden karar verilmesine yer olmadığı kararı verilmesini istemiştir.

Bu örnekten de açıkça anlaşılacağı üzere soruşturma bir noktadan sonra (savcı değişikliği ile birlikte) yön değiştirmiş ve artık tam tersi bir yönde ilerlemeye başlamıştır. Soruşturma dosyasıyla ilgili olarak sadece savcılar değiştirilmemiş, 17 Aralık 2013 tarihinde başlayan gözaltıların hemen akabinde, İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde soruşturmada yer alan tüm birimler değiştirilmiş, İstanbul Emniyet Müdürü görevden alınmış, bakanlar ve iktidar partisi yetkilileri, soruşturmanın “hükümete karşı bir darbe” olduğunu sıklıkla dillendirmiş, bu darbeyi gerçekleştirenlerden hesap sorulacağını ifade etmiş ve soruşturmanın bağımsız ve tarafsız olarak sürdürülebilmesini adeta engelleyerek savcılık üzerinde baskı oluşturmuştur. Aynı şekilde soruşturma devam ederken, 18.06.2014 tarihinde kabul edilen, 28.06.2014 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren “Türk Ceza Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” başlıklı ve 6545 numaralı Kanun değişikliği ile “Sulh Ceza Mahkemesi Hakimlikleri” kaldırılmış, yerlerine “Sulh Ceza Hakimlikleri” kurulmuş ve soruşturma dosyası kapsamında daha önce şüpheliler lehine görüş bildirmiş ve karar almış olan altı Sulh Ceza hakimi tayin olunmuştur. Tüm bu yaşananlar, kamu vicdanında yaygın olarak, yürütmenin tasarrufu ile soruşturma dosyasının tamamen kapatılma çabası olarak algılanmıştır. Dolayısıyla 17 Aralık 2013 tarihinde başlayan operasyona doğrudan yürütme organı eliyle müdahalelerde bulunulmuş ve soruşturmanın tarafsız ve bağımsız ilerlemesine engel olunmuştur. İlgili hakimlikler, mahkeme hakimlikleri olmayıp, “doğal hakim ilkesi”ne de aykırı kurulmuşlardır. Özellikle İstanbul Adliyesi’ne tayin edilen altı Sulh Ceza hakiminin tamamının da daha evvel soruşturma dosyasına dair kanaat bildirmiş olmaları, şüpheliler hakkında sürekli lehe kararlara imza atmış olmaları ve medyada sadece bu tür soruşturma dosyalarının kapatılabilmesi için özel olarak atandıklarına dair yazıların yer alması hususları birlikte değerlendirildiğinde, ilgili hakimliklerin bağımsız ve tarafsız olduklarından bahsedebilmek mümkün görünmemektedir. Sulh Ceza Hakimliklerinin Anayasa ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne aykırı oldukları hususu ise tüm hukukçuların ortak görüşü durumundadır.

Böylece soruşturmanın birinci evresi ile ikinci evresi birbirine tamamen zıt şekilde yürütülmüş ve sonuçta olayda her yönden kuvvetli suç şüphesinin somut varlığına rağmen savcıların değiştirilmesi ve diğer gelişmelerle birlikte takipsizlik kararıyla iddianame düzenlenmeden soruşturma sona erdirilmiştir.

Soruşturma dosyasına göre devasa bir suç örgütünün faaliyetlerinin, bu şekilde “aklanması” çabası, tüm kamuoyu vicdanında derin bir yara oluşturduğu gibi, bu süreç demokratik toplumlarda bu şekilde sonuçlanacak ve üstü örtülecek bir süreç olarak da düşünülmemelidir. Gerçekten de, soruşturma dosyasında yer alan tüm deliller birlikte değerlendirildiğinde, şüpheliler tarafından muazzam bir tesire sahip bir suç örgütü kurulmuş olduğu, bu örgütün faaliyetleri neticesinde pek çok hukuka aykırı eylem ve işlemlerin bizatihi bazı bakanlar ve yakınları tarafından takip edildiği yönünde çok ciddi şüpheler bulunmaktadır.

Buna rağmen savcılık tarafından tanzim olunan KYODK ile şüpheliler hakkında iddia düzenlenmemesi ise hukukun açıkça çiğnenmesinden başka bir anlam taşımamaktadır. Savcılığın KYODK birazcık incelendiğinde hukuka açıkça aykırı değerlendirmelerden oluştuğu çok net bir biçimde görülmektedir. Bu anlamda KYODK ın en önemli bölümü elbette ki “C-Delillerin Değerlendirilmesi” başlıklı kısmıdır.

Soruşturmada Gerçekten “Yeterli Şüphe” Yok mu?

KYODK ın gerekçesinin esas olarak “delillerin hukuka aykırılığı” tezinden yola çıktığı görülmektedir. Oysa İstanbul Cumhuriyet Savcılığı’nın soruşturma dosyasındaki delilleri “hukuka aykırı” olarak nitelendirmesi hukuken mümkün değildir. Kaldı ki savcılıkça hukuka aykırı olduğu ve hukuka aykırı yöntemlerle toplandığı iddia edilen delillerin bir kısmı, mahkeme hakimlikleri tarafından verilen kararlar olup, savcılığın, hakimlik kararlarına dayanarak toplanan delilleri tartışması mümkün değildir. Savcılık, bu şekilde toplanan tüm delilleri, delil vasfında kabul etmek zorundadır. Mahkeme hakimlikleri kararları ile toplanılan delillerin “hukuka aykırı/uygun” olduğunun değerlendirmesi ancak mahkeme tarafından değerlendirilebilecek bir husus iken, savcılığın bu yönde bir değerlendirmede bulunması yetki ve görev aşımı niteliğinde olup, bu yönüyle asıl hukuka aykırı olan savcılığın KYODK dır.

Savcılık, dosya kapsamını topyekün tetkik ettikten sonra, “yeterli şüphe”nin varlığı halinde iddianame tanzim etmekle görevli ve yetkilidir. Dava dosyasına bakıldığında ise, sadece telefon dinlemeleri (tape kayıtları) değil, fiziki teknik takip tutanakları, şüphelilerin ev ve işyerlerinde gerçekleştirilen aramalarda el konulan veriler, bu verilerin içerisinde kayıtlı bulunan belge ve bilgiler, şüphelilerin el yazısı tutulan notlar ve çizelgeler, şüphelilerin evlerindeki aramalarda ele geçirilen milyonlarca Dolar/Euro paralar, para sayma makineleri, çok sayıda çelik kasalar vb. binlerce delilin mevcut bulunduğu, bu delillerin şüpheliler bakımından dava açılması için “yeterli şüphe” yarattığının kabulü zorunlu iken, bunun aksine olarak, “tüm bu deliller hukuka uygun varsayılsa dahi suçların oluşmadığı” şeklindeki savcılık yaklaşımı, hukuki olarak kabul edilebilir nitelikte bir yaklaşım değildir.

Organize Suç Örgütünün “1” Numaralı Şüphelisi Rıza Sarraf; Büyük İhracatçı mı? Suç Örgütü Yöneticisi mi?

İlgili KYODK’da, organize suç örgütünün “1” numaralı şüphelisi olarak yer alan Rıza Sarraf hakkında; “…şirketleri Türkiye’nin ihracat rakamlarını ciddi olarak etkileyecek boyutta ihracat yapan Rıza Sarraf’ın…” (s.21), “…Türkiye’nin ihracat rakamlarını ciddi biçimde etkileyecek boyutlarda ihracat yapan işadamı Rıza Sarraf’ın…” (s.21), “…Türkiye’nin ihracat rakamlarını ciddi miktarda arttıran ticari işler yapan firmaların en üst düzeydeki yöneticisinin, Türkiye’nin ihracatını arttırmaya yönelik politikaları belirleyip uygulamaktan sorumlu olan bakan ile medeni ilişkiler çerçevesinde görüşmesi son derece doğal olmakla birlikte…” (s.28), “…Rıza Sarraf yönetimindeki şirketlerin ihracat rakamlarının çok ciddi boyutlarda yüksek olduğu, sürekli olarak kendisi ve şirket çalışanlarının yüksek meblağlı parasal işlemler yaptıkları, bu işlemlerin tamamına yakınını Halkbank nezdindeki IMB (İran Merkez Bankası) hesabından şirketlerine yapılacak ödemelere ilişkin olduğu, bu nedenle Halkbank’ın, Rıza Sarraf ve şirketleri açısından çok büyük önem arz eden bir nitelik taşıdığı, aynı şekilde Halkbank’ın işlem hacminin artmasında çok önemli bir yer tutan Rıza Sarraf’ın şirketlerinin de Halkbank yönetimi açısından büyük önem taşıdığı…” (s.29), “…Türkiye’nin ihracat rakamlarını önemli ölçüde etkileyip yukarılara çekecek düzeyde ihracat yapan, bu nedenle Ekonomi Bakanı ile yakından tanışan iş adamı Rıza Sarraf’ın…” (s.29), “…Türkiye’nin ihracatının artmasında katkısı olduğunu düşündüğü iş adamına İçişleri Bakanının sempati gösterdiği…” (s.29) şeklinde ifadelere yer verilmiş bulunulmaktadır. Türkiye’nin kuruluş tarihinden itibaren gerçekleştirilen tüm soruşturmalar içerisinde belki de kapsam ve nitelik bakımından (yolsuzluk ve rüşvet yönünden) en önemli soruşturma dosyalarından biri olan huzurdaki dosyanın “1” numaralı şüphelisi olarak yer alan ve suç işlemek amacıyla kurulan örgütün kurucusu ve lideri olduğu iddia edilen bir şüpheli hakkında savcılığın övgü ile bahsetmesi hukuken kabul edilebilir bir durum değildir. Özellikle soruşturma dosyasının tamamlandığından bahisle hazırlanan KYODK içerisinde şüphelinin şirketlerinden bahsedilmesi, bu şirketlerin ihracata büyük katkı sağladıkları, çok saygın iş adamının (!) Ekonomi Bakanı ile görüşmesinin normal olduğunun bildirilmesi (soruşturma dosyasında taraflar arasında rüşvet suçunun işlendiği sabit iken) ve dahası İçişleri Bakanı’nın dahi bu nedenlerle şüpheliye sempati ile yaklaştığının ifadelendirilmesi savcılığın soruşturma dosyasında tarafsızlığını yitirdiğinin en somut örnekleri olsa gerektir. Keza savcılık tarafından irdelenmesi gereken asıl husus, şüphelilerin üzerlerine atılı suçu işleyip işlemediklerinin somut olarak belirlenmesi ve bu sonuca göre hareket ederek bir karar vermesi iken, maalesef görev ve yetki bir an için unutulmuş ve şüpheli Rıza Sarraf’ın ülke ekonomisine olan katkısından bahsedilir hale gelinmiştir.

Bu tespit, her ne kadar soruşturma dosyası içeriğini temelinden etkileyecek bir husus olmasa da, iki bakımdan büyük önem arz etmektedir. Bunlardan birincisi, KYODK’ın henüz başında “1” numaralı şüpheliden övgü ile bahsedilerek, en azından “psikolojik olarak” şüpheli hakkında iyi bir izlenim oluşturulmaya çalışılmıştır. Bunun sonucu olarak ise, şüphelinin “ülke ekonomisine kattığı değerin yüksek olması” (!), işlediği iddia olunan eylemlerin önüne geçmiş ve şüpheli hakkında cezalandırmaya yönelik talepte bulunulmamıştır. İkinci önemli husus ise bu durumun, soruşturmaya sonradan atanan savcının soruşturma dosyasına atandıktan sonra tarafsızlığını ve bağımsızlığını yitirmiş olduğunun açık bir göstergesi olmasıdır. Nitekim aşağıda kısaca izah olunacağı üzere, şüphelilerin gerçekleştirmiş oldukları iddia olunan eylemlerin tamamına ilişkin ayrı ayrı hukuki değerlendirme yapılarak, bu aşamadan sonra bir karar verilmek gerekirken, bu husus ihmal edilmiş, şüphelilerin peşinen “aklanması” çabası içerisinde hareket edilmiştir.

İran’a Uygulanan Yaptırımların Delinmesi, “Devlet Politikası” Olunca, Suç Oluşmaz mı?

Soruşturmanın Konusu” başlıklı bölümde, öncelikle 13-19. sayfaları arasında bir kısım şüphelilerin sahip ve/veya ortak olduğu şirketlere ve hisse oranlarına dair geniş bir bilgiye yer verilmiş; akabinde ise ilgili kısmın sonuna kadar (takriben 11 sayfa boyunca) İran’a uygulanan ambargo, buna ilişkin yaptırım kararları, bankalar arasındaki havale ve para transferi politikası, ambargoya rağmen İran’la ihracatın hangi vasıtalarla temin edildiği, “altın ihracatı”na ilişkin İran ile ilgili gerçekleştirilen ihracatlar ve şüphelilerin şirketlerinin bu ihracatlardaki baskın oranları vb. yöntemler sıralanmak suretiyle, soruşturmanın asıl konusundan uzaklaşılmasına yönelik çalışmalar sergilenmiştir. Başka bir anlatımla, soruşturma konusu, sadece İran üzerinden gerçekleştirilen altın kaçakçılığı ve/veya İran’a uygulanan ambargo nedeniyle Türkiye’de yerleşik şirketlerin bu ambargoyu delme girişimleri olarak lanse edilmek istenmiştir. Oysa baştan beri ifade edildiği üzere, suçun konusu ilk olarak “suç işlemek amacıyla örgüt kurma” suçudur. Soruşturmanın konusunun, kurulu olduğu iddia olunan örgüt ve yapısına dair genel bir değerlendirme ile başlaması zaruri iken, hukuken izlenmesi gereken bu süreç göz ardı edilmiş, bunun yerine İran’a uygulanan ambargo ve yaptırımlar detaylı bir şekilde ele alınmıştır.

Soruşturma dosyası içerisinde dikkatle ele alınması gereken eylemlerden biri de Gana’dan gelen 1.5 ton altın olayına ilişkin olandır. Kısaca özetlemek gerekirse; Gana’dan kaçak yollarla Mineral Sample (Doğal Taş) olarak beyan edilip çıkarılan 1.5 ton altının kargo uçağı ile bir kısmı veya tamamı Türkiye gümrük sahasına sokulmak üzere Atatürk Hava Limanına hiçbir evrak olmaksızın iniş yapmış, şüpheli Rıza Sarraf liderliğindeki örgüt, altınları Türkiye’ye sokmak için sahte fatura vs. belgeler düzenlemiş, ilgili gümrük idaresinde görevli memurlarca ibraz edilen evrakların farklı olması ve eşyanın altın olduğunun tespit edilmesi üzerine olay yazılı ve görsel medyada yer almış; bunun üzerine şüpheli Rıza Sarraf liderliğindeki örgüt, altınları sahte evrak kullanarak Türkiye’ye kaçak yollarla sokmak eylemlerinden vazgeçerek, 65 milyon USD değerindeki altınları adli soruşturma ve mahkeme tedbirinden kaçırmak suretiyle yurtdışına güvenli bir yere götürmeye karar vermişlerdir. Derhal harekete geçen şüpheli Rıza Sarraf, ithalat ve ihracattan sorumlu Ekonomi Eski Bakanı Mehmet Zafer Çağlayan’ın nüfuzunu kullanarak (rüşvet anlaşması karşılığında), kendi talepleri doğrultusunda gümrük idaresinin talimatı ile 65 Milyon USD değerindeki altınları, orijinal olmayan evraklar ile hiçbir soruşturma yapılmaksızın üçüncü bir ülkeye gönderilmesini temin etmiştir.

Oysa soruşturmaya sonradan atanan savcı tarafından bu konuya ilişkin düzenlenen teknik bilirkişi raporundaki tespitler de tamamen gözardı edilerek, bu suçlar bakımından da ceza verilemeyeceği iddia edilmiştir. Gerçekten de teknik konularda görüş alınan bilirkişilerin hazırladığı bilirkişi raporlarına itibar edilmeyecekse, bunun da gerekçelerinin somut, net ve anlaşılır bir şekilde ortaya konulması gerekmektedir. Savcılık, en azından bilirkişi raporunun hatalı ya da eksik olduğu görüşündeyse yeni bir bilirkişi incelemesi de yaptırılabilirdi. Oysa son derece titizlikle tanzim edildiği aşikar olan soruşturma dosyasındaki bilirkişi raporuna itibar etmeyen savcı, bunun gerekçesini izah etmediği gibi başka bir bilirkişi incelemesi de yaptırmamıştır. Bunun nedeni ise bilirkişi raporunda itiraz edilecek bir husus bulunmadığının savcılık tarafından bilinmesi olabilir. Bu yüzden de herhalde yeni bir bilirkişi incelemesi yaptırılması da riskli bulunmuş olacak ki, KYODK da bilirkişi raporu dikkate alınmadığı gibi neden dikkate alınmadığı da açıklanmamıştır. Böylece bilirkişi raporundaki tespitlere hiç değinilmemiş ve suskunlukla geçiştirilmiştir.

Şimdiye kadar tanzim olunan hiç bir İddianame ve/veya KYODK’da yer almadığına inandığımız bir tespit ilk defa bu soruşturma savcısı tarafından ifade edilmiştir. “…Yapılan işlemin İran’a uygulanan ambargoyu delmeye yönelik olarak değerlendirilmesi başsavcılığımız tarafından yürütülen suç soruşturması kapsamının dışında olan bir husustur. Bu yöndeki işlemlere devam edilmesi ve izin verilmesi bir devlet politikası gereği olup, doğruluğu ve yanlışlığı tartışma konusu yapılmayacaktır.” (s.27/son paragraf) Savcılık, görev ve yetkisi dahilinde olan ve soruşturma konusu eylemleri tek tek değerlendirmek ve hukuken suç işlenip işlenmediği yönünde bir vasıflandırma yapmak yerine, İran’a yönelik dış politika, ambargo ve ambargonun aşılmasına ilişkin sorunlara eğilmiş ve netice olarak da İran’a uygulanan BM ambargosunun dahi delinmiş olmasının soruşturma kapsamında nitelendirilemeyeceğini ifade etmiştir. Savcılık, bir adım daha ileriye giderek, uluslararası yaptırım ve BM kararları olmasına karşın, bu kararların delinmesinin ve hiçe sayılmasının bir devlet politikası gereği olduğunu ifade edebilmiş ve devlet politikasının buna izin verip vermeyeceğinin ve/veya doğruluğunun yanlışlığının artık tartışılamayacağını açıkça zikretmiştir. Yargı sisteminin en önemli sac ayaklarından birisi olan iddia makamının, yargılama sürecinden uzaklaşarak ve adeta politik tahlillerde bulunarak, BM karar ve yaptırımlarının delinmesinin soruşturma kapsamında değerlendirilemeyeceğinin ve bunun bir devlet politikası olabileceği yönündeki değerlendirmelerinin hukuken kabul edilmesi mümkün değildir.

Soruşturma bağlamında önem arz eden ikinci husus ise, “ihbar metinlerinin hukuka aykırı olduğundan bahisle, ihbarların başlı başına kuvvetli şüphe oluşmasını sağlamadığı, başka şekilde delil elde etme olanağı bulunmasına karşın, bu ihbarlara dayanılarak oluşturulan dinleme kararlarının da hukuka aykırı olacağı” şeklindeki hukuki olmayan yaklaşımdır. Soruşturma dosyasındaki ihbar metinleri tetkik edildiğinde; suç işlemek amacıyla bir örgüt kurulduğu, örgütün kendi içerisinde hiyerarşik bir yapılanmada olduğu, milyon dolarlarla ifade edilen kaçakçılık, rüşvet, yolsuzluk, kara para aklama, sahtecilik ve fuhuş gibi suçlar işlendiği iddia olunmaktadır. Tekil olarak değerlendirildiğinde dahi, her bir suçlama ciddiye alınması gereken suçlamalardır. Bu ihbarların yanı sıra şüpheliler hakkında daha evvel de Masak tarafından araştırmalar gerçekleştirildiği ve para trafiğinde şüpheli olarak tespit edilen işlemler bulunduğu nazara alındığında, soruşturmanın henüz başında kuvvetli suç şüphesinin bulunduğunun kabul edilmesi gerekmektedir. Oysa savcılık, tüm bu delilleri göz ardı ederek, olayda kuvvetli şuç şüphesi bulamamış, bunun yerine şüphelilerin eylemlerinin bir devlet politikasına dayandığından bahisle şüphelileri aklama yolunu seçmiştir.

Sonuç olarak, İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, kamuoyunda Türkiye tarihinin en büyük ve kapsamlı “yolsuzluk ve rüşvet” hadisesi olarak anılan soruşturma kapsamında yukarıda kısaca açıkladığımız şekilde hukuki gerekçelerden yoksun, dosya kapsamına uygun bulunmayan ve adeta zorlama yorumlarla, şüphelilere atılı suçların oluşmadığından bahisle 63 sayfadan ibaret “Kovuşturmaya Yer Olmadığına Dair Karar (KYODK)” vermiştir.

Kovuşturmaya Yer Olmadığına Dair Karar (KYODK)” a İtiraz ve Sonrası

Anılı soruşturma dosyası toplamda 103 klasörden ibaret olup, dosyadaki bilgi, belge ve delillere göre şüpheliler, şimdiye kadar Türkiye tarihinde görülmemiş bir organizasyon oluşturmuşlar, kurulu örgütün maddi gücü ile bakanlıklara kadar uzanabilmişler, milyarlarca dolarlık para alışverişinde bulunmuşlar ve Türkiye’de yaşayan tüm kesimlerin mağduriyetini yaratacak eylem, işlem ve söylemlerde bulunmuşlardır.

Şüpheli Rıza Sarraf, bu soruşturmadan haberdar olmadan önce, yasadışı eylemlerinin, kurmuş olduğu paravan şirketler üzerinden milyonlarca doların aklanmasının ve bu şirketler hakkında başta Masak olmak üzere kamu kurum ve kuruluşlarına yapılan şikayetlerin basında yer alacağını öğrenmesini müteakip, bu haberlerin engellenmesi için de aynı yasadışı örgütle temasa geçmiş ve basında kendisine ait şirketler hakkında haber yapılmamasını temin etmiştir. Gerçekten de soruşturma dosyası incelendiğinde, şüpheli Rıza Sarraf’ın başta Barış Güler ve İçişleri Eski Bakanı Muammer Güler olmak üzere, dönemin pek çok bakanları ile de bu hususta görüştüğü, basında haber yapılmaması karşılığı rüşvet anlaşmasına varıldığı anlaşılmaktadır.

Yine şüpheli Barış Güler’e ait olduğu ifade edilen el yazısı notlarda da taraflar arasındaki rüşvet anlaşmasına dair not halinde yazılar mevcuttur. Dolayısıyla Orhan İnce hakkında gerçekleştirilen hukuka aykırı eylemlerin temel ve yegane kaynağı tape kayıtları olmayıp, bu kayıtları destekleyen ve bu kayıtlarla örtüşen yan delillerle de şüphelilerin eylemleri sübuta ermiş bulunmaktadır. Bütün bu delillere rağmen yapılan soruşturma sonucunda İstanbul Cumhuriyet Savcılığı tarafından hukuka aykırı olarak “Kovuşturmaya Yer Olmadığına Dair Karar (KYODK)” verilmiştir.

Bu esnada yoğun kamuoyu baskısı sonucunda oluşturulan TBMM Meclis Soruşturması Komisyonu ise, 05.01.2015 tarihinde dört eski bakan ile ilgili kararını açıklamış ve soruşturma kapsamında pek çok suç ile ilgili zan altında olan bakanların Yüce Divan’a gönderilmemeleri yönünde görüş çokluğuna varmış ve 09.01.2015 tarihinde de raporunu sunmuştur. Basında yer alan haberlere göre, komisyon üyelerinden Ayşe Türkmenoğlu “Bakanların tüm suçlamaları kabul ettiklerini varsaysak bile, bende, bir suç işlediklerine dair yeterli şüphe uyanmadı…” demek suretiyle, ilgili soruşturmanın dahi esasında usulen gerçekleştirildiğini ikrar ve beyan etmiştir.

Sonuçta soruşturma dosyasında savcılık tarafından verilen “Kovuşturmaya Yer Olmadığına Dair Karar (KYODK)” ın soruşturma dosyasında tek müşteki sıfatına haiz olan Orhan İnce vekiline tebliği üzerine, Orhan İnce vekili Av. Özcan Karakoç tarafından karara itiraz edilerek, TBMM Meclis Soruşturması Komisyonu Başkanlığı’ndaki ifadelerin tamamının ana dosyaya celbi talep edilmiş ve basına yansıyan eski bakan ifadelerine göre işlenilen suçların tevil yolu ikrar edilmiş olduğu, bu nedenle KYODK ın kaldırılarak, delillerin toplanması ve şüpheliler hakkında dava açılması talep edilmiştir.

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturma dosyasına gerçekleştirilen bu itirazı inceleyen ve bu operasyon sonrasında oluşturulan İstanbul 6. Sulh Ceza Hakimliği ise, 15.12.2014 tarihinde Türkiye’nin en büyük yolsuzluk ve rüşvet suçlarını işlediği öne sürülen örgüt yönetici ve üyeleri hakkındaki itirazı reddetmiş ve ilgili karar bir gün sonra müşteki sıfatıyla Orhan İnce vekiline tebliğ edilmiştir.

Oysa gerek savcılık ve gerekse İstanbul 6. Sulh Ceza Hakimliği tarafından verilen kararlar, gerekçeden yoksun olup, Anayasa’ya, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne, uluslararası sözleşmelere, hukukun genel normlarına ve tüm kamu vicdanına açıkça aykırı bulunmaktadır. Bir başka anlatımla, kamuoyu vicdanında, her iki kararın da dosya içeriğindeki tüm deliller değerlendirilerek oluşturulmuş kararlar olmayıp, tersine şüphelilerin “aklanması” yönünde oluşturulmuş metinlerden ibaret olduğu görüşü oluşmuştur. Nitekim savcılık tarafından tanzim olunan 63 sayfadan ibaret Kovuşturmaya Yer Olmadığına Dair Karar (KYODK) titizlikle incelendiğinde, dosya içindeki delillerin tek tek değerlendirilmediği, şüphelilere atfedilen eylemlere dair tek tek mütalaada bulunulmadığı, şüpheliler tarafından gerçekleştirildiği iddia olunan kimi eylem ve suç isnatlarına dair tek bir satır dahi yer verilmediği, şüphelilerden ele geçirilen materyaller ve milyonlarca dolar/euro meblağındaki paralara ilişkin görüş bildirilmediği anlaşılmaktadır. Yine İstanbul 6. Sulh Ceza Hakimliği tarafından verilen itirazın reddi kararında, itiraz dilekçesinde bildirilen hususlara değinilmemiş, dosyanın Hakimlikçe incelenmediği itiraf edilmiş ve 64 sayfalık itiraza karşı 2 sayfalık red kararı oluşturulmuştur.

Ayrıca belirtilmesi gerekir ki, İstanbul 6. Sulh Ceza Hakimliği’nin gerekçeden yoksun kararında yer alan “sadece şikayetle ilgili kısımların okunduğu” şeklindeki yaklaşım da hukuki olmaktan uzak olduğu kadar, kararın alelade yazıldığı ve gerekçe içermediğinin de ikrarı olarak değerlendirilmelidir.

Ayrıca soruşturma ve itiraz sürecinde tanık dinletme yönündeki taleplerin gerekçesiz olarak reddedilmiş olması, Adil Yargılanma Hakkı’nın açık ihlali olarak değerlendirilmelidir.

Öte yandan Sulh Ceza Hakimlikleri’nin sadece bu ve benzeri soruşturmalar hakkında karar vermek üzere kurulduklarına dair ciddi görüş ve kanaatin yaygın olarak toplumda yer alması, bu hakimliklerin özel olarak tesis edildiğine ilişkin kaygılar, hakimlikler tarafından bu dönemde verilen hukuka açıkça aykırı kararlar birlikte değerlendirildiğinde, ilgili hakimliklerin etkili bir başvuru mekanizması konumunda bulunmadıkları görülmektedir.

Ayrıca uzunca bir süre soruşturma dosyasının kısıtlama kararı gerekçe gösterilmek suretiyle müşteki ile paylaşılmamış olması da bir hak ihlali olarak değerlendirilmelidir. Nitekim soruşturma dosyasına ilişkin olarak İstanbul 5. Sulh Ceza Mahkemesi’nin kararı ile “gizlilik” (kısıtlama) kararı alınmıştır. Bahse konu kısıtlama kararı, müşteki tarafın soruşturma dosyasına erişimine mani olduğu gibi, müştekinin iddia ve delillerini sunmasına da engel oluşturmuştur. Soruşturma aşamasında müşteki bakımından hak kaybı yaratan bu husus, maalesef KYODK sonrasında da devam etmiştir. Yine soruşturma dosyasının tamamının müşteki tarafa verilmesi talebi yerine getirilmemiş, müştekinin itiraz hakkını etkin bir şekilde kullanabilmesi böylece engellenmek istenmiştir.

Savcılık tarafından sürdürülen soruşturma esnasında, uzunca bir dönem kısıtlama kararı olduğundan bahisle, dosya fotokopisi müşteki tarafa verilmemiş, ancak Kovuşturmaya Yer Olmadığına Dair Karar’ın tebliğini müteakip, dosyanın sınırlı bir kısmı dijital ortamda verilmiştir. Dolayısıyla müşteki tarafın soruşturma dosyasına erişimi engellenmiş, şikayetçi olduğu konulara ilişkin delillerini dosyaya hasretme ve gereğinde tanık bildirme hakları elinden alınmıştır. Yine soruşturma dosyasında mübrez olan ve fiziken A4 kağıtlara aktarılmamış bulunan kimi veriler cd,dvd, harddisk ve diğer dijital veriler halinde dosyada bulunmaktadır ve bunlardan bir suretin verilmesi talebi de reddolunmuştur.

Yukarıda kısaca açıklandığı üzere, soruşturma dosyasına mağdurun tam olarak erişememesi, başta 5271 Sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun “Mağdur ile Şikayetçinin Hakları” başlıklı 234. maddesi olmak üzere, Anayasa’nın “Hak Arama Hürriyeti” başlıklı 36. maddesine ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin “Adil Yargılanma Hakkı” başlıklı 6. ve “Etkili Başvuru Hakkı” başlıklı 13. maddelerine aykırılık teşkil etmektedir.

Soruşturma dosyasının müşteki ile paylaşılmamış olması, müştekinin delillerini dosyaya bildirmesine izin verilmemesi, tanık dinletme yönündeki isteminin reddedilmesi, TBMM Meclis Soruşturması Komisyonu Başkanlığı’ndaki eski bakan ifadelerinin dosyaya celbi yönündeki istemine yanıt dahi verilmemesi vb. hususların tamamı Adil Yargılanma Hakkı’nın ihlali olarak değerlendirilmelidir.

AİHM, pek çok davada taraf ülkelere soruşturmanın etkin bir şekilde sürdürülmesi zorunluluğunu hatırlatmıştır. Başta yürütme organında yer alan kimi şahsiyetlerin sık sık medyada soruşturma dosyasına dair beyanda bulunmaları, belli kişileri belli sıfatlarla itham etmeleri, soruşturmayı yürüten emniyet görevlilerinin hemen tamamının önce görev yerlerinin değiştirilmesi ve sonrasında meslekten çıkarılmaları, bir kısım emniyet görevlilerinin daha sonra tutuklanmaları, soruşturma başında bulunan savcıların ivedilikle değiştirildiği vb. hususlar topyekün değerlendirildiğinde, soruşturmanın etkin bir şekilde sürdürülmüş olduğundan bahsedebilmek mümkün değildir. Özellikle medyada sıklıkla ve uzun süre yer alan, siyasi şahsiyetlerin soruşturmayı etkileyici, yönlendirici ve yol gösterici beyanlarının savcılık üzerinde tesir yaratmış olabileceği hususu da bu soruşturma dosyasında dikkat çekici bir başka noktadır.

Gelinen bu aşamada müşteki sıfatıyla KYODK karşı yapılan itirazın Sulh Ceza Hakimliği tarafından reddedilmesi üzerine, bu defa başka iç hukuk yolu kalmadığından, duruşmalı ve tanık dinletme talepli olarak Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’na bireysel başvuru yapılmıştır.

Sonuç olarak; Kamuoyunda “17 Aralık operasyonu” olarak bilinen soruşturma dosyasında verilen KYODK a dosyada bulunan tek müşteki adına yapılan itiraz, İstanbul 6. Sulh Ceza Hakimliği tarafından reddedilmiş olup, bu karar sonucunda başka iç hukuk yolu kalmadığından Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yapılmıştır. Ancak başvurunun üzerinden bir yıla yakın süre geçmesine rağmen, henüz Anayasa Mahkemesi tarafından bir karar verilmemiştir. Konuya ilişkin Meclis soruşturma komisyonunun raporu ise, kamuoyu tarafından bilinmekte olup, şüphelilerden 4 eski bakan hakkında soruşturmaya gerek olmadığı yönünde görüş bildirilmiş ve bu rapor doğrultusunda şüphelilerden bakan olanların Yüce Divan’a sevk edilmesi TBMM tarafından reddedilerek, Yüce Divan’da bir yargılama yapılması olasılığı da şimdilik sona ermiş olup, Anayasa Mahkemesi nin kararı soruşturmanın geleceğini belirleyici hale gelmiştir.