Arin Manca
İstanbul Barosu Başkanlığı 12.01.2016 tarihinde “ Türkiye Cumhuriyeti Bir ‘Fetva’ Devleti Değil, Bu Yöndeki Özlem ve Gayretlere Karşın ‘Halen’ Bir Hukuk Devletidir” başlığıyla bir açıklama yaptı.*
Açıklamanın konusu, Diyanet Din İşleri Yüksek Kurulu Dini Bilgilendirme Platformu’nda sorulan “Bir babanın öz kızına duyduğu şehvet, karısıyla olan nikahını düşürür mü?” sorusuna verilen ve kamuoyunda tepki gösterilen yanıttı.
Hangi Diyanet?
Baro, verilen yanıtı “hukuk devleti” (hukuk devleti terimi bir oksimoron kabul edilmezse eğer) açısından kabul edilemez buluyor. Yani açıklamadan anlaşılan, sorunun içeriğindeki yüz kızartıcı eylem TCK’nin ilgili maddelerine aykırı olmasa “hukuk devleti” açısından sorun görülmeyecek. Oysa sorulan soru zaten “TCK’ye uygun mu değil mi” sorusu değil, dinen sorulan bir soru. Soruya yanıt veren kişi ya da kurulun da zaten bir hukuk uzmanından ziyade ilahiyat uzmanı olması gerekir. Yanıt verirken de tek kıstası kendi bildiği din olur doğal olarak. Zaten Baronun açıklamasında da “633 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkındaki Kanun’un 1.maddesinde de başkanlığın görevi, İslam dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek olarak belirlenmiştir.” denmektedir. Görevleri arasında bunlar olan bir devlet kurumunun nasıl davranması bekleniyor? Dini öğretmekle mükellef bir devlet kurumunun, dini her isteyene göre değil, kendi oluşturduğu görüşe göre anlatması doğaldır. Doğal olmayan, böyle bir kurumun varlığından rahatsız olmayıp “hukuk devleti”ne aykırı bulmayıp, görüşlerine göre eleştirmektir. Yani “ne mutlu Türküm diyene”, “Ata-Türk”, “Varol İnönü” gibi mahyalar yazan Diyanet İşleri Başkanlığı “hukuk devleti” açısından rahatsız edici bulunmuyor çünkü açıklamanın sonunda da belirtildiği gibi “Ankara Müftüsü ve Ankara Müdafa-i Hukuk Cemiyeti’nin kurucularından, ülkenin kurtuluşunda ve Cumhuriyet’in kuruluşunda emeği ve alın teri olan Börekçizade Rıfat Efendi”nin diyaneti arzu edilen diyanet. İstanbul Barosu Başkanının, özlemini duyduğu 1930’lu yılların Cumhuriyet kurumudur özlenen Diyanet.
Diyanet İşleri Başkanlığı İle Laiklik Mümkün mü?
Keşke İstanbul Barosu Başkanlığı, açıklamasında alıntı yaptığı Anayasa maddesindeki gibi, Diyanet İşleri Başkanlığının “laiklik ilkesi doğrultusunda” hareket etmesinin nasıl mümkün olacağını da anlatsaydı ve aydınlansaydık. Yukarıdaki kanun maddesinde belirtildiği gibi “İslam dininin inançları, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek” olan bir kurumun “laiklik ilkesi doğrultusunda” hareket etmesinin mümkün olup olmadığını anlatabilseydi keşke. Ya da sadece İslam dininin esaslarıyla ilgilenen, diğer hiçbir dini umursamayan bir kurumun, bu ayrımcılıkla “hukuk devleti”ne nasıl katkı sağlayacağını anlatabilseydi. Aslında bu husus İstanbul Barosu Başkanlığının hiç de yabancısı olduğu bir husus değil çünkü İstanbul Barosu da sanki başka hiçbir inançtan insan yokmuş gibi her Ramazan ve Kurban bayramında üyelerinin bayramını kutlarken diğer inançların bayramlarında sessizliği tercih etmektedir. Oysa asla İstanbul Barosu kadar “ilerici” olmayan Recep Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül dahi geçmişte gayrimüslimlerin bayramlarını kutlayabilmişlerdir. Konuyu daha fazla değiştirmeden İstanbul Barosu Başkanlığına şunu sormak gerek: devletin dini varsa laik olabilir mi? Keşke Baro buna da yanıt verebilseydi. Tabii burada laisizm ve sekülarizm tartışması bu yazının konusu dışında. Laiklikten sekülarizme evrilebilinirse kanaatimce daha iyi olacaktır.
Diyanet İşleri Başkanlığı Son Zamanlarda Siyasi Görüş ve Düşüncelerin veya İktidarın Etkisinde midir?
Diyanet İşleri Başkanlığının internet sitesinde, sorulan soruya verilen yanıt, Baronun açıklamasında belirtildiği gibi tek başına “siyasi görüş ve düşüncelerin dışında kalmak” ölçütüne aykırı gelmemektedir. Yani bu verilen yanıttaki görüşün yüz kızartıcı olması, TCK’ye aykırı olması siyasi görüş ve düşüncelerle hareket etmeye delalet değildir. Görev dışında davranmak anlamına da gelmemektedir. Bu kurumun varlığını ve yukarıda verilen görevlerini kabul ediyorsanız bu türden “fetva”ya da söyleyecek sözünüz kalmaz. Zaten Diyanet İşleri Başkanlığının bu türden “fetva” vermesi yeni bir durum da değildir. Yayımlanmış diyanet kitaplarına bakmak bu konuda yeterli fikir verir. Kamuoyuna yansımayan nice infial yaratacak görüşler, devlet eliyle ve gözetiminde Börekçizade’den beri yayımlanmaktadır. Kurulduğu günden beri de iktidarların etkisindedir. Zaten kuruluşunun asıl amacı da iktidarın dine müdahale etmesidir. Baronun açıklamasında belirtildiğinin aksine, son zamanlarda olan bir durum değildir. Diyanet İşleri Başkanlığı kurulduğu dönemde, bireye daha az özgürlük tanıyan Hanbeli-Eşari yorum yerine Hanefi-Maturidi yorumun oturtulmaya çalışılması iktidarın dine müdahale etmediği anlamına pek tabii gelmemektedir.
Baro fetvası
Açıklamanın bir yerinde, “hiç bir dinin ve bu arada elbette ki İslam dininin cevaz vermesi düşünülemez”. denmekte ve dine zarar verdiği belirtilmekte. “Fetva” vermekle eleştiren İstanbul Barosu Başkanlığı, evrendeki tüm dinleri araştırmış oluyor ve hükmünü veriyor. Kendi “fetva”sını veriyor. Bilimsellik bir yana bırakılacak da olsa acaba din cevaz verseydi ne düşünecekti, merakta bırakıyor. Herkesin dinin ne dediğini belirtme hakkı tabii ki var ama İstanbul Barosu Başkanlığı gibi bir kurumun açıklamasında bunun yeri olmamalı. Ya da yeri var diyorsak o zaman Diyanet İşleri Başkanlığının haydi haydi var. Hatta yasal görevi.
Diyanet İşleri Başkanlığı Kaldırılmalıdır
Diyanet İşleri Başkanlığı gibi bir kurum olduğu sürece ne laiklik olur ne de “hukuk devleti”. Dolayısıyla amaç onu kendi istediğimiz şekle büründürmek değil, kalkmasına çabalamak olmalı. Dini başıboş bırakırsak sonuçları kötü olur anlayışı, aslında özgürlüklere bakış açımızı yansıtıyor. Ve Diyanet İşleri Başkanlığı da dönemin iktidarına göre yapılandırılan ama aslında hep aynı görevi gören bir kurum oluyor. Devletin toplumu dinen aydınlatma gibi bir görevi olmamalıdır. Eğer bu kurum kaldırılamayacaksa o zaman Türkiye’deki her kesimin istediği dini faaliyetini özgürce yürütmesini sağlamakla sınırlı kalan bir görev alanına çekilmelidir.