17 Eylül 2015 tarihinde İnci Hekimoğlu’nun Demokrat Haber sitesi için Dr. Orhan Gazi Ertekin ile yaptığı söyleşiye; halihazırda devam eden sokağa çıkma yasakları, devletin/iktidarın Kürt algısı, Kürtlerle birlikte merkezi unsurlar dışındaki unsurlara bakış açısı, hukuk ve yargı algısı ile yargının devlete ve kamuya, yargının yargıya bakışı ve daha bir çok konuda hala oldukça güncel olması açısından sitemizde yer verdik.

                                                                                                         ***

Demokrat Yargı Derneği Eş Başkanı Orhan Gazi Ertekin, halen görevde olup da hukuka sahip çıkma cesareti gösteren ender isimlerden biri. Ertekin’i öncelikle böyle tanıtmakta yarar var, hele ki; anayasal haklarını talep edenlerin ‘terörist’, anayasa ve yasalara göre karar alan yargı üyelerinin “hain” ilan edildiği bu siyasi iklimde…

Devam edersek; ülkenin bir bölümünün aralıklarla ya da günlerce kesintisiz “Yasak Bölge” ilan edildiği, her yasaklı bölgeden onlarca sivilin cenazesinin çıktığı, ‘resmi’lerin bir siyasal parti üyelerini tartaklayıp, tehdit edebilme noktasına geldiği bir siyasi iklimde…

Orhan Gazi Ertekin’e, bu sürecin hukuksal tarifinden, işlenen suçlara, geleceğe dair korkularımızdan, “çözüm süreci”ne, hepimizin kafamızdaki ortak soruları sorduk.

Ertekin, sorularımıza yalnız pek alışık olmadığımız bir hukuk perspektifinden yanıt vermedi, aynı zamanda müthiş öğretici, hatırlatıcı ve ufuk açıcı yanıtlarıyla bu “kriz” durumundan çıkış kapısını da gösterdi.

Tam da bu nedenle bu uzun röportajı kesip-biçmek yerine iki bölümde vermeyi uygun bulduk.

Çünkü bugünlerdeki temel ihtiyacımız; bağımsız hukukun kesintisiz ve yüksek sesi…

1. BÖLÜM

-İçinde bulunduğumuz siyasal durumu genel olarak nasıl görüyorsunuz?

Şekspiryen biçimde söylersek; “Zamanın menteşesinden çıktığı” bir siyasal durumun tam içindeyiz. Menteşeyi yerine yerleştirecek bir siyasal güç yoğunlaşmasını da gözlemleyemiyoruz. Yaşadığımız bütün bu siyasal seyrüseferlerin; iniş-çıkışların, yükseliş-çöküşlerin, içine düştüğümüz gerilimlerimizin, çelişkilerimizin ve bütün temel siyasal sorunlarımızın çözülemez gibi görünmesinin zemininde de bu durum yatıyor. Madem Şekspir’den başladık içine düştüğümüz güncel hayatın nefret ve sevgi hallerinden anlamayı deneyebiliriz, bugün nasıl bir dönemde yaşadığımızı örneğin.

Dikkat edin; seveceğimiz ve nefret edeceğimiz kişi ve gruplar anlık siyasal komutlarla belirleniyor. Bir gün Cemaati sevmemiz, ikinci gün nefret etmemiz isteniyor. Bir gün ordudan nefret etmemiz isteniyor, ikinci gün onsuz olamayacağımız gerçeği ile uyarılıyoruz. Bir gün PKK’yı sevme ihtimalimizi çok sevmemiz isteniyor. İkinci gün çılgınca ve eylemli biçimde nefret etmenin nefes almak için gerekli olduğu söyleniyor. Dahası yarın tersinin söyleneceğini tahmin etmek hiç güç değil! Ama sorun yok! Gerekiyorsa yarın o da yapılır!

Tersi de geçerli, bir gün Erdoğan’ın ülkeyi batırdığını söylerken, bir başka gün Erdoğan sayesinde krizi atlatabileceğimiz; örneğin “Cemaatten ancak Erdoğan sayesinde kurtulabileceğimiz”, veya “Kürt meselesinin çözümünü ancak ve ancak Erdoğan’ın gerçekleştirebileceği” söylenebiliyor. Herkesin acil olarak haklı olmaya ihtiyaç duydukları böyle bir siyasal durumun içinde bir “hakikat” aramak mümkün değil. Öyle bir çarkın içinde dönüyorlar ki “oturup ince şeyler düşünmeye” kimsenin vakti yok. Buna gerek de yok! “Yav arkadaş dur biraz düşün neler yaptığının farkında mısın? Bak yarın utanacaksın!” diye karşısına geçip dostluk göstermeyin sakın! Çünkü İktidar içinde bir güç yoğunlaşması yaratana kadar kimi sevecekleri ve kimden nefret edeceklerine dair bugünün en acil komutlarını yerine getirmeleri gerekiyor onların…

Benzer “kriz hali” galiba Ortadoğu için de geçerli değil mi?

Evet, zaten yaşadığımız krizin en önemli unsurlarından birisi Ortadoğu’nun son yüz elli yıldaki güç ilişkilerinin çözülmesiyle ilgili. Tıpkı Türkiye gibi Ortadoğu da çok katmanlı, çok aktörlü, karmaşık bir durum arz ediyor. Ortadoğu son bin yıl içinde, genellikle, Farisiler, Türkler ve Arapların hakim siyaset dili ile temsil edilmişti. Kürtler ise bu temsilin, bağlı tarihsel unsuru olarak konumlandırılmıştı sadece.

Firdevsi’nin Şehnamesi, aslında bir Ortadoğu tarifi ve tarihi gibidir. Mustafa Kemal de 1934’te Şehnameyi çarpıtarak bir Ortadoğu tarifi ve tarihi yazmak istemişti. Münir Hayri Egeli’ye “Öz Soy Operası” adıyla bir opera sipariş etmişti ve bununla İran’la Kürt isyanlarından doğan bazı sorunları çözmek için “mesaj”lar vermeye çalışmıştı. Buna göre Ortadoğu, iki kardeşin; Türkler ve İranlılar, “Kurt ile Aslan”ın bölgesiydi ve bu iki kardeş yeniden bir araya gelmeliydi. Kürtler, bir “kardeş” değillerdi bu temsilde. Bu “mesaj” 1990’lara kadar gücünü ve etkisini korudu.

Fakat, 1990’lardan itibaren Kürtler, bir siyasal güç olarak yükselmeye başladılar. Sezai Karakoç’un çok yerinde deyişiyle Kürtlerin, Ortadoğu’daki diğer tüm halklar; Türkler, İranlılar, Araplar vb.nin uyumlu birlikleri için bir “kilit taşı” olduğu açığa çıktı.

KÜRTLERİ DE KAPSAYAN YENİ BİR HUKUK

Bugün hem Ortadoğu’nun hem de Türkiye’nin uyumlu bir toplumsal birliğe kavuşması için bu “kilit taşı”nın, yani Kürtlerin makul bir siyasal yere yerleştirilmesi gerekiyor. Aksi takdirde krizi krizle çözmeye çalışan o eski ve bildik idare yöntemiyle devam edeceğiz. Bugün geldiğimiz noktada ise tıpkı Türkiye’deki yapay anayasal, hukuksal gelenek ve kurumlar gibi Ortadoğu’nun yapay gelenekleri de çökmüş durumda. Sınırlar sürekli olarak yeniden kurulurken, hukukun sınırları da darmadağın durumda. Yeni ve Kürtleri de içeren bir hukuk ve adalet alanı yaratılmadığı sürece bu kriz derinleşerek sürecektir.

-Suruç katliamı, ardından IŞİD’in Suriye sınırından açtığı ateşle bir askerin yaşamını yitirmesi sonrası, önce birkaç merkezde ilan edilen “Özel Güvenlik Bölgesi” ya da “Geçici Askeri Güvenlik Bölgesi”nin sayısı hızla artarak 100’ü geçti. Öncelikle teknik bir soru sormak istiyorum. Sizce bu uygulama ve gerekçeleri hukuki mi?

Türkiye’nin son 150 yıllık hukuk serüvenine bakıldığında hiç sekmeyen tek “kural” her “istisna”nın sonunda kural haline geldiğidir. Tam da bundan dolayı Kanuni Esasi’nin olağanüstü hal ve sürgüne cevaz veren ünlü 113. maddesi 1876’dan 1908’e kadar uygulanan tek “kural”dı neredeyse. Cumhuriyet sonrası Takrir-i Sükun Kanunu’nun 1924 Anayasası’nın bütün varlığını askıya aldığını da biliyoruz. Askeri İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesinin de 61 Anayasası’ndan daha önemli olduğunu da müşahede ettik. Emasya Protokolü’nü de hatırlamanın tam zamanıdır bu noktada. İller büyük oranda bu ve benzeri protokollerle yönetiliyor ve gerçek “hukuk düzeni”mizi temel hukuksal metinlerin dışındaki bu “istisnai önlem”ler belirliyordu. “Özel Güvenlik Bölgesi” ya da “Geçici Askeri Güvenlik Bölgesi” uygulamaları da “istisna”nın “kural” haline geldiği aynı tarihsel hattın güncel devamından başka bir şey değil.

YARGI BOL TAKILI ‘TAŞRA DÜĞÜNÜ’ GİBİ

Bu noktadan ilerleyerek sorunuza cevap vermek gerekirse; Türkiye’de herhangi bir fiili durumu hukuksallaştırmak çok kolaydır. Çünkü özerk ve dayanıklı bir hukuk düşüncesine sahip olamadık bir türlü. Bu durum, hukuk ve yargı alanının bol takılı bir “taşra düğünü” veya renkli, boyalı, boncuklu bir “Hindistan Putperest Tapınağı”na dönüşmesinin de sebeplerindendir. Ne ararsanız bulursunuz! 82 Anayasası’nda, diğer anayasalarda bile olmayan oldukça geniş bir haklar seti vardır. Ama pek azı gerçek politik hayatımızın içtihatlarına katılabilmiştir. İç Hizmet Kanunu’nun 35. maddesi tam bir şenliktir. Emasya Protokolü de hemen arkasından parlak bir ışık verir hukuk hayatımıza. Yasalardaki tarifler yönetmelik ve genelgelerde hep farklı tezahürler kazanmıştır. Dahası göz zevkine göre herhangi bir protokol bir anayasal hükmün önüne geçebilir. İşte “Özel Güvenlik Bölgesi” ya da “Askeri Güvenlik Bölgesi” de Türkiye’nin hukukunun geniş renkli dünyasının bir parçasıdır. Dahası hukuk düzeninin “geçici” ve “îstisnai” bir düzenleme alanı olduğu halde sizin de söylediğiniz gibi 100’den fazla bölgeye dönüşerek bir “normal” ve “kalıcı” hal almaya başlar.

EN YAKINDAKİ ADLİYE HUKUKA JÜPİTER KADAR UZAK

Türkiye’deki her hukuksal sorunun cevabını düşünürken şunu hatırdan çıkarmayalım: Türkiye’nin hukuk düzeni yöntemsel bir zemine, dayanıklı ve özerk hukuksal müessese ve mefhumlara ve toplumsal farklılaşmaları takip eden ciddi bir içtihat düzenine sahip olmadığı için, bütün bu geleneğin hukukun içinden ve hukukçular eliyle hiç sorgulanmaksızın kolaylıkla kabul edilmesine yol açıyor ve nihayetinde bir “hukuk” ve bir “yargı” olarak kendi kendisini imha eden bir iktidar ideolojisine teslim oluyor. Ciddi bir hukuk düşüncesi ile bakıldığında bu yaklaşımların hukuki ömrünün en yakınımızdaki adliye kadar uzak olması gerektiğini kabul etmek gerekir. Fakat, en yakınımızdaki adliye, hukuka Jüpiter kadar uzaktır…

Gerekçesi, “terör eylemleri” olarak açıklanan uygulama kapsamına alınan merkezlere bakıldığında ise HDP’nin yüzde 90’lar oranında oy aldığı iller olduğunu görüyoruz. Hükümetin açıkladığı gerekçelere bakılırsa, bunun bir rastlantı olduğu düşünülebilir mi?

Evet doğru. Çatışma sahası HDP’nin otokton ahalisinin olduğu yer. Fakat esas politik hedef daha geniş bir beşeri alana tekabül ediyor. 7 Haziran seçimlerinden sonra AKP açısından negatif ve pozitif olmak üzere iki temel önlemin acilen alınmasının gerekli olduğu apaçık ortaya çıkmıştı. Bunlardan negatif olan birincisi şudur: İlk defa 7 Haziran’da doğudaki Kürt otokton ahali ile batıdaki Kürtler arasında gerçek bir politik bağ oluştu. Bu durum devlet açısından olağanüstü ve eski halde kalamayacağını gösteren bir tehdit yaratıyordu. Dahası bu birleşme Türkiye’nin genelini de heyecanlandıran bir politik kaldıraç alanının doğmasına yol açtı. AKP’nin bir sonraki seçim açısından bu bağı kırmaya çalışması, bu açıdan, kaçınılmazdı.

FİİLİ BİR TEHCİR TEHDİDİ GÖRÜNÜR TUTULUYOR

Şimdi içinde bulunduğumuz savaş, bir yandan tarafların barış süreci içindeki ellerini güçlendirme ve daha güçlü biçimde masaya yeniden oturma eğilimini barındırırken aynı zamanda da AKP’nin doğudaki otokton Kürtler ile batıdaki Kürtler arasında henüz oluşan gerçek politik bağları koparmayı hedefliyor. Çünkü, savaş, geniş bir medyanın taşıyıcılığı üzerinden batıdaki Kürtlere Kürt silahlı hareketini lanetlemeye yönelik eylemli bir sorumluluk yüklüyor. Onu yataklıkla suçluyor ve huzuru için HDP’ye uzanan yeni siyasal mevziini terk etmesi isteniyor. Aksi halde fiili bir “tehcir” tehdidi an her görünür halde tutuluyor. Askeri Güvenlik Bölgeleri’nin özellikle HDP’nin güçlü olduğu sahada uygulanmasının bununla da alakalı olduğunu bilmek gerekiyor.

İkincisi olan pozitif önlem ise iki farklı tabanı hedeflemeyi içeriyor: Birincisi AKP’yi Saadet Partisi ve BBP lehine terk eden kitlenin, merkez lehine fedakarlık talebinde bulunmasını gerektiriyor. Bir diğer kitlesel hedef ise CHP ve MHP içindeki milliyetçi-ulusalcı tabanın “milli merkez” kaygılarını artıran bir çağrı yapılmasını gerektiriyor. Ki Erdoğan’ın 7 Haziran sonrası temel politik açılımları, bir yandan HDP’nin yeni politik unsurlarını eski yerlerine dönmeye ikna etmek diğer yandan da Kürt hareketi karşısında bir “milli merkez” örgütlemek şeklinde cereyan etti. PKK ile savaş ise, bu iki büyük önlemin kendi toplumsal ve siyasal mecrasında daha kolay kabullenilmesini sağlamaktadır.

– 90’lardaki OHAL uygulaması ile arasında hukuken fark var mı? Bu farklılık, oralarda yaşayan yurttaşlar açısından bakıldığında nasıl değerlendirilebilir?

Türkiye’de tarihsel olarak bakıldığında iki tür “olağanüstü durum” uygulaması söz konusu olmuştur. Bunlardan birincisi olağan hukuk düzeninin “geçici” olarak askıya alınmasıdır. Örneğin Şeyh Sait İsyanı, Menemen olayı, II. Dünya savaşı nedeniyle Kasım 1940-1947, 6-7 Eylül olayları üzerine, 27 Mayıs darbesi öncesi meydana gelen olaylar, darbe ve sonrası, Talat Aydemir‘in darbe teşebbüsü, 1970 işçi olayları sebebiyle, 12 Mart ve devamında, yine Maraş Katliamı sonrası Aralık 1978-Temmuz 1987 aralığında bu şekildeki klasik “olağanüstü hal” veya “sıkıyönetim” uygulamaları gerçekleşmiştir. Bu halde olağanüstü hal rejimi tüm ülkede veya sadece belirli bir bölgede bir bütün olarak uygulanırlar ve olağan hukuk düzeni bir bütün olarak askıya alınır. İkincisinde ise olağan hukuk düzeni askıya alınmaz. Fakat olağan hukuk düzeninin hemen yanı başına bir “olağanüstü hukuk düzeni” inşa edilerek ikinci bir hukuk düzeni monte edilir. Türkiye’de 1991 yılından itibaren uygulamaya konulan “Terörle Mücadele Yasası” tam da buna tekabül eder. Bu ikinci halde “ikili bir hukuk düzeni” söz konusudur. Yurttaş hukuk özneleri de ikiye ayrılır. Birincisi “normal vatandaşlar”, ikincisi ise “teröristler”. Aradaki eşik kimin terörist kimin yurttaş olduğuna karar veren kolluk ve yargı görevlilerine oldukça geniş bir yetki ve irade tanır. İlk olağanüstü hal rejiminde “demokrasi”nin lağvedildiği açık biçimde ilan edilir. Bu ikinci rejimde ise ülkede “demokrasi” vardır. Ama “teröristlere” demokrasi yoktur. Hemen fark edileceği üzere, Olağanüstü halin ilk biçiminin yaşadığı olağanüstü tarihsel yıpranma hukuku askıya aldığını ilan etmeden hukuku askıya alma yönteminin daha kolay savunulabilir kılınmasına yol açmıştır.

Buna karşılık OHAL için farklı bir fasikül açmalıyız mutlaka. Çünkü, OHAL, Türkiye’nin hukuk tarihi açısından bundan daha fazla bir şeydi. OHAL’in hukuksal plandaki asıl karakterini veren şey Kürt coğrafyasının negatif tarifine dayanmasıydı. OHAL aslında Türkler ile Kürtleri ayırmaktaydı. Bu yönüyle, Kürtlerin genel hukuk düzeni karşısında hangi mesafede tutulması gerektiğine dair coğrafi bir “bölge” oluşturulmuş ve bu bölgeye has bir yeni bir hukuk düzeni faaliyete geçirilmişti. Bu yolla “bölge” içindeki bütün fiili durumlar kolaylıkla hukuki bir durum haline getiriliyordu.

KÜRTLERLE İLİŞKİ KAN ÜZERİNDEN KURULDU

Kürtlere yönelik bu ayrım, Türkiye’nin hukuk geleneğinde hep var oldu zaten. Bir defa Türk milliyetçiliği, Kürtlere karşı “hukuk” ve “adalet” nosyonu ile yaklaşmadı. Tam tersine, Türk milliyetçiliği Kürt coğrafyası ile ilişkisini şiddet ve kan üzerinden kurdu. Bu topraklar “Şehit Kanı” ile sulanmıştı. Bu durum Türk milliyetçiliğinin kendisine karşı gösterilen direnç karşısındaki çaresizliğini de belirlemiştir. Herhangi bir coğrafyadaki hakkınızı “hukuk” ve “adalet” ile değil de döktüğünüz kan ile savunduğunuzda karşı tarafın “kan dökme”sini de meşrulaştırmış olursunuz. Hatta ona yol göstermiş olursunuz! Diğer yandan şunu da bir kenara kaydedelim: Türkiye’nin hukuku, yurttaşlık üzerine değil Türklük temeline dayanmış ve yargı da Kürtlerin toplam politik varlığını kriminalleştirmek için eşsiz bir heyecan duymuştur. Bu açıdan, Kürtlerin, içine dahil edilebileceği bir hukuki alandan da söz edilemez. Türkiye’nin hukuk tarihi açısından Olağanüstü Hal Bölgesi tecrübemizi daha ciddi düşünmeye başlamalıyız artık.

– ÖGB uygulamalarının arkasından ortaya çıkan Şemdinli, Diyarbakır Sur İlçesi gibi yerlerde gördüğümüz manzara bir harabeydi adeta. Şimdi ise Cizre örneğini yaşıyoruz. TV’lere verilen polis kameralarının görüntülerinde, ‘teröristler’in yapıp ettikleri gösterilerek ÖGB’nin haklılığına kamuoyu ikna edilmeye çalışılıyor. Öte yandan HDP milletvekilleri öldürülen sivil sayısının listesini açıklıyor. Cizre’den iki çocuğuyla gizlice kaçmayı başaran Şırnak Tabip Odası Başkanı Azad Karagöz, ‘Çatışma yok, toplar atılıyor. Hiçbir şey televizyonlarda anlatıldığı gibi değil!’ diyor.

Derneğinizin yayınladığı açıklamada Şırnak Valisi’nin suç işlediği tespiti yapılıyordu. Cizre’de ihlal edilen hakları ve işlenen suçları madde medde sıralamak mümkün mü?

Öncelikle şu hususun altını çizmek isterim. Eğer “düşman”ınızı bir şeytana dönüştürürseniz siz de kaçınılmaz olarak bir şeytana dönüşürsünüz. Çünkü PKK’lıları insanlık dışı yaratıklar-şeytanlar olarak tasvir ettiğinizde siz bir şeytan karşısında var olmak için daha da şeytanca işler yapmak durumunda kalırsınız. Örneğin çatışmada ölen PKK militanı kadını çırılçıplak soyup halka teşhir edersiniz. Böylece iğrendiğinizden daha iğrenç bir hale gelirsiniz. Karşınızdakini şeytanlaştırmak, aslında kendinize yapacağınız en büyük kötülüktür. Çünkü, şeytanla savaştığınızı düşünmek size sürekli daha büyük kötülükleri yapma meşruiyeti tanır. Bana göre, PKK militanı kadını çırılçıplak soyup teşhir eden devlet görevlileri de henüz işe başlamış ve daha maaşını bile alamadığı için yeni kiraladığı evde yer yatağında yatarak barınmaya çalışan polisi vuran PKK’lı da son derece normal, sizin ve benim gibi sıradan insanlar. Bütün bu şiddeti biz kendimiz yapıyoruz aslında. Bütün bu dehşet bize ait. Karşı tarafa yönelik şiddeti normalleştirirken kendimizi şiddetin konusu haline getiriyoruz kaçınılmaz olarak. Hiç kimse şeytan değil. Hepimiz içinde Şeytanı da içeren birer meleğiz sadece! Öncelikle bunu aklımızdan hiç çıkarmayalım…

ANAYASAYI İHLAL SUÇU İŞLENİYOR

İhlal edilen hakları tespit etmek sorunuza gelince; Bu öncelikle hukuk anlayışımıza ve hukuk geleneklerimize bağlı bir sorundur. Eğer yargıda AKP-Cemaat iktidarı döneminin ve sonrasında AKP-Ülkücü-Sosyal Demokrat ittifakının da sürdürdüğü içtihatlara bakarsanız burada bir “anayasayı ihlal suçu” hemen görülecektir. Bir vali ve kolluk güçleri, anayasa ve yasalarda olmayan bir yetkiyi kullanarak yüz bin kişilik bir şehri rehin almış durumdadırlar. Yine hakim içtihatlara bakıldığında “rehin almak” valinin görevi olmayacağı için bu bir “görev suçu”da değildir. Dahası rehin alma süreci kesintisiz olarak 8 gün sürmüş ve Cizre bir hapishaneye dönüştürülmüş, orada insanların yaşamlarını olağan biçimde sürdürmeleri engellendiği gibi devletin kendi yetki ve görevlerini hukuki biçimde kullanmasını engelleyici fiiller de söz konusu olmuştur. Devlet ve hukuk çalıştırılmamıştır!

Eğer bir Cemaat veya bir hükümet hukukçusu olsaydım aynen bunları söylerdim ve Valinin “terör suçu”ndan yargılanmasını talep ederdim. Tabii ki bu AKP ve Cemaatin hukukçuluk tecrübeleri ile son derece uyumlu ve uygun olurdu. Eğer Sayın Vali, bir başka siyasal gruptan olsaydı göreceği hukuki karşılık da bu olacaktı. Bu yaptıklarını bundan bir yıl önce yapmış olsaydı da durumu şüpheli idi. Fakat, Vali hükümetten yana olduğu için şimdilik bu hukukçular “ne hukuku canım, böyle bir anda hukuk mu olurmuş” diyerek biraz nefret biraz da alayla bu suçlamaları üstlenmeyeceklerdir. Evet, onların başkalarına verecek bir hukukları olmadığını gösteren itiraflarını bir kenara kaydedelim…

ANAYASAYI İHLAL’DE YAYGIN BİR AĞ VARDIR

Buna karşılık, ben valinin bir “görev suçu” işlediği kanaatindeyim ve bundan dolayı yargılanması Yargıtay’da gerçekleşebilir. Gerçekleşmelidir. İkincisi, valinin anayasayı ihlal suçundan bahsetmek için -rehin süresinin uzunluğunu hesaba katmazsak- oldukça yaygın ve ısrarlı, örgütsel ve ülke sathına yayılan bir ağın varlığı gerekir. Buna uygun düşecek ve “elverişli” fiiller ve vasıtalar bulunmalıdır. Bu uyarılarım, AKP ve önceki ve sonraki bağlaşıklarının hukuk anlayışlarına dönüktü.

Fakat, asıl olarak kendi hukuk anlayışımı ortaya koymak isterim. Eğer doğru bir soruşturma ve kovuşturma süreci yaşanırsa ileride, özellikle devlet suçlarının tipik bir örneği olması bakımından ben Cumhuriyet Savcısına Ceza Kanunu’nun “İnsanlığa Karşı Suçlar” kısmına çalışmasını öneririm. Orada yaşam hakkından tutun da işkenceye, ifade hürriyetine, seyahat hürriyetine kadar uzanan geniş bir haklar alanının kültürel, etnik ve politik saiklerle nasıl çiğnendiğine dair çeşitli maddi ve manevi unsurlar ortaya konulmuştur. Cizre olayı da bu çerçeveye alınabilir. Kuşkusuz bunun için ciddi ve tarafsız bir soruşturmanın özellikle bütün politik ağa ulaşacak biçimde yapılması şarttır.

– Bu durumda sormadan geçemeyeceğim; bir vali hakkında soruşturma açacak savcı, yargılayacak yargıç kaldı mı? Kalanlar ne durumda?

Türkiye’de bütün siyasal soruşturmalar ve davalar iktidar ile birlikte açılır ve iktidar ile birlikte kapanır. Ergenekon ve Balyoz davalarının AKP-Cemaat iktidarı ile birlikte açıldığını ve 2013 ve sonrasında AKP-Cemaat iktidarının yıkılışı ile birlikte kapandığını hatırlayalım. Şunu demeye çalışıyorum: Bir vali hakkında soruşturma açılması yargıç ve savcı ile veya yargıç ve savcının bağımsız, tarafsız, demokrat vs. gibi vasıflara sahip olması ile alakalı değildir. Geçmişte de böyle değildi şimdi de değil. İktidar güçleri istiyorsa bir valiyi yargılayabilirsiniz. İstemiyorsa bir sonraki iktidarı bekler ve pek güzel yargılarsınız! Bu nedenle de son on yıldır en kötü siyasal durum muhalefet olmak değil tam tersine “iktidar” olmaktır. Çünkü her an her şey değişmektedir.

İran devrimi sonrasındaki birkaç dönemde cumhurbaşkanlığına her gelen kişi ya öldürülüyor ya da yargılanıp idam ediliyordu ve bu iktidar oyununa dair o dönemden kalma bir espri bile vardır: “Seni İran Cumhurbaşkanlığına mahkum ediyorum!” diye. Evet. Şu son yıllar içinde benzer bir espri ihtiyacında olduğumuz kesin. Şöyle olabilir mesela: “Seni içişleri, yargı ve emniyet karargahlarını ele geçirmeye mahkum ediyorum!” Bela” Bela! Bela! Allah yardımcıları olsun!

Bu soruyu geçerken şu hususun da mutlaka altını çizerek vurgulamak isterim. İktidar değiştiğinde sayın vali için yine hukuk isteyen tek yargı derneği olacağımız konusunda hiçbir kuşkuları olmasın. Gerisi “vay be bizden neler saklamışlar” korosuna sevk olacaklardır!

– Halen görev yapan bir yargıç olarak mesela siz ne durumdasınız?

İçgüveysiden halliceyim diyebilirim. Ama ben bu soruyu iktidar ve güçler karşısındaki hakim ve savcı hayatlarına duyduğunuz merak şeklinde anlayarak cevap vereceğim. Türkiye’de hakim ve savcılık, daima kırılgan bir hayat yaşamak demektir. Mesleğe başlangıçtan emekliliğe kadar süren oldukça geniş bir zaman diliminde sadece kendisi açısından değil bütün bir ailesinin hayatı açısından da iktidar güçlerine açık bir biçimde bağlıdır. Oldukça gariptir.

HAKİM VE SAVCILAR ADETA ‘SURVİVOR ADASI’NDA YAŞIYOR

Ama Türkiye’nin hakim ve savcısının olağan hayatının en önemli unsuru belki aile çevresinden bile daha fazla oranda HSYK ve Adalet Bakanlığıdır. “Hayatta kalmak” için sürekli bu güçleri gözlemlemek, tartmak, anlamaya çalışmak ve buna bağlı olarak bir ilişki ve iletişim alanı kurmak zorundadır. Çünkü, sadece kendisinin değil bütün ailesinin geleceği de bu kurumlardaki bir anlık kararlara doğrudan bağlıdır. Bu durum, hakim ve savcıyı, birkaç sıyırık dışında, HSYK ve Bakanlık ile doğrudan, uzlaşmacı bir ilişki kurmaya ve bunu her dönemde de daim tutmaya zorlar. Hakim-savcılar bir “Survivor Adası”nda yaşamaktadırlar. Böyle bir hayata mahkum bir topluluktan iktidar ile alakalı meselelerde asla adalet ve hukuk bekleyemezsiniz. Dolayısıyla hemen dank diye söyleyeceğim: Doğru dürüst ve özgür-bağımsız karakterli bir hakim ve savcı profili için ilk iş olarak bu iki gücün hakim ve savcının hayatının merkezinden çıkarılması şarttır. Bu iki güç, hakim ve savcının “uygun ebat ve kiloda kalması” için “ipe bağlı beslenen Çin ördeği” olarak kalmasını sağlıyor sadece…

– Bir siyasi parti genel başkanının, iki bakanın ve milletvekillerinin polis ve askerlerce “gözaltıyla” tehdit edilmesi, bazılarının tartaklanıp, hakaret görmesi ve bir ilçeye girişlerinin engellenmesinin yasal dayanağı var mıdır?

Olağanüstü hal ve Sıkıyönetim halleri dışında valinin ve kolluk görevlilerinin meskun bir mahalde böyle bir yasak uygulamasının hukuki hiçbir dayanağı yoktur. Meskun olmayan mahaller için ise “Özel Güvenlik Bölgesi” oluşturabilirler. Mecliste grubu bulunan bir siyasi parti genel başkanı ve hatta hükümetin iki bakanının bu şekilde muamele görmesinin sebebi “hukuk” değil bildik eşitsiz ve zorba devlet geleneğinden başka bir şey değildir. Şunu unutmayalım: Türkiye’de devlet kurumları “yurttaşlık” temeline dayanmamıştır. Bu nedenle de, devlet kurumları örneğin yürüyenin, protesto edenin kim olduğunu bilmek, tanımak ve teşhis etmek ister. Eğer PKK kınanıyorsa azami bir nezaket şarttır. Buna karşılık devlet kınanıyorsa asgari nezakete bile gerek yoktur. Başka biçimde söylersek, Türkiye’deki devlet kurumları gerçekte ve daima birer “iç savaş kurumları” olmuşlardır ve mutlaka yeniden yapılanmaları şarttır. Aksi taktirde kimseye herkesin yargısı, herkesin valisi, herkesin emniyet müdürü olduğunuza ikna edemezsiniz.

KRALLIKLARIN ÇETELERDEN FARKI YASALARDAN KORKMAMASIDIR

– Bu gelişmeleri, gerek 7 Haziran seçimleri öncesi, gerekse sonrası HDP’ye yönelik siyasi ve fiili saldırıların yanı sıra Erdoğan’ın “Sistem değişmiştir. Geriye anayasayı buna göre değiştirmek kalmıştır” mealindeki sözleriyle birlikte değerlendirdiğinizde, halen yürürlükte olan siyasal sistemi nasıl tanımlarsınız?

Ben herhangi bir siyasal sistemi tanımlamak için hala Aristo’ya borçlu olduğumuz kanaatindeyim. Aristo tiranlık için tek kişinin kötü yönetimi tanımını getirmişti. Fakat, Saint Augustine’in daha açıklayıcı olduğu kanaatinde olduğumu da eklemeliyim: Augustine şöyle bir değerlendirme yapmıştı: “Haydut çetelerinin küçük krallıklardan ne ayrılığı var? Soygun işinde, haydutları çetenin başı yönetir ve talan edilen mallar çetenin yasalarına göre bölüşülür. Eğer bu serseri kılıklı adamlar ilerleyip kaleler kurar, kentleri ele geçirir ve komşu ülkeleri fethetmeyi başarırlarsa, bunların kurdukları hükümete artık haydut çetesi denmez, daha ince bir söyleyişle krallık denir. Onlara bu ad eski eylemlerinden vazgeçtikleri için verilmiş değildir. Şimdi onlar yasalardan korkmadan böyle eylemlere girişirler de onun için…” Sanırım bu cevap siyasal sisteme bir ad vermekten daha işlevsel  ve açıklayıcı olacaktır…

2. BÖLÜM

– Dış basında giderek ürkütücü değerlendirmeler ağırlık kazanmaya başladı. Türkiye’nin Suriye’ye benzemesi ya da anayasal sistemin askıya alınma ihtimali gibi…  Bu ihtimalleri mümkün görüyor musunuz? Anayasal sistemin askıya alınması kime ne kazandırır?

Anayasal sistemin askıya alınmasına çok alışığız biz. Hatta genellikle anayasasız yönetildik diyebiliriz. Olağanüstü halleri ardı ardına sıralarsanız Türkiye’nin pek az olağan hal yaşadığını görürsünüz. Buna karşılık bazı anayasal geleneklerimiz oldu o kadar. Bu nedenle de Türkiye’deki demokrasi mücadelesi, çok garip bir durum olarak hep eleştirdiğimiz anayasal sistemin işletilmesi talebi üzerinden ilerleye geldi. Sağ muhafazakarlar veya sağ liberaller ise bizden daha arsızdı bu konuda. “Anayasayı bir kez çiğnemekten bir şey olmaz”dan  “Sistem değişmiştir. Anayasayı da buna göre değiştirmek kalmıştır”a kadar uzanan bir işlevsel-pragmatik mücadele hattında ilerlemişlerdir.

Türkiye sağı anayasal mücadelesinde pragmatik bir hatta ilerlerken Türkiye solu ise karşı koyduğu bir anayasanın uygulanması için nefesi tükene kadar karşı koymaktadır. Türkiye solunun bunun üzerine düşünmesi gerekir ve bu durum onun politik etkinliğinin aşırı “hukuki” ve “anayasal” bir cephede sıkışıp kalmasına yol açmaktadır. Erdoğan’ın hukuk ve anayasa üzerine demeçlerini “sizi bağlamayan hukuk bizi neden bağlayacak olsun ki?” diyecek açık sözlü politik aktörlere de rastlanılabilir. Rastlanılmalıdır. Böylece Erdoğan’a karşı korkutucu hatıralarını taşıdığımız bir “anayasal gelenek” cephesi açmadan da demokrasi mücadelesi vermemiz mümkün olabilir gibi sanki?

– MHP ve AKP tabanı ile sahaya sürülen ırkçıların, tüm Türkiye için en azından  “Sıkıyönetim” koşulları yarattığını düşünüyor musunuz? Bir siyasi partinin bundan umacağı fayda ne olabilir?

Burada bazı doğrularla bazı yanlışları birbirine karıştırma tehlikemiz var ki, çok özel bir dikkat göstermeliyiz buna. Bir defa MHP’nin ideolojik-politik köklerinde “asayiş” meselesi ile ilgili paramiliter bağını hatırlamamızda bir sakınca yok. Nihal Atsız’ın öz kardeşi Nejdet Sançar daha 1950’lerdeki “Orhun” dergilerinde “komünistlerin başkaldırma pratiklerindeki asayiş” problemine dikkat çekerek, Türkçüleri bu asayiş sorununda görevli kılmıştı. MHP’nin 1970’lerde sürekli sıkıyönetim talep ettiğini ve hatta sıkıyönetim ilan ettirmek için çeşitli eylemleri hayata geçirdiğini de bir bilgi olarak akla getirelim. Tam da bu noktada Maraş’ı hatırlayalım. Evet. Bunlar doğru.

MHP’NİN GEÇMİŞİNİ HATIRLATAN ERDOĞAN’IN ÇIKARLARIDIR

Ama bakın daha üç ay öncesine kadar MHP ile HDP’lilerin birbirleri ile yakın konuşma mesafesinde kaldıklarını hatırlamıyor olamayız değil mi? Hatta bazı MHP’lilerin HDP’ye oy verdiğini?  Ondan önce MHP’liler ile HDP’lilerin Gezi’de elele birbirlerinin bayraklarına yol açtıklarının sevinçle karşılanmadığı da söylenemez.

Bence burada öncelikle düşünülmesi gereken şey daha dünü unutup çok daha eski geçmişi hatırlamamıza neden olan şeyin ne olduğudur? Ya da kim olduğudur? Ben bize bunu hatırlatan şeyin ve kişinin bizzat Erdoğan ve Erdoğan’ın çıkarları olduğu kanaatindeyim.

– 1 Kasım seçimleri bu koşullarda yapılabilir mi? Yapılırsa sonuç ne olur?

Bakın bu meseleye, Marx “Fransa’da Sınıf Savaşları” kitabında değinmiş ve seçim sonuçlarının egemen olanların çıkarlarına uygun biçimde çıkmadığında egemenliğin anayasa ve genel oya karşı sağlamlaştırılması yolunun tercih edildiğini söylemişti. Şu mealde bir şey diyordu hatırladığım kadarıyla; “Oy verme davranışı akla uygun olana, yani egemenin çıkarlarına uygun olmadığı andan itibaren anayasanın ve genel oyun ne anlamı var? Bu halde düzenin anayasa ve genel oya karşı sağlamlaştırılması gerek.” Marx’ın tespiti 7 Haziran sonrası politik durum açısından oldukça öğreticidir. 7 Haziranda ortaya çıkan “genel oy manzarası” Erdoğan ve AKP iktidarını kendisini halka karşı örgütlemek zorunda bırakmıştır. Dolayısıyla, 1 Kasım’da seçim yapılsa bile bu seçimin Erdoğan ve AKP’nin egemenliğine uygun olarak çıkması için her şey yapılacaktır.

Eğer yine AKP egemenliği çıkmazsa, AKP’nin kendisini halka karşı daha sert ve şedit bir biçimde örgütlemesi gerekecektir. Dolayısıyla, seçimi yaptırıp yaptırmamak kararını verecek olan AKP’dir ki; şu sıralar bunun için her türlü olumlu ve olumsuz hazırlıklara ilişkin planlar hazırlanmıştır…

– Türkiye’deki iç dinamiklere de bakıldığında, sizce Türkiye’yi nasıl bir gelecek bekliyor?

Birkaç farklı noktada cevaplayacağım. Bu soruyu öncelikle negatif haliyle cevaplamak isterim. Bir defa, Türkiye’yi içine girdiği krizden kurtaracak olan şey bir “seçim” değil. Herhangi bir koalisyon da ülkeyi düze çıkaracak bir politik kaldıraç noktası olamaz. Bundan sonra daha çok seçim yapacağız ve daha çok koalisyon meselesini konuşacağız. Başkanlık veya başka bir hükümet sisteminin de yaşadığımız kriz ile bir alakası yok. Erdoğan başkanlığı anayasallaştırsa bile “başkanlık” yapabileceği bir siyasal düzen ortada yok. Çünkü, yaşadığımız kriz geçici bir siyasal kriz değil bir devlet krizidir. Kökleri de çok eskilere dayanmaktadır. Bu krizin 1990’ların başından itibaren derinleşmesinin temel sebebi ise Kürt ayaklanmasıdır.

Siyasal düzen bakımından aşama aşama gidersek; Bu devlet krizine mesafesi bakımından Erdoğan’dan başlayalım; Türkiye’de bugün geleneksel “milli merkez”în giderek büyümekte olduğunu görüyoruz. Erdoğan, 2005’ten itibaren terk etmeye başladığı “milli” merkeze yeniden döndü. Tam olarak 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra  yeni bir politik konum almak zorunda kaldı. Çünkü son on yıldır aldığı politik konumlar ve ittifaklar ciddi bir “risk” barındırıyordu. Ve Cumhurbaşkanlığı seçiminde kendisi karşısında daha önceden hiç ittifak yapmamış bir MHP-CHP koalisyonu oluştu. Bu durum Erdoğan’ın geleneksel “merkez sağ”ın kitle tabanından tamamen kopması anlamına geliyordu.  Buna karşılık yeni milli merkez içinde iki şey Erdoğan’ı korumaktadır. Birincisi muhafazakar sağın geleneksel zemini onun “baba ocağı”dır. İkincisi ise “milli merkez”in Erdoğan için MHP’den CHP’ye kadar uzanan geniş bir alanda ittifak imkanı barındırmasıdır.

Toplumsal şiddet ve siyasal şiddetin örgütlenmesi bakımından analize devam edelim mi? Bence bugünlerde, Türkiye’de toplumsal planda “Balkanlaşma” ile siyasal planda “İsrailleşme” tehlikesi yükselmektedir. Türkiye, etnik-kültürel çatışmaların bütün temel çatışmalara başat geldiği bir Balkanlaşma tehlikesi ile karşı karşıyadır ve bu durum olağanüstü ve toplu şiddet gösterilerini beraberinde getirir. İkincisi ise İsrailleşmedir ki bunun bir yanı son on yıldır PKK’ya karşı geliştirilen Askeri ve Politik stratejinin halktan uzak “üsler”, başka deyişle “kalekol”lar yaratılması ile ilgilidir.

BU STRATEJİNİN SONUCU YEREL HAYATIN DÜŞMANLAŞTIRILMASIDIR

Geleneksel karakol sistemi, halka kolaylıkla ulaşabilir ve belirli bir iletişim kurabilir bir mekan tasarımına dayanıyordu. Buna karşılık, kalekollar, o coğrafya içindeki bütün bir beşeri toplamın “yabancı” ve “düşman” mesafesinde tutulması algısına dayanıyor ve asıl olarak da “güvenlik” ihtiyacına vurgu yapıyor. Böyle bir askeri ve politik stratejinin açık sonucu halkın terk edilmesi ve yerel hayatın “düşmanlaştırılması”dır. Bu İsrailleşmenin bir yönüdür. Diğer ve daha tehlikeli yönü ise “nokta operasyonları”nın yerini “bölge kontrolü”ne dayalı bir genel savaş mantığının almasıdır. Böyle bir durumda ortada “sivil” olmaz. Bütün siviller askeri taraflardan birisi olarak algılanır ve özellikle giderek yerel halka yabancılaşan görevlilerin şiddet patlamaları ile sonuçlanır. Cizre’de devletin işte böyle bir “İsrailleşmesi” tecrübesini gördük.

Tüm bunlar, Türkiye’nin geleceği konusunda devlet ve hükümet merkezinin kendisini nasıl örgütlediğini göstermektedir.

-Çözümün temelleri nasıl atılabilir peki sizce?

 Eğer Türkiye’nin bu süreçlerini yaşamasını istemiyorsak kapsamlı bir yeniden inşa hareketini başlatmak gerekiyor. Bir defa, Ortadoğu’da farklı etnik kültürel gruplar arasındaki ilişkinin tanzim edildiği üç büyük gelenek, ciddi tahribatlar yaşamaktadır. Türk milliyetçiliği, Arap milliyetçilikleri ve ‘Fars Aklı’ tarafından belirlenen geleneksel hukuk, farklı etnik kültürel grupların ortak ve eşit yaşamına müsaade edemeyecek kadar dar siyasal temellerde ilerliyordu. Burada Fars aklı ve coğrafyasının daha geniş bir kabul biriktirdiğini kabul etmek gerekir. Geçenlerde İran Cumhurbaşkanı Ruhani Kürt Özerk bölgesine gitmiş ve “Biji Kürdistan” sloganı atmıştı. Buna karşılık Arap milliyetçiliği ile Türk milliyetçiliği hala “ne Kürt sorunu canım. Çözdük her şeyi” havasından çıkamıyor. Bence İran’ı bir tarafı bırakırsak, Türk yönetim geleneği ile Arap tecrübesi Kürtler bakımından açık bir iflas yaşamıştır ve yeni bir hukuk inşa etmek kaçınılmazdır. Eğer yeni bir hukuk ve adalet alanı inşa edemezsek Türkiye’nin “Balkanlaşma” sürecinin tamamına ereceğini görmek için müneccim olmak gerekmez.

ÇÖZÜM SÜRECİ NİTELİK DEĞİŞTİRDİ

– “Çözüm süreci”nin AKP ile birlikte yeniden başlama olasılığı kaldı mı? Ya da kısa dönemde, bunca cenazeden sonra bir “çözüm süreci” başlayabilir mi?

Çözüm süreci, AKP ve Erdoğan ile başlamış bir süreç değil, 1993 yılından itibaren yaklaşık olarak 20 yıldır “çözüm süreci”nin içindeyiz  ve Kürtlerle barışıyoruz. İlk olarak Özal başlatmıştı. Arkasından Öcalan ve Örgüt Karargahı ile doğrudan ya da dolaylı biçimde görüşmeyen tek bir iktidar unsuru kalmadı. Biliyoruz ki; 28 Şubat generalleri de müzakere yürütmüşlerdi. Erdoğan bu “çözüm süreci”ni aynen devam ettirdi ve bundan sonra kim gelirse gelsin “çözüm süreci” kesin olarak devam edecek.

Bunu birkaç nedenden dolayı söylüyorum. Birincisi “Kürt meselesi” 19.yy’nin sonundan 1990’lara kadar ulaşan bir “sorun”dur ve temelinde dil, vatan ve kültür sorununun sınıfsallaştırılması süreci yatar. Buna karşılık 1990’lardan itibaren “Kürt meselesi” yerini “Kürt çözümü”ne bırakmıştır. Bu dönemle beraber bir defa “Kürtler”in varlığının kabulü, hem ulusal hem de uluslararası bir sağduyuya dönüşmüştü. Kürtlerin, İran hariç diğer ülkelerin yekpare hayatının içine kolaylıkla dahil edilemeyeceğini öğrendik, “isimsiz” olarak terk edilemeyeceklerine ve  tabii ki ciddi bir direnç gösterdiğine şahit olduk. Bu durum Kürtlerin bir vatan ihtiyacında olduğunun ve dahası bu ihtiyacı yöneten örgütlerin de Barzani ve PKK hareketleri olduğunun iyice belirginleşmesine ve herkes tarafından tanınmasına yol açtı.  Böylece, Kürt meselesi, 1990’larla beraber bir “Kürt öznesi” çıkarmış ve “Kürt meselesi” de “Kürt çözümü”ne  evrilmiş oldu. Yani, artık sadece iktidarların tanımladığı ve sürekli olarak kendilerine “ödevler” verdiği  bir “Kürt meselesi” yok. Aynı zamanda iki “taraf”ın olduğu, diğer tarafın istek ve iradesinin tanındığı bir “çözüm süreci” var.

İki tarihsel durum arasındaki en önemli fark budur ve Türkiye açısından bu nesnel durum 1990’ların başında oluşmuştur. Bugün de Kürt çözümünün tam içindeyiz ve görünen o ki bir yirmi yıl daha Kürt çözümü sürecek ve biz barışmaya devam edeceğiz.

Bu nasıl barış? Çok şiddetli savaşlar yaşanıyor?

 “Barış” daima ikili bir anlama sahip olmuştur. Birincisi bir savaşsızlık hali iken ikincisi bir “düzen”(pax) halidir. Bir yeni düzen inşa edilene kadar da savaş ve savaşsızlık hallerinin iç içe geçtiği bir süreci yaşamak durumunda kalacağız. Bugünkü savaş tarafların “barış masası”nda daha avantajlı bir konum elde etmek için yapılıyor. Bu anlamda savaşın nedeni ne Erdoğan ne de PKK’dır. Bizzat içinde bulunduğumuz barış sürecinin mantığından kaynaklanır. Bunu bir iltifat olarak kabul etmeyin lütfen. Ama her iki taraf da “barış”ın her iki anlamına uygun olarak “barışıyorlar” ve daha da barışacaklar!

Bunun gencecik Türk ve Kürt çocuklarının bedenleri üzerinden yapılıyor olması ise hüzün veriyor. Bizler savaşa doğrudan gitmediğinde utanç duyan bir “Romalı” değiliz. Şerefi de utancı da aşağıdaki yoksul çocuklarına reva gören bir savaş politikası geleneğimiz var. Ne kendisi ne de çocukları savaşan Erdoğan’ın “karaktersizliği” şehit yakınlarına bahşetmesini hatırlayalım. Bu açıdan Irak’ın Saddam’ı ve Libya’nın Kaddafi’sinin savaş geleneğine de yakın sayılmayız. Her ikisi de savaşlarını aynı zamanda kendi çocukları ile yapmışlardı. Fakat, Erdoğan, bu geleneklere çok uzak. Bu nedenle de içinde bulunduğumuz “barış süreci” veya “çözüm süreci”nde insanların kolaylıkla harcanmasına yol açıyor. Tarafların barış masasına yeniden döneceklerinden hiçbir kuşkum yok. Bu ülkeyi kim yönetse aynı şeyi yapacak. Ama ara ara masayı devirmeden ama masaya daha avantajlı oturmanın yollarını bulmaya çalışacaklar her iki tarafta.

-Herkes büyük bir umutsuzluk içinde, ülkeden kaçmayı düşünenler, siyasetten nefrete dönüşen apolitik bir hal,  adalet istemekten vaz geçmeye doğru uzanan bir kayıtsızlık vs. vs. Ne olacak bu hal?

Evet. Neredeyse herkes siyasetten ilgisini çekiyor. Adalet talep etmenin de anlamsız-işlevsiz olduğunu her gün daha çok düşünüyor. Bu harala güreleden kaçıp domates, çilek yetiştirmek istiyor.  Her şeyi kanıksamaya başlıyoruz. Fakat bir defa kaçarak kurtulmak mümkün değil. Tevfik Fikret ve Rıza Tevfik gibi kendi özerkliklerini kabul ettirmeyi başaran aydınlar da Yeni Zelanda’ya yerleşme planı yapmışlardı. Fakat, hayat onları daha çok siyasetin içine doğru itti.

ŞEHZADE KORKUT YAVUZ’DAN KAÇAMADI, BİZ DE KAÇAMAYIZ

Siyaset içindeki hakkından feragat ederek şiir yazıp domates yetiştirme hayalinin de boş olduğunu Şehzade Korkut’tan bu yana pek iyi biliyoruz. Pek güzel huylu ve karakter sahibi bir şahsiyet olan Şehzade Korkut, kardeşi Yavuz’a “kendisinin siyaset hakkından feragat ettiği”ni taahhüt etmiş ve köşesine çekilmişti. Yavuz buna hiç inanmadı.

İktidar ve güç açısından sizin “domates yetiştirme” veya “yurt dışına çekilme” taahhüdünüzün hiçbir anlamı yoktur ve sizi bundan dolayı rahat bırakması için bir neden de yoktur. Tıpkı Şehzade Korkut’un Manisa’dan bugünkü Antalya Korkuteli’ne kadar aylarca takip edilip ekmek almak için köylüye sattığı o güzel atından izi sürülerek bulunup öldürülmesi gibi.  Tıpkı Yavuz gibi iktidarlar da daima peşimizdedirler. Feragat etsek de, karışmamayı taahhüt etsek de kaçamayız. Domates-çilek yetiştireceğimiz garantisi versek de bizden daima işkillenir. Bu nedenle de kaçmamamız tersine üstüne gitmemiz gerekir…

  • Bu söyleşi 17.09.2015 tarihine Demokrat Haber Sitesinde yayımlanmıştır.