Bir savaş hali, sıkıyönetim ya da olağanüstü hal ilanı olmaksızın idari kararlarla uygulamaya sokulan, bu nedenle de gerek hukuksuzluğuyla, gerekse süresinin uzunluğuyla dünyada bir örneği bulunmayan sokağa çıkma yasakları, Türkiye kamuoyunun uzun süredir gündeminde. Çok tartışılır olmasının yanı sıra, yaşanan insanlık suçlarıyla da tarihe şimdiden geçen ve aylardır milyonların yaşadığı şehirleri adeta toplama kampına dönüştüren sokağa çıkma yasakları, 20 Şubat günü Taksim Hill Otel’de ÖZGÜRLÜKÇÜ DEMOKRAT AVUKATLAR (ÖDAV) tarafından düzenlenen “SOKAĞA ÇIKMA YASAKLARI, SUÇLAR VE HAKİKATLER” başlıklı panelde bir kez daha ele alındı.

Av. Yıldız İmrek’in moderatörlüğünde yapılan ve genç hukukçular ile hukuk öğrencilerinin de katılımının dikkat çektiği panele, AİHM Mahkemesi eski yargıcı Rıza Türmen rahatsızlığı nedeniyle katılamazken, HDP Mardin Milletvekili Prof. Dr. Mithat Sancar, Demokrat Yargı Derneği Eşbaşkanı Dr. Orhan Gazi Ertekin, Av. Ramazan Demir ve Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr. Esra Arsan konuşmacı olarak katıldılar.

Belgeler ve tanıklıklar oldukça hiçbir şey unutulmaz, mutlaka yargılanır.

Panel, Mithat Sancar’ın sokağa çıkma yasaklarının hukuki ve siyasi boyutlarını değerlendirdiği konuşmasıyla başladı. Sancar, Ruanda Oteli filminden bir repliği aktararak başladığı konuşmasında, yapılan hiçbir şeyin unutulmadığını ve tarihte iz bıraktığını, belgeler ve tanıklıklar oldukça yargılamaların da olacağını, nitekim Ruanda örneğinde görüldüğü üzere, yüzbinlerce insanın katledildiği ve yüzbinlerin birbirlerine karşı suç işlediği koşullarda bile bu suçların üzerinin örtülemediğini ve yıllar sonra yargılandığını, dolayısıyla yaşananlar karşısında her şeye rağmen hukuku konuşmak gerektiğini ifade etti.

Sancar, şu anda sokağa çıkma yasaklarının bölgede yaşayanların bütün temel hak ve özgürlüklerini askıya aldığını, oysa Anayasaya göre temel hak ve özgürlüklerin askıya alınamayacağını, ancak yasayla sınırlandırılabileceğini, bu şekilde idari bir kararla valiler tarafından temel hak ve özgürlüklerin askıya alınması veya sınırlanmasının hukuken mümkün olmadığını belirtti. Şu anda devletin, kendisine istisna halini dayanak yaparak, istediği zaman hukuku ihlal eden idari bir pratik yürütüp aynı zamanda hukuk sisteminde de bir değişikliğe gitmeden böylece ikili bir yapıyı fiilen uyguladığını, bunun tarihteki örneğinin Nazi Almanyası’nda yaşandığını, Nazilerin Weimar Cumhuriyeti’nin yasalarını değiştirmeden tüm vahşi uygulamalarını fiili olarak hayata geçirdiklerini söyledi.

Bugün yaşananlara en yakın diğer örneklerin geçmişte Şeyh Sait isyanı sonrasında yaşananlar ile Dersim soykırımı olduğunu ifade eden Sancar, Dersim’de devletin iddia ettiği gibi bir isyan yaşanmadığı halde onbinlerce kişinin katledildiğini, tüm yaşam alanlarının yok edildiğini, sürgünler ve askerlerin çocukları evlat edinmesi gibi uygulamaların bir bütün olarak Dersim’i yok etmeye yönelik olduğunu, bugün sokağa çıkma yasaklarıyla yapılmak istenenlerin de aynı olduğunu, sokağa çıkma yasağı uygulanan yerlerde devletin bütün kuralları askıya alarak, hukuken meşru bir zemine oturma çabasına da girmeye gerek duymadan, tıpkı geçmişteki gibi Kürtleri topyekün cezalandırma ve diz çöktürmeye çalıştığını ifade etti.

Sancar, devletin bugün yaptığı katliamlarla iki mesaj verdiğini, birincisinin Kürtlere gözdağı verip savaşta sınır tanımadıklarını göstermek olduğunu, ikincisinin de “bakın milletvekillileriniz, hukukçularınız, sivil toplum örgütleriniz bütün uluslararası kurumları harekete geçirse de biz onları dikkate almıyoruz” mesajı vermek olduğunu ifade etti. Bu katliamları yaparken devleti cesaretlendiren en önemli şeyin, yoğun ve güçlü bir demokratik tepkinin olmaması olduğunu söyleyen Sancar, “bugün bütün bunları yapmaya kendilerini muktedir hissedebilirler, Türkiye’de ve dünyada kendilerinden hesap soracak bir gücün bulunmadığını düşünebilirler, ancak tüm örnekler göstermiştir ki, bu dönemler de geçer ve sonuçta hukuken de siyaseten de bunun hesabını vermeleri kaçınılmazdır” dedi.

Türklük üzerine kurulu yargı düzenine karşı yeni bir hukuk inşa edilmeli

Panelin ikinci konuşmacısı olan Demokrat Yargı Eşbaşkanı Orhan Gazi Ertekin, “Milli Adaletin İflası” başlığı altındaki konuşmasına, sokağa çıkma yasaklarının hukuki boyutuna değinerek başladı. Ertekin, mevcut sokağa çıkma yasaklarının hukuksuz olduğunu ve hiçbir hukuki dayanağının bulunmadığını belirterek, sokağa çıkma yasaklarının hukuki olarak savunulamayacağını, ancak “susarak” savunulabildiğini söyledi.

Ertekin, sokağa çıkma yasaklarının aslında Kürtlere uygulanan tarihsel bir pratiğin devamı olduğunu, Takrir-i Sükun Kanunu’ndan başlayıp 49’lar davasıyla devam eden, ardından OHAL rejimiyle bir rejime dönüşen, 90’lı yıllarda Terörle Mücadele Kanunu ile vatandaş ile terörist ayrımı yaparak ikili bir hukuk düzeni yaratan pratiğin bugün sokağa çıkma yasaklarıyla devam ettirildiğini savundu.

Ertekin, Türkiye’de devlet içinde ideolojik olarak bir milli merkezin bulunduğunu ve bu merkezin “Türklük” üzerinden şekillendiğini belirtti. Bu kurma biçiminin de bunun dışındaki grupları merkez dışına itme olarak geliştiğini ifade eden Ertekin, “tüm hiyerarşi ‘Türklük’ üzerinden kurulmuştur, kamu alanı Türklük üzerinden inşa edilmiştir, kamu haklarınız, vatandaşlık haklarınızı kullanmanız, Türk olmaya ya da Türklük kültürüne tabi olmayı kabul etmenize özdeş tutulmuştur. ‘Ne mutlu Türküm” demezseniz’ öldürülürsünüz. Bu bir mutluluğa çağrıdır, bu çağrıya yanıt vermezseniz, öldürülürsünüz, Kürtlerin de yaşadığı budur” dedi. “Bu kabule uymazsanız, tüm kamu alanları, yargı dahil size kapalıdır, bunun en iyi örneği de OHAL rejimidir” şeklinde konuşan ve “eğer bu merkezin dışında kalırsanız bütün varoluş biçimlerinizle terörist olarak görülürsünüz, Yargıtay’ın utanç verici ‘Sayın Öcalan‘ buna örnektir, bundan birçok insan ceza aldı” diyerek sözlerine devam eden Ertekin, “sadece eylemleriniz değil var oluş haliniz sınanır, sorgulanır, birbirinize seslenme biçiminiz dahi terörizm olarak değerlendirilir, davalar ve mahkemeler ile sizi sınarlar” diye konuştu.

Dünyada bütün yargı sistemlerinin tarihsel gelişim ve ilerleme içinde olduğunu, ancak Türk yargı sisteminin bunun dışında kaldığını belirten Ertekin, “Türk yargı sistemi 1920’de neyse bugün de odur. ABD’ye bakın tarihi vardır, geçmişte olanlar bugün değişmiştir, bir tarihsel ilerleme vardır, Fransız yargısı da aynı şekilde, ama Türk yargısı 1920’lerdeki hali ile donmuş halde duruyor, o zamanki temelini onararak sürdürmeye çalışıyor” dedi.

Ertekin konuşmasının devamında, özyönetimi aslında Kürt siyasetçilerin değil, Kürt illerindeki valiler ve kaymakamların ilan ettiklerini, son uygulamalarıyla ve sokağa çıkma yasaklarıyla “biz kendi kendimizi ayrı bir rejimle yöneteceğiz” diye ilan ettiklerini, bu vali ve kaymakamlara da yargının herhangi bir müdahalesinin olmadığını belirtti.

Buna karşılık demokratik özerklik ve cezasızlık konusunda sol ve Kürt muhalefetin bir çabası olduğunu, bunların dışında hukuku ve yargıyı tartışmayan, bu alanda hegemonya kurmaya, yeni bir hukuk yaratmaya çalışmayan bir muhalefetin aslında politik çizgisinin de sağlam olamayacağını ifade etti.

Ertekin, devletin yargı pratiği karşısında, toplumsal muhalafetin; her şey için kanun yapan ya da herşeyi kanunla açıklamaya çalışan, mevcut hukuku savunma şeklindeki Cumhuriyet Halk Fırkasının çizgisi dışına çıkamadığını, bu anlamda farklı bir hukuk ve yargı çizgisi ortaya koyamadığını, artık bunun aşılması ve yeni bir gelenek yaratılması gerektiğini, yeni bir hukuk ve yargı inşa etmek için uğraşmak gerektiğini ifade etti.

Ertekin, “şu an Türkiye’de hukuk yok, hukukun tamamen dışındayız, hukuksuzluk içinde yaşıyoruz, dolayısıyla sağlam sözler söylemeli ve kalıcı cepheler yaratmalıyız. Sadece hukukun evrensel ilkelerini aktarmak da yetmez. Çünkü hukuk da evrensel bir kriz içerisinde, daha geniş ve kapsamlı düşünerek sağlam fikirler üretmeli, kendimizi de yeniden inşa etmeliyiz” dedi. Ertekin Ortadoğu ve Türkiye coğrafyasının çok kapsamlı sorunlar ürettiğini, buna uygun çözümler bulmak gerektiğini söyleyerek sözlerini tamamladı.

AİHM’den tedbir kararı alınan 5 yaralıdan 4’ü artık yaşamıyor.

Sokağa çıkma yasaklarının beraberinde getirdiği hak ihlalleri ile ilgili Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) ve Anayasa Mahkemesi(AYM) başvurularını yapan hukukçulardan Av. Ramazan Demir ise, konuşmasında sokağa çıkma yasakları ile ilgili yaptıkları hukuki başvuruları ve sonuçlarını değerlendirdi. Demir, sadece kendisinin 1 ayda AİHM ve AYM’ye 190 dilekçe yazdığını, belki de ilk kez AİHM’ni 112 Acil Servis olarak kullanmak zorunda kaldıklarını, yaralılar için ilk başta AİHM’ne toplamda 5 tedbir kararı aldırdıklarını, ancak bu 5 kişiden yalnızca 1’ini kurtarabildiklerini, diğerlerinin hayatını kaybettiğini söyledi.

AİHM’in de daha sonra yaptıkları başvuruları, Anayasa Mahkemesine havale ettiğini, Anayasa Mahkemesinin de başvurularına karşılık, devletin beyanlarını esas aldığını söyleyen Demir, “AYM, başvurucularımız üzerinde baskı kurup evlerine polis gönderdi ve AYM’nin bu baskıları yüzünden insanlar başvurularını geri çekmek zorunda kaldı. AYM bize ‘yaralılar silahlı mı silahsız mı, nasıl yaralandı, çatışmada mı yaralandı, siz nesi oluyorsunuz, kendileri neden başvurmuyor’ gibi skandal sorular sordu, sonrasında da başvuruları reddetti” dedi. Bu durumun Cizre’de yaşanan 2. ve 3. bodrum katliamlarına yol açtığını belirten Av. Ramazan Demir, tedbir kararlarının zamanında verilmiş olması halinde, yaşanan katliamların belki de engellenebileceğini ifade etti.

Medya yalancı şahitlik yapıyor.

Acı, Tanıklık ve Gazeteci Sorumluluğu” başlıklı konuşmasında bölgedeki sokağa çıkma yasaklarına ilişkin medyanın rolüne değinen Doç. Dr. Esra Arsan ise, insan acılarını habere dönüştüren medyanın acı siyaseti ürettiğini, insanların acısını büyük kitlelere ulaştıran bir gazetecilikten söz edilmesi gerektiğini ifade etti. “Gazetecilik, içinde olmadığınız bir acıyı, o coğrafyayla alakası olmayan kitlelere nasıl anlatacağınızın büyük bir meydan okuyuşudur aslında” diyen Arsan, gazetecilerin bu acıların nedenlerini ve sonuçlarını tanımlayıcı durumu olduğunu söyledi. Gazetecinin, orada olup tanıklığıyla tarihsel süreci anlattığını, gördüklerini eksiksiz ve doğru bir şekilde anlatma sorumluluğu olduğunu, gördüklerinden sorumlu olduğunu belirten Arsan, “ancak AKP medyası, Kürdistan’da olanları basın yoluyla tanıklık ve şahitlik adı altında büyük yalanlarla insanlara anlatmakta” dedi. Gazetecilik tanıklığının tek başına yeterli olmadığını, şahitliğin daha doğru bir kavram olduğunu belirten Arsan, “gazeteci aslında şahittir, oysa Türkiye’de gazeteciler yalancı şahit, Kürt olanın acısını aktarırken, Kürdün acıyı bekleme ve bilmesinin normal olduğunu düşünüp öyle haber yapıyor” dedi.

Arsan, “Batılı anlamda bakarsak, buna ‘beyaz göz’ deriz. Beyaz göz, beyazların yerlilere bakışını anlatan bir tanımdır. Beyaz göz, uzaktaki ötekini, ırkçı yaklaşımla daha da uzaklaştırıyor” şeklinde konuştu. Arsan, son olarak, “suçluyla suçsuzu ayırt etmede bize aracılık edecek olan sivil medya güçlerinin kurulması gerek, çünkü ana akım medya yalancı şahit, bugün uzaktaki acıyı aktaracak olan Kürt gazeteciler ve sivil yurttaşlardır” diyerek sözlerini tamamladı.

Panel, konuşmacılara sorulan sorular ve yanıtlarıyla sona erdi.

Panelin tamamını https://youtu.be/YMcbuMeRsB0 linkinden izleyebilirsiniz.