Uluslararası düzeyde “hasta hakları” üzerine raporlar hazırlayan ve bu hakların geliştirilmesi gibi bir misyonu olan MDRI (Mental Disability Rights International) isimli sivil toplum örgütü geçtiğimiz ay “Kapalı Kapılar Ardında: Türkiye’nin Psikiyatri Kurumları, Rehabilitasyon Merkezleri ve Yetimhanelerinde Yaşanan İnsan Hakları İhlalleri” başlıklı en son raporunu kamuoyuna duyurmuş ve yoğun tartışmalara neden olmuştu.1

Bu raporu, açıklanmasından bir hafta kadar önce inceleme imkanı bulmuş ve destek imzası vermiş biri olarak, raporun kamuoyunda, özellikle de psikiyatri camiasında, algılanış ve değerlendiriliş tarzı üzerine fikirlerimi paylaşmak istiyorum.

Öncelikle rapor, basında çok geniş bir yankı buldu. Hemen her gazetede gerek haber gerekse de yorum olarak rapora epeyce yer verildi.2 Raporu Türkiye’deki hasta ve hasta yakınlarının haklarını savunan dernekler desteklemişlerdi. Konu çok önemliydi, zira bir ülkenin ne kadar medeni olduğunu anlamak için en dezavantajlı kesimlere nasıl muamele edildiği, bu kesimlerin ne tür haklardan yararlandıkları temel önemdeydi ve rapor da bu toplumun en dezavantajlı kesimlerinin yaşadığı kimi sorunlar üzerineydi. Raporda sıralanan hak ihlallerini özetlersek: Devlet psikiyatri hastaneleri için: “…elektroşok tedavisi olarak bilinen EKT’nin kas gevşetici ya da anestezi kullanılmaksızın yani modifiye edilmeksizin yaygın bir şekilde uygulanması, çocuklara (raporda 18 yaş altı “çocuk” sayılmaktadır) EKT uygulaması, EKT’nin gereğinden fazla kullanılması, hastaların aç ve susuz bırakılması, yetersiz rehabilitasyon ve tıbbi bakım, çocuk ve yetişkinlere uygulanan fiziksel kısıtlamalar ve izolasyon, EKT’nin bir cezalandırma yöntemi olarak kullanılması…”3 Yetimhaneler ve rehabilitasyon merkezleri için: “Küçük düşürücü fiziksel şartlar, mahremiyetin tamamen yoksunluğu, aşırı kalabalık, fiziksel baskı kullanımı, özel bakım yoksunluğu, tıbbi yardıma ulaşamama, fiziksel ve cinsel istismarlara karşı koruma önlemlerinin eksikliği. Raporda iddia edilenlerin arasında çocukların yataklara bağlanması, pencerelere tahtalar çakılıp kapatılması, çocukların yattıkları yerlerden ağır idrar ve dışkı kokusu gelmesi, fizyoterapistlerin yokluğu, hareket etmesi ve uyarılması gerekirken çocukların bütün gün yataklarda yatması, kendilerine zarar veren çocukların engellemek için bağlanması ya da ellerine plastik şişeler geçirilip bantlanması vb…”4

Raporun yetimhaneler ve rehabilitasyon merkezleriyle ilgili kısmı psikiyatri kurumlarıyla ilgili kısmına göre o denli infial yaratmadı. Bu kurumların iyi yönetilmediğini genel olarak zaten biliyorduk ve raporda yazılanlar karşısında “yok canım nereden uyduruyorsunuz?” deme cesaretini göstermek zordu. Belki daha önemlisi bu cesaretin taşıyıcısı olabilecek örgütlü bir meslek erbabı bulunmuyordu yetimhaneler ve rehabilitasyon merkezlerinde.5

PSİKİYATRİ CAMİASININ RAPORA TEPKİSİ

Buna karşılık rapor, psikiyatri camiasında ciddi bir huzursuzluk yarattı. Gazetelere, TV’lere demeçler veren psikiyatristler büyük çoğunlukla raporu eleştirdiler, “haksız” ve “abartılı” buldular. Psikiyatristlerin meslek örgütleri de aynı minvalde tepki verdi.6 Psikiyatri camiasının şimdiye kadar rapora verdiği tepki ne yazık ki savunmacılıktan öteye gitmiyor. Oysa buna hiç gerek yok. Rapor, psikiyatristlere karşı ya da onları suçlayan bir rapor değil. Raporun bütünü dikkatle okunursa, ruh sağlığı ve rehabilitasyon hizmetlerine yönelik olabildiğince sistemik bir eleştirinin ortaya konduğunu, bir meslek grubunu toptancı bir şekilde ihlallerden sorumlu tutmak gibi bir pozisyon alınmadığını görüyoruz. Raporda anılan kurumları şu ya da bu düzeyde içeriden bilen ya da bu konularda psikiyatristlerle samimi özel sohbetler yapan herkes bilir ki raporda yazılanlar bizim gerçeğimizdir. Rapordaki bazı noktalarda/ayrıntılarda kimi vurgu farklılıkları olması gerektiği savunulabilir belki ama rapor genel olarak oldukça nesnel bir rapordur.

Oysa şimdi psikiyatri camiası, bu rapora karşı savunmacı bir çizgi benimseyerek ciddi bir stratejik hata yapıyor. Bu raporu arkasına ve diğer ruh sağlığı çalışanlarını yanına alarak, Türkiye’deki yapısal sorunlardan ve kamusal sağlık anlayışının aşındırılmasından kaynaklanan ruh sağlığı ve rehabilitasyon hizmetlerindeki sefil halin radikal bir şekilde reforme edilmesi için kamuoyu oluşturma ve hükümete baskı yapma imkanı, evet maalesef şimdi bu rapor sayesinde, her zamankinden daha çok var. Psikiyatri camiası, rapora karşı savunmacı ve inkarcı bir seferberliğe girişmek yerine, raporun ruh sağlığı uzmanlarının değil, tam da böyle bir raporda olması gerektiği gibi, hastaların, hasta yakınlarının ve de hasta hakları savunucularının gözüyle hazırlandığını anlamaya çalışmalı, bu gözün ruh sağlığı faaliyetlerinin örgütlenmesinde vazgeçilmez önemde olduğunu teslim etmeli ve eleştiri/kampanya enerjilerini, Sercan’ın anılan yazısında belirtildiği gibi, meslek örgütlerinin tüm çabalarına kulak tıkayan ve bir duvar gibi davranan hükümet ve Sağlık Bakanlığı’na yöneltmelidir. Çünkü mevcut durumun mağdurları arasında sadece hastalar değil, psikiyatristler ve diğer ruh sağlığı çalışanları da vardır. Yine Sercan’ın belirttiği gibi, Türkiye’de bir ruh sağlığı yasası bile yoktur. Biz de ekleyelim: Ruh sağlığı yasası olmadığı gibi, psikiyatristler dışındaki, psikolog, klinik psikolog, psikolojik danışman, sosyal hizmet uzmanı, pedagog, psikiyatrik hemşire gibi diğer ruh sağlığı meslek erbabının bir meslek yasası ve ona bağlı olarak kurulacak meslek örgütleri/odaları da yoktur. Sadece bu durum bile ruh sağlığı hizmetlerine Türkiye’de verilen önem ve gösterilen ihtimam konusunda yeterince açıklayıcıdır.

Bütün bu yetersizlikler ve özensizliklerin sonucu olarak, Türkiye’de psikiyatri camiası genel olarak insan hakları ve mesleki hassasiyetleri yüksek kişilerden oluşsa da yapısal sorunlar karşısında çaresiz kalması ve yine Sercan’ın belirttiği gibi kimi durumlarda “iki kötü arasında” seçim yapmaya zorlanması acayip bir durum değildir. Ama acayip olan hasta, hasta yakını ya da hasta hakları savunucuları açısından da bu iki kötü arasında yapılan seçimlerin sineye çekilmesi talebidir. Söz konusu rapor, tam da böylesi kötüler arasında seçim yapma durumunun bizatihi kendisine yönelik sarih bir eleştiridir.

EKT İŞKENCE OLABİLİR Mİ?

Somutlarsak, anestezi ve kas gevşetici kullanmadan, yani modifiye edilmeden, yapılan EKT (elektroşok) dünyada “yapılmaması gerekenler” kategorisinde kabul ediliyor. Türkiye’deki psikiyatri camiası da aynı fikirde, ama devletin psikiyatri kurumlarına yeterince anestezist sağlamadığını, altyapının yetersiz olduğunu ve tedavisiz bırakmak yerine, istemeden de olsa modifiye edilmemiş EKT’nin uygulanabileceğini söylüyorlar. Öte yandan Avrupa İşkenceye Karşı Sözleşme’de modifiye edilmemiş EKT, 2002’den beri işkence addediliyor – ki raporda da bu zikrediliyor. Rapor kimi devlet psikiyatri hastanelerinde (yani bütün psikiyatri kurumlarında değil) modifiye edilmemiş EKT uygulamalarının yaygın olarak kullanıldığını saptıyor ve bunu “işkence” sıfatını da ekleyerek eleştiriyor. Bu saptama ve eleştiriye, Türkiye’de işkenceye karşı mücadelede önemli bir yer tutmuş olan psikiyatri camiasının tepkisi “vay siz bize nasıl işkenceci dersiniz? Modifiye edilmemiş bile olsa EKT bir tedavi yöntemidir” demek olmamalı. Bir kere modifiye edilmemiş EKT’nin işkence olarak nitelenmesi raporun değil, anılan Avrupa Sözleşmesi’nin marifeti. Bunun da nedeni basit: Modifiye edilmemiş EKT’yi uygulayan psikiyatrist tabii ki işkence yapmak amacıyla davranmıyor. Ancak hastanın bu uygulama karşısındaki öznel yaşantısını (korku, kaygı, dehşet, ağrı, acı vb) psikiyatristin niyetinden bağımsız olarak değerlendirmek gerekiyor. Bu bağlamda modifiye edilmemiş EKT’ye maruz kalan insanların bu uygulamayı işkence-gibi yaşantılaması ve sonradan bunu ifade etmesi çok mu acayip? Bu seslere “ne yapalım şartlar kötü” diyerek kulak tıkamak mümkün mü? İnsanlar sürekli “cephe koşullarında” hizmet almayı neden kabul etsin?

Ek olarak şu da eklenmeli ki bu bahsettiğimiz yapısal yetersizlikler ve özensizlikler, hangi kurumda ve hangi meslek erbabında olursa olsun istismara açık bir hal yaratır. Altyapı sorunlarının, standart ve denetim eksikliklerinin olduğu her durumda birileri çıkacak, örneğin modifiye edilmemiş EKT’yi açık ya da örtük bir şekilde cezalandırma amacıyla bile kullanabilecektir. Bu uygulamayı yapanların yüzde biri bile buna tevessül etse bu çok ciddi bir ihlaldir ve üzerinde durulması gerekir. Çünkü aslolan bu tür şeylerin hiç olmamasıdır. Dolayısıyla psikiyatri camiasının sanki Türkiye’deki her bir psikiyatristin, her bir psikiyatri kurumunun her bir koğuşunda işleri nasıl yaptığını biliyor ve bu iş yapma tarzını savunuyor gibi bir tutum almasının mantıki sonucu bir tür mesleki şovenizm yapmaya varır ki bunun savunulabilir bir tarafı yoktur.

Rapora yönelik tepkiler arasında bir de hezeyani olanlar vardı. Onlar da raporu hazırlayan kuruluşun ABD kökenli olmasına, Soros’tan destek almış olmasına, modifiye edilmemiş EKT için “işkence” nitelemesinin kullanılmasıyla işkenceye karşı politik mücadelenin (nedense!) zarar göreceğine, raporun reform önerileri getirmesi nedeniyle oryantalist olmasına, 3 Ekim öncesi açıklanmasına vb. takıldılar.7 Türkiye, uluslararası sivil toplum kuruluşlarının kendisinin çeşitli halleri üzerine raporlar yayımlamasıyla daha çok uzun 12 Eylül döneminde “işkence raporları”yla tanıştı. O tür raporların kimler tarafından nasıl karşılandığını hatırlıyoruz. Herhalde hâlâ “gizli bir gündemleri olmadıkça neden merkezi ABD’de olan bir kuruluş gelip de bizim psikiyatrik hastalara nasıl muamele ettiğimizle ilgilensin?” diye düşünüyoruz. Artık bakış açısına göre maalesef ya da ne mutlu ki diye başlayabiliriz, dünyanın çeşitli yerlerinde çeşitli insanlar ve bunların oluşturduğu kurumlar, insan hakları, işkence ya da hasta hakları gibi meseleleri öküzün altında buzağı aramadan dert edinebiliyorlar. Nasıl mesela Türkiye’de de herhangi bir milliyetçi gündemi olmadan ilkesel düzeyde Irak’a askerî müdahaleye karşı çıkan insanlar varsa, başka yerlerde de farklı meseleler üzerine ilkesel düzeyde ciddi çalışmalar yapan insanlar/kurumlar var.

TOPLUM-TEMELLİ” BİR YENİDEN ÖRGÜTLENME

Gerek savunmacı refleksler gerekse de komplocu/milliyetçi takıntılar, örneğin söz konusu raporu kapsamlı bir şekilde değerlendirmemizi engelliyor. Birkaç noktaya hapsolup, aslında tüm ruh sağlığı çalışanlarının da mağduru oldukları yapısal sorunlara sınırlı da olsa çarpıcı bir eleştiri getiren bu raporda örneğin toplum-temelli ruh sağlığı hizmetlerinin geliştirilmesi öneriliyor. “Toplum-temelli”, özetle, birçok ülkede nispeten başarılı bir şekilde uygulanan ruh sağlığı hizmetlerinin önemli bir bölümünün ister istemez toplumdan yalıtım temelinde işleyen yataklı tedavi kurumlarında değil de toplumsal yalıtımı en aza indiren ya da kaldıran gündüz hastanelerinde/kliniklerinde ya da uygun profesyonel destekleri sağlayarak evlerde verilmesi demek. Raporun işaret ettiği en önemli perspektif, Türkiye’de ruh sağlığı hizmetlerinin böylesi radikal bir yeniden örgütlenmesi gerekliliği. Nedense rapordan sonra bu perspektifi hiç tartışmıyoruz. Oysa ihtiyacımız olan, hem mevcut uygulamaları dünya standartlarına çıkarmak olmalı, hem de kapsamlı reform önerilerini pişirmek olmalı. Bunun için de sadece psikiyatristlerin değil, tüm ruh sağlığı meslek erbabının kafa kafaya vermesi ve hükümetten/Sağlık Bakanlığı’ndan ricacı olmayı bırakıp bu hizmetleri alanlarla güçlü koalisyonlar kurarak ve toplumsal bir talep yaratarak harekete geçmesi gerekiyor. Böylesi bir hareket için söz konusu rapor ve benzerleri köstek değil, aksine güçlü bir destek olarak görülmeli.

1 Raporun İngilizce ve Türkçe tam metni için: www.mdri.org.

2 Derli toplu iki örnek olarak: Radikal İki’nin 9 Ekim 2005 tarihli sayısında bu konuda iki yazı vardı (Nazan Özcan, “Türkiye’de ruh hastası olmak”; Mustafa Sercan, “Türkiye’de ruh hekimi olmak”).

3 Nazan Özcan, agy.

4 Nazan Özcan, agy.

5 Bu yazı yazıldıktan sonra ortaya saçılan, Malatya’da SHÇEK’e bağlı 0-6 yaş grubu kimsesiz çocukların barındığı bakımevindeki çocukların toplama kampı gibi bir ortamda nasıl “esirgendiğine” dair bütün Türkiye’nin tanık olduğu görüntüler ise epey infial yarattı. (Örneğin: ‘Böyle bakana böyle personel. Radikal, 27 Ekim 2005). Raporun bu konudaki isabeti, hatta az bile eleştirdiği, açıkça ortaya çıktı. Bu ‘Malatya olayı’ ayrı bir yazıda ele alınmayı hakediyor.

6 Kemal Özmen (6 Ekim 2005). Raporun bakış açısı ve üslubu nesnel değil. Bianet. http://www.bianet.org/ 2005 /10/06/68253.htm

7 Talihsiz bir örnek için bkz: Selçuk Candansayar, Birgün, 3 Ekim 2005.

 -Bu yazı Birikim Dergisi’nin 199. sayısında (Kasım 2005) yayımlanmıştır.