7 Şubat 1966 günü Fener Postanesinden Sirkeci Emniyet Müdürlüğü Siyasi Şubesine imzasız bir ihbar mektubu gider. Mahkum komünistlerden Mehmet Raşit Öğütçü ve etrafına topladığı kişilerin Cibali’deki bir lokantada komünizm propagandası yaptığı yazmaktadır mektupta. Gerekli inceleme başlatılır hemen ve gerçekten muhbirin bildirdiği gibi “sözkonusu şahısların lokantaya öteden beri devam ettiği ve lokantada komünizm propagandası yaptıkları, bu konularda yetiştirici ders mahiyetinde telkin ve tahriklerde bulundukları tespit edilir”. 8 Mart 1966 tarihli emniyet fezlekesine göre ihtilalci sosyalizme yani komünizme inandıkları anlaşılmakta olup komünist yeraltı çalışmalarına ve tekniğine uygun olarak illegal üç kişilik hücre teşkilatı vücuda getiren ve lokantayı lokal olarak kullananlardan biri olan Mehmet Raşit Öğütçü, ünlü yazar Orhan Kemal’dir.

Öncesinde 5 yıllık bir mahpusluğu vardır Orhan Kemal’in, Nazım Hikmet ile cezaevi arkadaşlığı yapmışlardır. Lakin belli ki devletin içini soğutmaya yetmemiştir bu hapislik, hayli yaşlanmış ve sağlığı da bozulmuş olduğu halde soruşturma ve davalara maruz kalır ve nihayetinde bir ihbar mektubu ile meyhanede komünizm propagandası yaptığından bahisle 08.03.1966 günü sorguya alınır.

Durumun vahameti kadar suçlamanın mahiyeti de Orhan Kemal’in onuruna dokunmuş olmalı ki emniyet ifadesinde “Lokantada komünizm propagandası yapacak kadar zekadan yoksun değilim” derken savcılık ifadesinde de şöyle der; “.. bu hücre çalışmaları lokanta ve emsali gibi herkesin rahatça girip çıkacağı yerlerde yapılmaz. Bu itibarla ismi geçen lokantada bu tarzda bir faaliyet gösterildiğini asla kabul edemem ve ben şahsen böyle bir fikri seviyeden mahrum değilim”.

Ama ne yazık ki devleti yönetenlerin ve muhakeme edenlerin fikri seviyesi tıpkı bugün olduğu gibi o gün de yargılayıp mahkum ettiklerinin pek altındadır, muhtemelen komünizm propagandası ile suçladıkları yazarın tek bir satırını dahi okumamışlardır. Devlet yanıltmaz ve ezberimizi bozmaz, savcı yazar ve iki arkadaşının tutuklanmasını talep eder.

İstanbul 9. Sulh Ceza yargıçlığındaki savunmasında şöyle der Orhan Kemal : ” .. memleketimde ve dışarıda bir yazar olarak yazarlığımın gurunu fazlasıyla duymuş bir insanım. Beş çocuğumun geçimiyle mükellef olduğum geniş bir ailem var. Beş yıl hapis yatmış olmakla hapishane hayatının ne demek olduğunu gayet iyi bilen , hapis yatmaktan zevk almayan bir insanım. Bunlara ilaveten  münevver ve aydın olmak haysiyeti ile en sağdan en sola kadar fikir grup ve cereyanlarını iyi bilirim… hele komünizm denen olayı bir memlekette gerçekleştirebilmek için bahçelerde, lokantalarda, çeşitli insanlar önünde açılışını yapmanın, komünizmin gerçekleşmesi için kabil olmayacağını herkesten daha iyi bilirim. Şunu da biliyorum ki Türkiye’de komünizm için bir ortam yoktur…”.

Sulh ceza yargıcı delillerin yeterli olmadığını ve sabit ikametgah sahibi olduklarını nazara alarak tutuklama talebini redderse de savcının itirazı üzerine İstanbul 6. Asliye Ceza Mahkemesi şahitlerin emniyetteki ifadelerine dayanarak ve “delillerin karartılması” ihtimalini nazara alarak tutuklanmalarına karar verir.

Sanıklara müsnet TCK 142/1 ve 4. bendindeki suçların oluşup oluşmadığını tetkik etmek üzere dosya bilirkişiye tevdi edilir. Bilirkişilerden biri dönemin TCK 142 yargılamalarında sıklıkla karşımıza çıkan bir ismidir: Prof. Dr. Sulhi Dönmezer. Lakin bilirkişiler de dosyada suç unsuruna rastlanmadığı yönünde rapor verirler. Fakat devlet ısrarcıdır, Orhan Kemal ve arkadaşları muhakkak cezalandırılmalıdır.

Dostu Fikret Otyam’ın cezaevine yazdığı mektubun satırlarında açıktır aslında her şey, tanrılara kurban gereklidir, Ne tatlı hayaller kurarak İstanbul’u yaşıyordum. Beraat edeceğini biliyordum. Şunun tadını bir çıkaralım diyordum. Derken, haber bomba gibi patladı, sabah sabah. O gün hiç haber yazamadım, çalışamadım. Elim gitmedi makinaya, gözüm görmedi, kafam çalışmadı. Biliyordum bir kurban gerektiğini, hem iyi biliyordum, ama bunun sen olacağın, olabileceğin aklıma bile gelmiyordu.. Seni nasıl sevdiğimi, saydığımı bilen Kemal, o gün bana iş bile vermedi. Ama oyalanmam gerekiyordu. Sonra serbest bırakıldığın haberi geldi. Ardından yeniden tutuklandığın. Akşam rakı içeyim dedim, gitmez boğazımdan.. Ne yemek, ne rakı. Uyuyayım dedim, zehir oldu hepsi“.

Orhan Kemal ise insanın içine işleyen şu satırları yazar dostuna “… Yer yer kendi halim içime dokundu, taştım ama asla kırgın, karamsar değilim. “Orhan Kemal”in başına gelir böyle şeyler. Günler çok monoton olmakla beraber, geçiyor be. Bana sorarsan suçum yok ama, başkaları herhalde bu kanıda değiller ki tutukluyum”.

Orhan Kemal’in edebiyatının da parçası olan gerçekçiliği sinmiştir bu satırlara. Aydınlık bakışlı, iyi yürekli, her şeye rağmen iyimser Orhan Kemal hepimizden daha iyi bilir iktidarın ve dünyanın kirli düzenini. Boşuna değildir “Orhan Kemal’in başına gelir böyle şeyler” demesi, yoksulların, çaresizlerin, ezilenlerin yazarının.

Cumhuriyet savcısının sanıkların cezalandırılması yönündeki mütalaasına rağmen İstanbul 4. Ağır Ceza Mahkemesi mütalaanın aksine sanıkların beraatlerine karar verir. Savcılık pes etmez, kararı temyiz eder ama yerel mahkemenin kararı Yargıtay tarafından da isabetli bulunur ve onanır. Orhan Kemal’in masumiyeti, lokanta masasında devletin düzenini yıkmaya tevessül etmedikleri mahkeme ilamı ile tevsik edilmiş olur.

O yargılamada sanık müdafiilerinden biri olan Av. Gülçin Çaylıgil bu karardan tam otuz yıl sonra, avukatlık stajım sırasındaki staj eğitimin ilk dersine biz avukat adaylarına şu soruyu sorarak başladı: “Kimler Orhan Kemal’i okudu aranızda?” Kalkan eller az sayıdaydı, yüzü gölgelendi ve şöyle devam etti sözlerine: ” Orhan Kemal’i okumadan iyi hukukçu olunamaz”. Şanslı bir insan olarak takip eden yıllar boyunca Gülçin Çaylıgil’den Orhan Kemal’i çok dinledim, her okuduğumda içim keder ve öfkeyle dolsa da insandan umudu kesmemekte saklı aydınlığı onun satırlarından öğrendim.

Orhan Kemal’i okumak adaletin asli meselesi olan toplumsal eşitsizliği, haksızlığı boğazınızda düğüm düğüm hissetmektir, bütün o masum olmayan lekeli karakterlerden asıl suçun nerede olduğunu idrak etmektir. Devletin kendine kurban olarak seçtiği kişilerin hiçbiri tesadüfi değildir. Kalemi ve kelamı ile adaletsiz düzenin tekerine çomak sokanlardır onlar, o yüzden egemenlerin fikir işçilerine olan husumeti yüzlerce yıldır sürüp gitmekte olan eski hikayedir, görünen o ki sürmeye de devam etmektedir. Ama Eduardo Galeano ‘dan alıntı ile diyebiliriz ki “Tarih sadece tekerrür eden değil, aynı zamanda çomak da sokulabilen bir şeydir”.

Devlet aydınlarla, sanatçılarla uğraşmaktan, fikirleri zindana atmaktan asla vazgeçmedi. Lakin devletin ayıpları kendi hanesine yazılırken, Orhan Kemal’in beş yıllık mahpusluğundan geriye 72. Koğuş’un penceresinde donarak ölen Ali Kaptan kalır, şefkatle okşadığı ekmek ve haysiyet kavgasının yoksul çocukları kalır, pırıltılı aşk cümlelerini somun ve sabuna değişen gardiyanın sevgilisi mahkum kalır, adem babaların haysiyetsiz ve rezil gölgesi kalır.

Büyüklük Orhan Kemal’de; devlete yağdanlığın utancı, fikirlere husumetin kara lekesi onu yargılayanlarda kalır.

KAYNAKÇA :

Siyasal İktidar Sanata Karşı/ Çetin Yetkin-1970

Sessizin Payı/Yoksulluk Lekesi/Nurdan Gürbilek

Cumhuriyet Gazeteci/ Işık Öğütçü/12.07.2015

KAYNAK: HUKUK POLİTİK