Neredeyse her gün anayasa ihlali, anayasa değişikliği, yeni anayasa tartışmalarıyla uyandığımız ülkemizde; tartışma zemini konuyu anlamaktan ziyade, karşıt kamplar içinde kavga zeminine dönüşmüş durumda.  Değerli Anayasa hukuku hocamız Ergun Özbudun, “Anasayalcılık ve Demokrasi” isimli kitabıyla, bize konuyu tartışırken yararlanabileceğimiz fikri  ortamı  özlü biçimde;  Sınırlı Devlet Düşüncesinin Doğuşu, Katı Anayasalar ve Anayasa Yargısı, Hukuk Devleti ve Yargı Bağımsızlığı, İki Demokrasi ve Türü ve Anayasalcılık, Bölünmüş Toplumlarda Anayasalcılık ve Demokrasi, Türkiye’de Anayasalcılık ve Demokrasi, başlıklarıyla inceliyor. Neredeyse bir el kitabı mahiyetindeki bu değerli eseri Hukukpolitik okurlarının dikkatine, kitabın giriş bölümünü kısaltarak  hocamızın ağzından sunuyoruz.

ANAYASALCILIK VE DEMOKRASİ
Prof. Ergun Özbudun

İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları,
Eylül 2015,
144 Sayfa

Anayasal demokrasi (constitutional democracy) çağdaş anayasa hukuku ve siyaset bilimi literatürlerinde en çok kullanılan kavramlardan biridir. Ancak, bu terimin iki unsuru, yani anayasalcılık ve demokrasi arasında bir çelişki olduğu, hatta bu deyimin bir “oksimoron” sayılması gerektiği, birçok düşünürce ifade edilmiştir. Çünkü demokrasinin özü çoğunluk yönetimi olduğu halde, anayasalcılığın amacı, çoğunluk iktidarını sınırlamaktır. Stephen Holmes’un ifadesiyle çatışma, “anayasalcılığı bir ayakbağı gibi gören demokratlarla, demokrasiyi bir tehdit gibi gören anayasalcılar arasındadır. Bazı teorisyenler demokrasinin, anayasal deli gömleği giydirilmesiyle felce uğrayacağından endişe etmektedir. Diğerleri ise, demokrasi selinin, yasa barajının yıkacağından korkmaktadırlar. Aralarındaki farklara rağmen iki taraf da, anayasalcılıkla demokrasi arasında derin ve neredeyse bağdaşmaz bir gerilimin varlığında hemfikirdirler. Gerçekten bunlar, neredeyse “anayasal demokrasi’nin bir karşıtların evlenmesi, bir oksimoron olduğunu söyleyecek kadar ileri gitmektedirler”
……….
Bir yandan anayasalcılık ve demokrasi, birbirine karşıt görünebilir. İlk deyimin ‘sınırlı ve bölünmüş’ bir iktidarı ifade etmesine karşılık, ikincisinin nihai anlamı, onun ‘birleşmiş ve sınırlandırılmamış’ şekilde kullanılmasıdır.” Bununla birlikte bu yazarlar, iki kavramın, birbirlerine karşı tehdit oluşturdukları kadar, birbirlerine temel sağladıkları sonucuna varmaktadırlar.
Gerçekten, demokrasinin, ne şekilde tanımlanırsa tanımlansın, son tahlilde, halk yönetimi ya da halkın egemenliği anlamına geldiğinde kuşku yoktur. Çağımızda halkın bu egemenliği doğrudan doğruya demokrasi araçlarıyla bizzat kullanması pratikte mümkün olmadığına göre, çağdaş demokrasi, temsili(representative) demokrasi olmak zorundadır. Bu ise, toplumun, belli aralıklarla yapılacak serbest ve dürüst seçimlerle oluşacak siyasal çoğunluk tarafından yönetilmesi anlamına gelmektedir. Öte yandan, anayasalcılığın gerek çağımızdaki anlamı, devlet iktidarını çeşitli fren ve denge mekanizmaları ile sınırlamaktadır. Bu anlamda “anayasal devlet” (constitutional goverment) deyimi, “sınırlı devlet” (limited goverment) deyimiyle anlamdaştır. Anayasal devlette, mümkün olan en demokratik yöntemlerle de oluşmuş olsa, çoğunluğun iktidarı, mutlak bir iktidar değil, sınırlı bir iktidardır.
……..
Karşıt gibi görünen bu iki ilkenin nasıl bağdaştırılabileceği konusu, yazılı anayasaların ortaya çıktığı 18. Yüzyıl sonlarından bu yana teorik ve felsefi düzeylerde tartışma konusu olmuş ve ikinci bölümde ancak kısaca değinebileceğimiz çeşitli görüşler ortaya atılmıştır. Bunlardan biri, insan hayatının bazı alanlarının özerk ve dokunulmaz olması ve siyasetin hiçbir şekilde bu alana müdahale etmemesi gerektiği yolundaki liberal inanca dayanır. Anayasalcılığın amacı, bu alanın korunmasıdır. Bireyin özerk alanını siyasal müdahalelerden korunmayan bir demokrasi de düşünülemez. Demokrasi, demokrasiyi yok etme hürriyetini içermez. Bu anlamda anayasalcılık, demokrasiyi kendisine karşı koruyan bir araçtır. Bu düşünceye karşı, bireysel alanla kamusal alan arasındaki sınırın çok kesişen olmadığı, zaman ve mekan içinde değişebileceği, mesela bir zamanlar bireyin özerk alanının ayrılmaz bir parçası telakki edilen mülkiyet hakkının zamanımızda devlet müdahalelerine konu olduğu ileri sürülmüştür.

İkinci görüş, anayasayı yapan asli kurucusu iradeye, olağan seçimler yoluyla beliren halk iradesine oranla daha büyük bir değer ve daha güçlü bir bağlayıcılık izafe edilmesidir. Bu anlamda kurulmuş iktidarların, kurucu iktidarın ürünü olan anayasaya bağlı olmalarında demokrasi ilkesine aykırı bir yön yoktur. Bu hayli tartışmalı görüş, İkinci bölümde daha ayrıntılı olarak incelenecektir.

Üçüncü olarak, anayasalcılığın başlıca araçlarından biri olan kuvvetler ayrılığının, demokrasi prensibi ile çelişmediği söylenebilir. Çünkü devlet iktidarının bölüştürüldüğü organlarının hepsi, halk iradesi temeline dayanmaktadır. ABD örneği ele alınacak olursa, Başkan, Temsilciler Meclisi, Senato ve federe devletlerin yasama ve yürütme organlarının hepsi, ayrı seçimlerle ifade bulan halk iradesinden kaynaklanmaktır. Bunların birbirlerini dengelemesi ve sınırlandırması, halkın demokratik iktidarının sınırlandırılması değil, aksine tartışma ve uzlaşma yollarıyla bu iradenin daha iyi ifade bulması anlamına gelir. Bu görüş, seçilmiş devlet organları bakımından belli geçerlilik taşısa bile, seçimle oluşmayan yargı organının günümüzde özellikle genişleyen yetki alanını açıklamamaktadır. Bu konu da ikinci ve üçüncü bölümlerde daha ayrıntılı olarak ele alınacaktır.

Nihayet, bu konudaki görüşlerin, yazarların siyasal tercihlerinden soyutlanmasının mümkün olmadığı da söylenebilir. Devlet müdahalesini asgari ölçüde tutmak, bireyin özerk alanını da mümkün olduğunca geniş ve dokunulmaz kılmak isteyen liberal görüşlü yazarlar, tahmin edilebileceği gibi, anayasalcılığa daha güçlü bir vurguda bulunmaktadırlar. Buna karşılık, siyaseti, toplumdaki gelir, servet ve statü eşitsizliklerini azaltmanın, sosyal adaleti geliştirmenin bir aracı olarak gören sol ve sosyalist eğilimli yazarlar, demokrasi unsurunu daha ön plana çıkarmaktadırlar.
……………..
Demokrasi ile anayasalcılık arasında teorik ve felsefi düzeydeki gerilimler ne olursa olsun, çağdaş anayasal demokrasiler bu iki unsuru bağdaştıracak mekanizmaları geliştirmişlerdir. Bunların başında, anayasalcılık akımının kökenindeki ana fikir olan kuvvetler ayrılığı gelmektedir. Aşağıda görüleceği gibi (birinci bölüm) kuvvetler ayrılığı, demokratik gelişmelere paralel olarak zaman içinde daha farklı bir anlamada bürünmüş olmakla birlikte, onun günümüzde de vazgeçilmez olan özü, yargı organının siyasi organlar karşısında bağımsızlığıdır. Bütün çağdaş anayasal demokrasilerde yargının bağımsızlığı, birey hürriyetlerinin en önemli güvencesi olarak görülmektedir. Ancak, yargının gerçek anlamda bağımsız ve tarafsız olabilmesi, elbette, hâkimlerin özlük işlerinin, siyasal organlardan bağımsız, özerk kuruluşlar tarafından yürütülmesine bağlıdır. Çalışmamızda bunu sağlayan kurumsal mekanizmalar ayrıntılı olarak incelenmektedir. (Üçüncü Bölüm)

Çağdaş demokrasilerde katı anayasalar, çoğunluğun iktidarını sınırlandıran en önemli araçlardan biridir. Çok az sayıda istisnalar ile çağdaş demokrasilerin büyük çoğunluğunca kabul edilmiş olan katı anaya ilkesi, bir bakıma, anayasayı yapan asli kurucu iktidarın, kendisini izleyecek olan kurulmuş iktidarların iradesini sınırlandırması anlamına gelmektedir. Ancak, katı anayasaların bu fonksiyonu etkili şekilde yerine getirebilmeleri, kanunların anayasaya uygunluğunun yargısal denetiminin kabul edilmiş olmasına bağlıdır. Dolayısıyla çalışmamızda, anaysa yargısının doğuşu ve gelişmesi, demokratik meşruluğu ve kurucu iktidarla kurulmuş iktidar arasındaki ilişki konuları ele alınmaktadır.(İkinci bölüm). Ancak, çağımızın karmaşık devlet yapısı içinde kuvvetler ayrılığı, katı anaysa ve yargı bağımsızlığına ek olarak, çoğunluk iktidarını sınırlandıran diğer bazı mekanizmalar oluşmuştur. Siyaset bilimi literatüründe “yatay hesapverirlik” (horizontal accountability) mekanizmaları önemli bir rol oynamaktadır. (Dördüncü Bölüm)
…………

Altıncı ve son bölümde, bu teorik tartışmaların ışığında Türkiye’de demokrasi ve anayasalcılık ilişkisi ele alınmaktadır. Bu konuda Türkiye’nin belki de en çarpıcı özelliği, 70 yıla yaklaşan çok-partili hayat deneyimine rağmen, hala demokrasinin ve anayasalcılığın gerekleri arasında makul ve ölçülü bir denge kurulamamış olmasıdır. Gerçekten, yakın zamanlara kadar anayasalcılık; askeri, bürokratik ve entelektüel elitlerin seçilmiş organların iktidarını önemli ölçüde sınırlandıran bir dizi denge ve denetim mekanizması olarak anlaşılmıştır. Son yıllarda ise sarkacı diğer uca yöneldiği, demokrasinin sınırsız çoğunluk yönetimi olarak anlaşıldığı, anayasal denge ve denetim mekanizmalarının ihmal edildiği ya da zayıflatıldığı görülmektedir. Oysa sağlıklı ve sürdürülebilir bir demokratik rejim, ancak bu iki unsurun makul şekilde dengelenmesi ile mümkündür.

Son olarak belirtilmesi gerekir ki, bu kitabın amacı, demokrasinin ve anayasalcılığın gerekleri arasındaki gerilimin ve çağdaş demokrasilerde bu iki karşıt ilkenin nasıl dengelenmeye ve bağdaştırılmaya çalışıldığının incelenmesiyle sınırlıdır. Şüphesiz, çalışmamızın temel kavramlarını oluşturan anayasalcılık, demokrasi, hukuk devleti, yargı bağımsızlığı ve bölünmüş toplumların anayasal tercihleri gibi konuların her biri üzerinde kütüphaneler dolusu eserler yayınlamıştır. Dolayısıyla, güneşin altında yeni bir şey söylemenin imkânsızlığı bir yana, bütün kaynakların tüketici (exhaustive) biçiminde incelenmesi de, benim imkânlarımın çok ötesinde bir çaba olacaktır.