Tan gazetesinin 22 Ağustos 1945 tarihli nüshasında M. Zekeriya Sertel imzasıyla çıkan bu makale “Türkiye’nin daha ileri ve daha geniş bir demokrasiye geçiş hareketine hükumet ve meclis önayak olabilecek durumda mıdır?”, ” Meclis ve hükumetin önayak olmadığı durumda hak ve özgürlük kullanımlarına engel olan mevzuat nasıl değişebilir?” sorularıyla güncelliğini hala koruyor. Siyası hayatın taşlaşmış bir kalıba dönüşmesinin tarihsel izlerini ortaya koyan bu güncel makale Can Yayınları tarafından yayımlanan Sabiha-Zekeriya Sertel’in “Davamız ve Müdafaamız” adli kitabından alınmıştır. Bu makalenin yayımlanmasından hemen sonra Sertel hakkında “Devlet şahsına yönelik eleştiri” yaptığı iddiası ile soruşturma başlatılmış ve yargılama yapılmıştır.  (Yazının devamında Sertel’in savunmasını okuyabilirsiniz.)

Hükumet ve Meclisten Bir Şey Bekleyebilir miyiz?

Türkiye’nin daha geniş bir demokrasiye geçmesi lazım geldiğinde cumhurreisinden en basit vatandaşa kadar herkes beraberdir.

Hele Birleşmiş Milletler Anayasası’nı kabul ve imza etmekle milletlerarası birtakım taahhütlere girdikten sonra, memlekette daha geniş değilse bile hiç olmazsa taahhütlerimizin icap ettirdiği ölçüde hakiki demokrasiye geçmek zarureti artık herkesçe teslim edilen bir hakikat olmuştur.

Fakat dün de izah ettiğimiz gibi bugünkü mevzuat içinde bu değişmeyi imkânsız kılan sıkı kayıtlar vardır. Bu kayıtları kaldırmadıkça, vatandaşların demokratik haklarından istifade etmeleri imkânsızdır. Onun için her şeyden evvel, anayasaya ve milletlerarası taahhütlerimize uymayan mevzuatı değiştirmek, ferî kanunlarda tadilat yaparak vatandaşlara bu imkânları vermek lazımdır.

Peki, ama bu mevzuat nasıl değişebilir?

Bizdeki teamüllere göre kanunlarda yapılacak değişiklikleri ya hükumetin teklifi üzerine meclis kabul eder yahut milletvekillerinden bir veya birkaçının vereceği takrir üzerine meclis lüzum gördüğü tadilatı yapar.

Hükümetten böyle bir hareket bekleyemeyiz. Çünkü şimdiye kadar yapılan neşriyata rağmen, hükumet elindeki silahı bırakmaya yanaşmamış, hatta Matbuat Kanunu’nun meşhur 50. maddesini tadil için bile bir teşebbüse lüzum görmemiştir. Zaten Başbakan Saraçoğlu nutuklarından birinde, Türk rejiminin bütün milletlere örnek olacak bir sisteme dayandığını ve harpten sonra bütün dünyanın bizim rejimimizi taklit edeceklerini söylemek suretiyle bugünkü idare sistemimizin bir ideal şekil olduğuna kani bulunduğunu ilan etmişti. Dünya hadiselerinin aldığı istikamet karşısında başbakanın bu kanaatini değiştirerek bizim rejimimizi geniş demokrasi prensiplerine göre ayarlamak lazım geldiğini kabul ettiğini gösteren hiçbir emare de mevcut değildir. Bu kanaatte bulunan bir başbakanın ise mevzuatımızda değişiklik yapılmasını teklif etmesi beklenemez.

Meclisin bu tadilatı kendiliğinden yapması ümitleri de pek kuvvetli görünmüyor. Şimdiye kadar mecliste görülen tezahürler bize bunun tamamen aksi kanaati veriyor. Birleşmiş Milletler Anayasası’nın müzakeresi sırasında Adnan Menderes’e meclisin tabanlarıyla cevap vermesi, dünyanın gidişine kendimizi ayarlamak hususunda ileri sürülen fikirleri dinlemeye bile tahammül edememesi, Büyük Millet Meclisinden de bu sahada büyük bir şey beklememek lazım geldiğini açık surette göstermiştir.

Bu bakımdan gerek hükumet, gerek Büyük Millet Meclisi, dünyanın gidişine ayak uydurmak lüzumunu ve demokrasiler ailesine girmiş olmanın icaplarını kavramamış görünmektedir. Demek ki hükümet ve meclis, mevzuatımızda, demokrasi prensiplerine ve anayasa hükümlerine aykırı hükümler bulunduğuna kani değildir. O halde hükumet ve meclis, cumhurbaşkanının memlekette daha ileri demokrasi hayatının tecellilerine şahit olmaklığımız lazım geldiği hakkındaki işaretine ayak uyduracak vaziyette bulunmamaktadır. Yani Türkiye’nin daha ileri ve daha geniş bir demokrasiye geçiş hareketine hükümet ve meclis önayak olabilecek durumda değildir.

O halde ne olacak, siyasi hayatımız böyle taşlaşmış olarak kalıp gidecek midir? İnkılapçı Türkiye, dünya karşısında bir muhafazakâr memleket manzarası mı gösterecektir? Vaktiyle inkılabı korumak için almış olduğumuz tedbirler bugün yeni hamleler yapmamıza imkân bırakmayan birer mania vazifesi mi görecektir?

Görülüyor ki Türk inkılabı, tarihinin mühim bir dönüm noktasındadır. Türk milleti artık kendi mukadderatına el koyacak derecede olgunlaşmıştır. Cemiyeti durgun bir hale getiren ve taşlaştıran bugünkü mevzuatı değiştirmek lazımdır. Çünkü halkın serbest seçimine dayanan ve onun iradesini tam manasıyla temsil eden bir meclis ve hükumete ihtiyaç vardır. Harp sonrası görülen örnekler de bize bunun bir an evvel yapılması lüzumunu anlatmaktadır. Harp ıstırapları içinden çıkan milletler bile yeni hükumet şekillerini, serbest seçime başvurarak halkın reyini almak suretiyle tespit etmeye çalışmaktadır. Harp görmemiş, milli bünyesi muhtelif cereyanlarla sarsılmamış Türkiye, bu yola her milletten daha kolay ve daha sarsıntısız girebilir. Harp sonrası dünyada, halkın serbest iradesine dayanmayan hükumetler artık milletlerarası münasebetlerde itibardan düşmüştür.

                                                                                                  ***

Tarih 22 Nisan 2016: İfade özgürlüğü kullanımı nedeni ile yargılanan akademisyenler ve gazeteciler Çağlayan Adalet Sarayında hakim önüne çıktı. Yıl 1945: M. Zekeriya Sertel “Hükumet ve Meclisten Bir Şey Bekleyebilir miyiz?” başlıklı makalesiyle “Meclisin ve Cumhuriyet hükumetinin yüce varlığını tahkir ve tezyif” iddialarıyla İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi Reisliğine ifade veriyor. Aradan geçen bunca yıl içerisinde yargılananların ağzından çıkan başlangıç cümlesi aynı: Şahsım Namına İftihar Memleket Hesabına Hicap Duyuyorum. “İftihar” tarihine bir katkı ve hatırlatma için Sertel’in savunmasını Hukuk Politik okurları için yayımlıyoruz.

Şahsım Namına İftihar Memleket Hesabına Hicap Duyuyorum

İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi Reisliğine

Huzurunuza böyle bir dava ile gelmiş olmaktan dolayı şahsım namına iftihar fakat memleket hesabına hicap duyuyorum.

Şahsım namına iftihar duyuyorum. Çünkü bu dava adi bir hakaret davası değil, memleketin hürriyet ve demokrasi davasıdır. Hadiseler ve bilhassa müddeiumumiliğin bir türlü yakamı bırakmayarak ve mütemadiyen hürriyet ve demokrasi müdafaası için yazdığım yazılarımı seçerek mutlaka beni cezalandırmaya çalışması, isteyerek veya istemeyerek beni bu davanın kahramanı haline getirmiştir. Bu hürriyet ve demokrasi kurban ve kahramanı olarak huzurunuzda millete hesap vermeye mecbur edilmiş olmak, hayatımın en şerefli ve zevkli safhasını teşkil eder.

Fakat memleket namına hicap duyuyorum:

Çünkü bütün dünyanın kabuk değiştirdiği, bütün milletlerin daha geniş hürriyet ve demokrasiye doğru koştuğu, milyonlarca insanın uğruna kan döktüğü hürriyet ve demokrasinin muzaffer olduğu bu devirde, demokrat bir rejime sahip olduğu iddia edilen bu memlekette bir vatandaşın hürriyet ve demokrasi kurbanı olarak mahkeme huzuruna sevk edilmesi utanılacak bir hadisedir.

Memleket namına utanıyorum:

Çünkü cumhurreisinin ağzından memlekette tenkidin, bilhassa hükumeti tenkidin bir hak olarak ilan edildiği, rejimimizin ana karakterlerinin demokrasi olduğu iddia edildiği bir zamanda bir fikir yüzünden mahkemeye düşmekliğim, ortaya atılan iddialar ve yapılan davalar acı bir istihzadır.

Memleket namına utanıyorum:

Çünkü altına imza koyduğumuz Birleşmiş Milletler Anayasası ile insanlık haklarına riayet etmeyi vaat ettiğimiz halde, her hür vatandaşın en tabi hakkı olan tenkit hakkımı kullandığım için huzurunuza getirilmekliğim memleketimin ve milletimin milletlerarası şeref ve haysiyetini kırıcı bir hadisedir. Memleketimi ve milletimi bütün dünya milletleri karşısında küçülmüş görmek beni utandırıyor.

Utanıyorum:

Çünkü otuz beş senedir hürriyet için çırpınan ve demokrasiye varmak için mücadele eden bu memlekette hâlâ bir fikrinden ve bir tenkidinden dolayı bir vatandaşın mahkemeye sevk edilmesi, bu sahada otuz beş senede bir adım bile ileri gidemediğimizi gösteren hazin bir vakıadır. Hâlâ fikre zincir vurma teşebbüsü, hâlâ zulüm ve istibdat sevdası. Bu memlekette hâlâ sabah olmadığını görmek insanı yeise düşürüyor ve utandırıyor.

Nihayet memleket namına utanıyorum;

Çünkü iddianameyi dinlerken insanın aklına gayriihtiyari şu meşhur hikâye geliyor:

Bu ne koyundur ne keçi, bu Allah’ın bir belasıdır, cezamız ne ise verin gidelim!

Filhakika benim mahkemeye sevkimi icap ettiren yazıda, müddeiumuminin tabiriyle, bende ve yazımda, mevcut olmadığı halde üzerime atılan suç ne!

Cumhurreisi 19 Ağustos 1945 tarihinde söyledikleri bir nutukta memlekette daha geniş bir demokrasinin gelişmesi lüzumuna işaret buyuruyor ve bu gelişmeye aykırı ve demokrasinin tahakkukuna engel olan kanunlar varsa bunların değiştirilmesini tavsiye ediyorlar.

Ben de bir başmuharrir sıfatıyla cumhurreisinin bu işaretlerinden ilham alarak memlekette demokrasinin gelişmesi için hangi kanunlarda ne gibi değişiklikler yapılması lazım geldiğini araştırıyorum. Bu kanunlarda bu değişikliklerin ancak hükumet ve meclis yoluyla yapılabileceğini göz önünde bulundurarak hükumetin ve meclisin bu işi yapıp yapamayacağını araştırıyorum. Bu hükumetin ve bu meclisin Halk Partisine mensup olmak itibarıyla o parti programına bağlı olduklarını bütün hareket ve icraatlarında parti programına uymak mecburiyetinde bulunduklarını, halbuki parti programının bu değişiklikleri yapmaya müsait olmadığını izah ediyorum. Nitekim cumhurreisinin irşatlarına ve tavsiyelerine rağmen hükumet ve meclis parti programında tadilat yapmadıkça bu değişiklikleri yapamayacağını anlamış ve önümüzdeki aylarda toplanacak kongrede bu maksatla programda bazı tadiller yapılması kararlaşmıştır. Bu iddiamı tevsik için de bu hükümet ve bu meclisin, nasıl dört mebus imzasıyla parti grubuna demokratlaşma takriri verildiğini, San Fransisco’da imzalanan Birleşmiş Milletler Anayasası’nın tasdiki sırasında mecliste nasıl bu zihniyete aykırı tezahürler yapıldığını, nasıl matbuat hürriyetini bir kat daha takyit için meclis encümenlerinde projeler hazırlandığını zikrediyorum.

Ve bunu gayet objektif, nezih ve akademik bir tahlil şeklinde yazıyorum. Ve bunu yazarken, değil tezyif ve tahkir, hatta tam manasıyla tenkitten bile içtinap ediyorum.

Nitekim yazımda mutlaka bir hakaret ve tezyif unsuru bulmak için gayret sarf eden iddia makamı, yazımda gerek medluli küllîsi ve gerek medluli cüzisi bakımından suç unsurunu ihtiva eden kelime, cümle ve fikirleri, olduğu gibi ve sarahatle göstereceğine tefsir yoluna sapmaya mecbur olmuş ve bana aklıma gelmeyen fikirleri atfetmek, yazmadığım kelime ve tabirleri kullanmak suretiyle bir suç unsuru icadına çalışmıştır.

İddia makamına göre ben:

Büyük Millet Meclisini ve Cumhuriyet hükumetini demokrasiye aleyhtar göstererek, demokrasinin icap ve faydalarını anlamaz, kanunların demokratik olmadığını takdir ve idrakten aciz bir durumda olduğunu” da söylemişim.

Ben böyle bir şey söylemedim.

Yine iddia makamına göre “mecliste demokrasiyi müdafaa edenlere karşı meclisin, insanlardan başka mahluklarda konuşma vasıtası olan tabanlarıyla cevap verecek kadar düşünme hassalarından mahrum bulunduğunu” bildirmişim.

Ben böyle bir şey de söylemedim. Zaten insanlardan başka hangi mahluklarda tabanların konuşma vasıtası olduğunu bilmiyorum, iddia makamının tabiat bilgisinden imtihan veremeyecek kadar zayıf olduğunu görüyorum. Ben meclise tabansız demiş olsaydım, belki bir hakaret sayılabilirdi. Fakat ayaklarını vurarak bir hatibi susturmalarını anlatmak için, “tabanlarıyla cevap vermiştir” tabirini kullanmak, bir nevi ifade tarzından başka bir şey değildir.

Müddeiumumilik iddiasına göre, bu yazıda Ceza Kanunu’nun 159. maddesine uygun hakaret suçu mevcuttur. 159. madde mutlaktır. Sadece hakaretten bahseder fakat hakareti tarif etmez.

Tahkir ve tezyif suçu hangi hallerde teşekkül eder? Ne gibi neşriyat Büyük Millet Meclisi’nin ve cumhuriyet hükümetinin manevi şahsiyetini tahkir ve tezyif mahiyetinde telakki edilmek lazım gelir? Hangi neşriyat tenkit mahiyetini haizdir? Ne vakit ve hangi hallerde neşriyat tenkidin hududunu aşmış sayılır? Bu hususta sarahat yoktur. Müddeiumuminin iddiasına göre, bundan maksat, hadiselere göre hâkimin vicdanında husule gelecek kanaatin serbestçe takdir edilmesini temindir.

İddia makamı kendiliğinden hakaretin indî bir tarifini yapmaya kalkışmış ve, “tahkir, hor görme, tezyif, küçültme, aşağılama suretiyle kötüleme manalarında kabul edilmelidir” demiştir.

Hakareti böyle anlarsak muhalefeti inkâr etmek lazım gelir. Çünkü? Demokraside muhalefetin rolü muvafakati her vasıta ile ve her şekilde tenkit ve tehzil ederek hor görmek, küçültmek ve aşağılatmaktır. Tek parti sisteminin icap ettirdiği uysallık zihniyetine kapılan ve şimdiye kadar tenkidi fena, daima fena gören siyasi terbiyenin tesiri altında bulunan iddia makamını bu tariften dolayı mazur görmek mümkündür. Fakat Türkiye Cumhuriyeti’nin ana karakteri demokrasi olduğuna, tek parti sistemine nihayet verilip muhalif partilerin teşekkülüne müsaade edildiğine göre, tenkit hürriyetinin hududunu da demokrat memleketlerin ananelerine göre tayin etmekliğimiz lazım geliyor, yani bu hususta kullanacağımız ölçüyü, demokrat memleketlerdeki misallere ve örneklere bakarak almak zarureti vardır.

Demokrat memleketlerde hükumet ve meclis mukaddes, ilahî, dokunulmaz mefhum ve müesseseler değildirler. Bilakis muhalefetin vazifesi, hükumeti devirip yerine geçmek, meclisi dağıtıp yeni intihapta kazanmak olduğu için bu iki müessese daima tenkit ve hücuma maruzdur.

Eski İngiliz Başvekili Churchill nutuklarından birinde vatandaşların hükumetlerini tenkit etmek, hatta devirip yerine yenisini getirmek hakkını kullanamadığı yerlerde demokrasiden bahsedilemeyeceğini söylemişti. İngiltere’nin siyasi tarihi buna ait örneklerle doludur. En son misal, harbin sonunda Churchill hükumetine ve o hükumetin dayandığı meclise karşı yapılan tenkit ve hücumlardır. Churchill harbin sonuna kadar Avam Kamarasının dağılmamasını ve hükümetin değişmemesini istiyordu. Fakat muhalifler parlamentonun ve hükümetin harp sonrasında milletin beklediği sosyal inkılabı başaracak kudret ve kabiliyette olmadığını, Avam Kamarasında ekseriyeti teşkil eden ve bu sebeple parlamentoya hâkim olan muhafazakârların sadece büyük sermayeye uşaklık ettiklerini, bunların Birinci Cihan Harbi’nden sonra olduğu gibi, şimdi de büyük ve yalancı vaatlerle milleti aldattıklarını; artık milletin bu defa bu yalanlara kanmayacağını yazıp neşrediyorlardı. Bu neşriyat arasında birbirlerine kuduz köpek diyecek kadar ileri gittikleri vaki idi. Muhafazakârlar da sosyalistleri memlekete diktatörlük ve komünistlik getirmek istemekle itham ediyorlardı. Seçim esnasında iktidar mevkisinde bulunanlara karşı yapılan hücumlarda iddia makamının zannettiği gibi neşir adabına ve nezakete riayet edilmez. Sosyalistlerin yaptıkları ağır ve tecavüzkâr hücumlar karşısında Churchill gibi bir milli kahraman payesine yükselmiş bir devlet adamı bile mevkisini kaybetmeye, parlamentoda ekalliyette kalmaya mecbur oldu. Muhalifler hükümeti hor görüp halk nazarında küçültmeselerdi Churchill’i devirip seçimi kazanabilirler mi idi?

Şimdi de Churchill partisi ve bu partinin gazeteleri hükumeti aynı tarzda hırpalamakta ve halkın nazarında küçültüp alçaltmaya çalışmaktadır. Demokrasi ve parlamento hayatının bu, en tabii icabıdır.

Amerika kongre ve cumhurreisi hakkında yapılan tenkitlerde ne kadar ileri gidilebileceği hakkında bir fikir vermek üzere, size son günlerde Amerikan gazetelerinde rast geldiğim bir karikatürü takdim ediyorum. Bu karikatür Amerika’nın en meşhur iki gazetesi olan New York Times ve Chicago Sun gazetelerinde çıkmıştır. Bu karikatürde kongre, yani Amerikan meclisi bir inatçı eşek şeklinde arabaya koşulmuştur. Cumhurreisi de zavallı bir arabacı olarak tasvir edilmiştir. Arabacı kan ter içinde eşeğini yürütmeye çalışmaktadır. Fakat eşek inatçıdır. Ve iki arka ayağını yere dayayarak ileri gitmemekte ısrar etmektedir.

Bir cumhurreisini ve bir meclisi tehzil için bundan daha ağır bir şey yapılamaz. Fakat ne bu karikatür sahibi ne da onu neşreden gazeteler mahkemeye verilmişlerdir.

Demokraside en ileri memleketlerden biri olan Fransa’ da ise cumhurreisini, hükümeti ve meclisi tenkit için değil, tehzil için kullanılan lisan usul ve vasıtalar o kadar çok serttir ki bunu bizlerin kavramamız bile güçtür. Müdafaanameme raptettiğim bir iki karikatür size bu hususta bir fikir verebilir.

Demokrat memleketlerden aldığım bu örneklerde kullanılan bu ölçü, benim yazımdan hakaret manası çıkarmaya kalkmak biraz gülünç olsa gerek. Hele bizim yazılarımız Fransızca ve İngilizceye tercüme edilip bu memlekette neşredilse ve muharrirlerinin bu yazılardan dolayı tevkif edilip mahkemeye verildikleri bildirilse idaremiz ve adliyemiz hakkında verilen hüküm her halde Türkiye Cumhuriyeti idaresinin ve Türk adliyesinin şerefini arttıracak değildir.

Evet, amma bunlar asırlardan beri demokrasi içinde yaşamış ve olgunlaşmış memleketlerdir. Bunları bize misal gösteremezsiniz, diyebilirsiniz.

O halde müsaade ederseniz size daha yarım asır evvel Türkiye’nin bir vilayeti olan Yunanistan, Bulgaristan ve Romanya’dan misaller getireyim.

Bu üç memleket bugün hâlâ askerî işgal altındadırlar. Ona rağmen bu memleketlerde şiddetli bir siyasi mücadele mevcuttur. Muhalifler mevcut hükümeti yerden yere vurmak, halkın ve yabancıların nazarında küçük düşürmek için ellerinden gelen hiçbir gayreti esirgemiyorlar. Gazetelerde ajans haberlerini okuyanlar, muhaliflerin mevcut hükümetlere karşı ne kadar ağır hücumlar yaptıklarını pekâlâ bilirler. Yunanistan’da muhalif mevkiinde bulunan EAM’cılar1 mevcut hükümeti İngiltere’nin uşağı olmak, memlekette zulüm ve istibdadı kurmakla, vatandaşların arzusuna muhalif olarak cebren iktidar mevkisine gelmekle itham ediyorlar. Romanya ve Bulgaristan’da muhalifler, mevcut hükümetleri, arkalarını millete değil Rusya’ya dayamakla itham etmekte ve memlekette hakiki hürriyet ve demokrasinin tahakkuku için evvela parlamentoların dağılması ve hükümetlerin çekilerek halkın serbest reyine başvurması lazım geldiğini iddia etmektedirler. Bu fikirlerini gazeteleriyle açıkça yaymakta ve siyasi kavgaları en ağır ithamlarla devam etmektedirler.

Bu siyasi kavga her üç memlekette de yabancı müdahalesine sebebiyet verecek derecede, vatana zararlı olduğu halde, ne Yunanistan’da EAM liderleri ne Romanya’da Köylü Partisi Şefi Maniu ve Liberal Partisi Şefi Bratiyanu ne de Bulgaristan’da muhalif şefleri tevkif edilip mahkemeye verilmiş, ne de bunların gazeteleri kapanmıştır.

Balkan memleketlerinde kullanılan demokrasi ölçüsüyle de bizim yazılarımızda bir suç unsuru aramak ancak totaliter rejim ölçüsünü kullanmakla mümkündür.

Bu ölçülere göre, hatta iddia makamının anladığı şekilde:

Millet Meclisinin ve Cumhuriyet hükumetinin mevcut kanunların demokratik olmadığını anlamayacak derecede geri fikirleri ve bunu düşünemeyecek ve ileriye hamle yaparak değiştiremeyecek kadar kifayetsiz ve ehemmiyetsiz ve Büyük Millet Meclisinin muhalefete tabanlarıyla cevap verecek derecede insanlıktan uzak, cahil ve müstebit ruhlu olduğunu” yaymış dahi olsaydım yine bunun bir suç olarak telakki edilmemesi icap ederdi.

Halbuki ben yazımda bu manaya göre hücumlarda bulunmuş değilimdir. Ben sadece akademik ve objektif bir tarzda San Fransisco’da imzaladığımız Milletlerarası Anayasa hükümlerine göre kanunlarımızda yapılması lazım gelen tadilatı bugünkü hükümet ve meclisin yapamayacağını tahlile çalışmış ve mütalaalarımı vakıalara istinat ettirmekle iktifa etmişimdir. Diyebilirsiniz ki yabancı memleketlerden aldığınız misaller ve onlarda mevcut olduğunu anlattığınız ölçü, o memleketlerin kendi siyasi bünyelerine uygun olabilir. Fakat biz kendi ölçümüzü kendi siyasi bünyemizin şartlarından çıkarmaya mecburuz. Bahsettiğim ölçüler bütün demokrat memleketlere şamil umumi ölçülerdir. Bu ölçüler demokrasi mefhumun zaruri icaplarına göre ayarlanmıştır. Bununla beraber müsaade ederseniz size biraz da kendi memleketimizdeki son neşriyattan ve bu neşriyata karşı tatbik edilmiş olan ölçüden bahsedeyim:

25 Temmuz 1945 tarihli Vatan gazetesinde “Siyasi Hayatın Esaslı İcapları” ve Ahmet Emin Yalman imzalı makaleden aldığım aşağıdaki fıkraya dikkatinizi çekerim (bu gazeteyi ayrıca takdim ediyorum).

Tek partili sistemin namzetler göstermesi ve namzetlerinin parti mekanizmasında mutlak olan hüküm ve tesiriyle seçilmesi, hakikatte bir seçim değil bir tayindir. Bu suretle tayin edilen mebuslar mevkilerini ve geçimlerini pek tabii olarak kendilerini tayin edenlere borçludurlar. Onların tesirli surette murakabe etmeleri beklenemez.”

Mebusları, milletin seçimle gönderilmiş vekiller telakki etmeyip onları yukardan tayin edilmiş ve vazifelerini ifadan âciz bir memur olarak gösteren bu yazıdan dolayı bu gazetenin ve yazı muharririnin mahkemeye sevk edilmemiş olması; bizde kabul edilen ölçü hakkında bir fikir vermeye kâfi değil midir?

İşte size başka bir misal:

3 Ağustos 1945 tarihli Vatan gazetesinde Ahmet Emin Yalman “İdare Edenler ve Edilenler” başlığı altında yazdığı bir yazıda diyor ki:

Bizde hürriyet bayramları geldikçe seçimler yapıldı. Murakabe vazifesini görmek üzere muhtelif adlar altındaki millet meclislerine birtakım vatandaşlar gönderildi. Fakat bunları halk mı seçti? Hayır. Birtakım zümreler derhal kanunların ruhlarını çiğnediler ve vasilik sistemleri kurdular. Dediler ki, ‘Seçimleri serbest bırakırsak millet fena, cahil, avamperest; mürteci adamlar seçer. Namzetleri biz tayin edelim. Halk, seçme merasimi yapsın, seçer gibi görünsün fakat seçmesin.’ Bu iddianın neticesi olarak seçilenler kimlerdir? Hep eski memurlar, mahalli eşraf ve bunların halkasına katılan tek tük serbest meslek sahipleri, bunların tesirli bir murakabe vazifesi görmesini beklemek, muhali istemekti. Bir defa mevkilerini halka da kendilerini namzet diye tayin ve kabul edenlere borçludurlar. Sonra zihniyetleri cesarete ve teşebbüse göre değil, memur sıfatıyla itaate ve uyarlığa göre kurulmuştur. Ara sıra vicdanlarından gelen emirle veya muhitin tesiriyle şahlansalar bile, yaptıkları tenkitler tesirli bir murakabe şeklini alamazdı. Nitekim sıra murakabenin asıl imtihan noktası olan rey vermeye gelince, en acı tenkitlerden ortalıkta eser görülmüyor, ittifak şeklinde reyler veriliyordu.”

Büyük Millet Meclisi’ni halk nazarında bu derece küçülten bu yazıdan dolayı da müddeiumumilik makamı harekete geçmiş değildir. Çünkü kullanılan ölçüye göre bu yazıda suç unsuru bulmak mümkün değildir.

Ahmet Emin Yalman 25 Ağustos 1945 tarihinde, yani benim mahkemeye verilen yazımın çıktığı gün, “Yapılacak İş Var” başlıklı yazısında daha ileri giderek meclisin dağıtılmasını ve mebusların bugünkü maaşlarıyla tekaüde sevk edilmelerini tavsiye etmiştir. Bu yazı dahi Büyük Millet Meclisi’ne karşı hakaret ve tezyif mahiyetinde görülmemiştir.

Hariçten ve dahilden verdiğim bu misallerin tayin ettiği ölçü ile benim yazımda bir suç unsuru bulunduğunu iddia etmek, tavşanları bile güldürür sanırım.

Bu misallere bir de temyiz umumi heyetinin tenkit, tahkir ve tezyif hakkındaki mütalaa ve tefsirini ilave edersem, hakareti tayin için kullanılması lazım gelen resmî ölçüyü de vermiş olurum.

T. M. Ceza M. H.nin 23.3.942 tarih ve esas 68 karar 73 numaralı karara göre tenkit, hakaret ve tezyif şöyle tarif edilmektedir.

Tenkit ilminin mana ve mevzusu redi ile cettini ayırt etmekten ibaret olmasına göre gerek tenkidi mutazammın yazılar ve gerekse tenkidi tenkit olmak üzere yazılan yazılarda huşunet bulunması tabii olduğu cihetle tarafların ikame ettikleri karşılıklı hakaret davalarında tetkik edilmesi gerekli başlıca nokta bu yazıların münhasıran tenkit ve sureti mahsusada tahkir kast ve tespiti ile yazılıp yazılmadığının tebarüz ettirilmesidir. Bunu belirtmek için o yazıları parçalayıp içlerinden bazı kelime ve cümleleri alarak bunlara kırk mana vermek kâfi gelmeyeceğinden her makalenin birer kül olarak tetkikiyle tarafların bu yazılarıyla birbirine sövmeye mi, yoksa bu sert cümlelerle olsa dahi birbirinin yazılarını tenkit etmek mi farz eylediklerinin gereği gibi zahire ihracı muktezi bulunduğu halde bu veçhiyle tetkikat icrasından zühul edilerek medluli küllinin ihracıyla medluli cüzilere istinat olunarak mahkûmiyet kararı verilmesinin yolsuzluğuna mütedair Temyiz Dördüncü Ceza Dairesince ittihaz olunan 21.6.942 tarih ve esas 1385 karar 1304 numaralı karar Cumhuriyet Baş Müddeiumumiliği’nce itiraz edilmiş ve bittetkik dava evrakı ve duruşma zabıtnamesi münderecatına ve hususi daire kararının müstenit olduğu esbabı mucibeye nazaran itirazname müddeası varit görülmediğinden ekseriyetle itirazın reddine karar verilmiştir.”

Temyizin bu tefsir kararı karşısında iddia makamının yazımın medluli küllisini ihmal ederek taban kelimesi üzerinde durmak suretiyle medluli cüzisine istinat etmek suretiyle suç araması da kanuni bakımdan hatalıdır.

Zaten iddia makamının bu kelime üzerinde durması bana Napolyon’un meşhur sözünü hatırlattı. Napolyon, “Bana herhangi bir yazının içinden bir kelime veriniz, sahibinin idam ilamını yazayım,” demiş. Bir yazının içinden bir kelimeyi, bir satırı, bir cümleyi alarak hüküm çıkarmak, ancak, mutlaka aramak kastıyla hareket etmeye mütevakkıftır.

Yazının hedef tuttuğu fikre, takip ettiği gayeye, kullanılan ifade tarzına ve umumi eda ve havasına bakmaksızın bir satır üzerinde mütalaa yürütmek daima hatalıdır. İddia makamı da taban kelimesinde bir suç aramakla bu hataya düşmüştür.

Görülüyor ki, hukuki ve kanuni bakımdan iddia makamının ileri sürdüğü mütalaaların alır tutar yeri yoktur.

Onun için, Vatan gazetesi aleyhinde yukarıda işaret ettiğim neşriyattan dolayı harekete geçmeye lüzum görmeyen, yazım çıktıktan sonra uzun müddet bunda suç unsuru aramayan müddeiumumiliğin aradan uzun zaman geçtikten sonra uyanıp şimdi yalnız Tan’a karşı harekete geçmiş olmasının sebebini hukuki ve kanuni yollarda değil, siyasi icaplarda aramak lazım gelir. Diğer bir tabirle bu dava hukuki bir dava değil, sadece ve sadece siyasi bir davadır.

Maksat, işlenen bir suça karşı adaleti temin etmek değildir. Maksat memlekette hürriyeti kanun yoluyla boğmak, gazetelerin tahribi ve kapamak, muhalefeti susturmaktı. Bunun için de muhalefette ve tenkitte kendilerinin ileri gittiğini zannettikleri gazeteleri ve bilhassa Tan’ı ve onun muharrirlerini susturmak lazımdır. Çünkü bütün harp boyunca milli birliğe riayet için hükümetle işbirliği yapan Tan, harp bittikten sonra memlekette faşizmin tasfiye edilmesini, daha geniş hürriyet, demokrasiye geçilmesini isteyen ilk gazete idi. Uzun bir itaat ve sükût terbiyesi almış olan matbuat arasında bir gazetenin böyle birdenbire sesini yükseltmesi meslektaşlar arasında hayret ve hükümet nezdinde asabiyet uyandırdı.

Birçok meslektaşlarım bana:

Zekeriya, bu memlekette hürriyete inanılmaz, vaatlere güvenilmez. Bu bir tuzaktır, sonra acısını çekersin,” diyorlardı.

Bende onlara, “Mussolini’nin hikâyesini bilir misiniz?” diye sorardım. Mussolini’ye atfedilen şu hikâyeyi anlatırdım:

Bir Amerikalı muhabir Mussolini’den bir mülakat istemiş, Mussolini kendisini Venezya Palas’taki [Palazzo Venezia] makamında kabul etmiş. Mülakat esnasında muhabire kendisinin memlekette her sınıf halk tarafından çok sevildiğinden, her emrine kayıtsız şartsız itaat ettiğinden, harp emri verdiği gün bütün milletin arkasından geleceğinden bahsetmiş. Amerikalı muhabir inanmayan bir adam edası ile şöyle bir sırıtmış. Mussolini farkına varmış ve atılmış:

Sözlerime inanmıyorsunuz galiba fakat ispatı kolay, buyurun balkona çıkalım,” demiş. Balkona çıkmışlar, Mussolini yüksek sesle yoldan geçenlerden herhangi birine bağırmış. Birkaç dakika sonra salona bir adam girmiş, “Evet, duçe,” demiş.

Mussolini, kendisini balkondan aşağı atarak intihar etmesini emretmiş. Meçhul adam derhal bu emre uyarak kendisini balkondan sokağa atmış ve ölmüş.

Amerikalı gözü önünde cereyan eden bu vaka karşısında şaşırmış fakat körü körüne inanmak istememiş. Gelen bu adamın eski bir mahkûm, bir deli, bir meczup olabileceğini düşünmüş ve Mussolini’ye yine inanmayan septik bir eda ile bakmış. Mussolini tecrübeyi tekrar etmiş. Yine balkona çıkmışlar. Mussolini yine herhangi bir İtalyan ismi söyleyerek meydanda bulunan halktan birini çağırmış. Biraz sonra salona ikinci bir adam gelmiş. Mussolini, ona bir balkondan kendisini sokağa atmasını emretmiş. O da bu emri itiraz etmeden tatbik etmiş.

Amerikalı bütün bütün şaşırmış amma bir oyun karşısında kaldığına zahip olarak yine körü körüne inanmak istememiş. Mussolini bu tarzda bir üçüncü vatandaşı çağırmış. Ona da balkondan kendisini atmasını emretmiş. Üçüncü vatandaş bu emre uyarak balkona doğru yürürken, Amerikalı koşmuş, adamı kolundan yakalayarak, “İnandım canınıza kıymayınız,” demiş.

Meçhul adam Mussolini’yi göstererek şu cevabı vermiş:

Bu adamın zulüm ve istibdadı altında yaşamaktansa ölmek müreccahtır. Bırakınız, öleyim,” demiş.

Bu hikâyeyi anlattıktan sonra da beni ikaz eden dostlarıma şunu ilave ederdim:

Hürriyet olmayan bir yerde gazete çıkarılamaz. Ya hür konuşacağım yahut da gazeteciliği bırakacağım.”

Çünkü ben, memleketin daha geniş bir hürriyet ve demokrasiye geçmesi lüzumuna kani idim ve bu hususta devlet adamlarımız tarafından yapılan resmî vaatlerin samimiyetine inanıyordum.

Nitekim gün geçtikçe daha geniş bir hürriyet ve demokrasiye geçmemiz lüzumu anlaşılıyor ve tedricen o vakte kadar sükûtu tercih eden bazı gazeteler de bize iltihak ediyordu. Hürriyet havası genişleyip tenkitler artınca Halk Partisi ve onun hükümeti rahatsız olmaya, telaşa düşmeye başladı. Çünkü matbuat, hürriyet ve tenkit hakkını kullandıkça hükümetin hataları, kanunların ve idarenin totaliter mahiyeti meydana çıkıyordu

Fakat hükümet, Matbuat Kanunu’nun 50. maddesinin kendisine verdiği hakkı kullanarak gazeteleri kapatamıyordu. Çünkü demokrat bir memlekette gazete kapatmanın çirkinliğini anlatan Amerikalılara artık hiçbir sebeple hükümetin gazete kapatmayacağı hakkında teminat verilmişti. Aynı zamanda Birleşmiş Milletler camiasına girmek suretiyle insan haklarına ve ana hürriyetlerine riayet edeceğimize dair milletler arası bir taahhüde girmiş bulunuyorduk.

Bu sebeple muhalif gazetelere ve bilhassa Tan’a karşı tezvir ve iftira silahına başvurdular. Bizi komünistlikle, Rus ajanı olmakla itham ettiler. Bu tezvir ve iftira silahında, hiçbir delil ve vesikaya dayanmayan, kör bir balta olduğu ve bunun Tan’ı susturmaya kâfi gelmediği anlaşılınca, ancak faşist hükümetlerde misline rastlanan şeytani bir hileye başvurdular. Üniversite talebesine izafeten bir nümayiş tertip ettirdiler ve mesul insanlardan mürekkep bir kafileye taşlarla, baltalarla, balyozlarla matbaamızı ve binamızı tahrip ettirdiler. Bu suretle kanun yoluyla yapmadıkları işi zorbalıkla yaparak gazetemizi bir daha çıkaramayacak vaziyet ihdas ettiler. Örfi idare bulunan bir şehirde polisin gözü önünde ve onun himayesi altında yapılan bu nümayişi üniversite talebesine atfetmekle de memleket gençliğine ağır bir iftirada bulundular.

Fikre balyozla değil, fikirle cevap vermesini bilen üniversite talebesini böyle bir hareketten tecrit etmek isterim. Talebe namı altında matbaamızı balyozlarla tahrip edenler gayrimesul birtakım serseriler ve gizli polise mensup kimselerdi. Nitekim kanun başkasının mülküne tecavüzü men ettiği halde mütecavizler yakalanmadılar, mesuller serbest bırakıldılar. Onların yerine gadre ve tecavüze uğrayan bizleri mahkemeye sevkettiler. Bu nümayişin ertesi günü de parti grubunda toplanarak Tan gazetesi muharrirlerinin mahkemeye sevk edilmelerini istediler. Ertesi gün başbakan bazı gazetelerin mahkemeye verileceğini bildirdi. Bir hafta sonra da adliye vekâleti bu davayı tahrik etti. Maksat, matbaalarını yıkmakla gazete çıkarmak imkânından mahrum edilen Tan muharrirlerinin bir de ellerine kelepçe, ağızlarına kilit vurdurmak ve onları kalın duvarlar arkasına hapsederek siyasi hayattan uzaklaştırmaktı. Bu vesile ile de mahkemelerde hakkımızda isnatları tekrar etmek fırsatını bulacaklarını umuyorlardı. Aradılar, taradılar bütün neşriyatım içinde bana ait yirmi yazı bulabildiler. Bunların biri hükümetten hesap soran ve millet önünde hesaplaşmak isteğini izhar eden yazımdı. Huzurunuza sevk edilmemizi icap ettiren “taban” kelimesinin kullanılmasına dayanılarak suç sayılan yazımdır. Hani ya Serteller komünisttiler, hani ya Serteller Rus ajanı idiler? Hükümetin bütün cihazını kullanarak hakkımızda birçok vesikalar bulup toplaması, bu vesikalara dayanarak bizi komünistlik ve Rus ajanlığı suçu ile mahkemeye vermesi icap etmez miydi? Nerede bu vesikalar, nerede deliller? İftiharla ve başım yukarda söyleyebilirim ki, bütün gayretlerine, arzularına ve araştırmalarına rağmen buna muvaffak olamadılar. Çünkü isnat ve iftiralarını ispat edecek vesikalar bulamadılar. Nihayet bula bula suç olarak bütün neşriyatım içinde bir “taban” kelimesi bulabildiler. Cumhurreisi de dahil olduğu halde bütün devlet adamları, memlekette hürriyet ve demokrasi bulunduğunu, daha geniş bir demokrasiye geçmek lazım geldiğini nutuklarında her vesile ile tekrar ettikleri bir devirde bir vatandaşın bir kelime için hapse atılması, mahkemelere sevk edilmesi, ya söylenen sözlerin samimi, doğru olmadığına yahut bu memlekette hürriyet namına bir şey mevcut olmadığına ve vatandaşın emniyette bulunmadığına delalet eder. Bir kelime için vatandaşlarını hapse atan bir idareye demokrasi sıfatını vermek ise demokrasi ile alay etmekten başka bir şey değildir.

Ferdî hayatta olduğu gibi siyasi hayatta da değişmez kaide ancak şudur ki insanlar ya oldukları gibi görünmeli yahut göründükleri gibi olmalıdırlar. Olduğu gibi görünmeyi kimseden talep etmeye hakkımız yoktur, çünkü insani zaaf buna mânidir. Fakat göründüğü gibi olmaya çalışmak ahlakın birinci şartıdır. Ya biz bir demokrasi memleketinde yaşıyoruz, cumhuriyet idaresi altındayız ve böyle olmanın icaplarına uymak mecburiyetindeyiz. Yahut biz demokrasi ve cumhuriyet davasından vazgeçmeliyiz.

Fakat memleket hesabına işin acıklı tarafı, adliye cihazımızın bu siyaset oyununa alet edilmek istenmesi ve müddeiumumilik makamının bir zulüm ve istibdat vasıtası olarak kullanılmasıdır.

Eğer böyle olmasaydı, iddia makamı yazının intişarından sonra harekete geçmek için aylarca beklemeye lüzum görmez, kendisine yazıda suç unsuru bulunduğunun hatırlatılmasına meydan vermezdi.

Eğer böyle olmasaydı, müddeiumumilik Tan muharrirleri hakkında harekete geçmekle kalmaz, yukarıda verdiğim misallerle de anlaşıldığı üzere aynı suçu daha ağır bir şekilde işlemiş olan diğer gazeteler hakkında da dava açmak mecburiyetini duyardı.

Eğer böyle olmasaydı, bizleri muhakemenin başlamasından on gün evvel gece yarısı evlerimizden kaldırtarak, derhal cani gibi ihtilattan men ettirerek tevkif ettirmez ve polis müdüriyetinde masalar üzerinde yatırılmamıza lüzum görmezdi.

Eğer böyle olmasaydı, bütün dünyada siyasi sanıklara ve matbuat kanunlarına tatbik edilen usule muhalif olarak tevkifhanede hakkımızda adi mahkûm muamelesi yapmaya teşebbüs edilmezdi.

Bütün bunlar gösteriyor ki maksat sadece Tan sahip ve muharrirlerine eza ve işkence ederek diğer gazetelere bir gözdağı vermek, matbuat ve muhalefeti boğmak, tenkidi susturmaktır. Bu gaye de temin edilmiştir.

Tan kapatılmış, Tan’cılar hapsedilmiş, gazeteler susturulmuş ve muhalefet korkutulmuştur. Tek tesellimiz ve tek ümidimiz mahkemelerimizin şeref ve haysiyetini korumakta titiz ve hassas bulunmalarıdır.

Yüksek mahkemenizin vereceği karar, Türkiye Cumhuriyeti’nin idaresinde adliyenin siyasete alet olmadığını, bir fikir adamının fikrinden dolayı mesul edilemeyeceğini, tenkit hürriyetinin vatandaşlara anayasa ile verilmiş bir hak olduğunu meydana çıkaracak ve adliyemizin millet ve dünya önünde lekelenmek istenen şeref ve haysiyetini kurtaracaktır.

Türk adliyesi istibdat devrinde karşısına padişahlar getiren Zenbilli Ali Efendi gibi, Abdülhamid devrinde sarayın takibine göğüs geren Abdurrahman Paşa gibi, meşrutiyette adliyenin şerefini kurtarmak için açlıktan ölmeyi göze alan hâkimler gibi kahraman hâkimler tanımıştır. Cumhuriyet devrinde de bunların misalleri çoktur.

Yüksek mahkemenizin de vereceği kararlar, adliye makinesini siyasete alet etmek suretiyle şerefini kırmaya çalıştıkları adliyemizin haysiyet ve şerefini kurtaracağına ve adliye tarihimize şerefli bir sahife hediye edeceğine eminim.

_ M. Zekeriya Sertel’in savunması Can Yayınları tarafından yayımlanan Sabiha-Zekeriya Sertel: “Davamız ve Müdafaamız” adlı kitaptan alınmıştır.

1