2014 genel kurulunda avukatların oy çokluğu ile karşı çıkmış olmalarına rağmen İstanbul Barosu, safkan Türk olmayanları yurttaştan saymayan, ona salt çıplak insanın dahi reva görülemeyeceği kölelikten başka bir şey atfetmeyen Türkiye’nin ilk adalet bakanlarından Mahmut Esat Bozkurt adına bu yıl da ödül verdi. Ödülü alan -yine eski adalet bakanlarından biri olan- Aysel Çelikel bu ödülü büyük bir onur duyarak aldığını ifade etti. 

                                                                                                   ***

Bir ülkenin yurttaşı olmak iyi bir şey olmalı. Nitekim ifade özgürlüğü, barınma hakkı, sağlık hakkı, seyahat özgürlüğü, eğitim hakkı vs. yurttaş olmanın vazgeçilmez hakları. Kiminle nasıl bir toplum sözleşmesi yaptığımızı hatırlamıyoruz ama ecdadlarımız yapmış olmalı ki bize de böyle bir miras bırakmışlar, sağ olsunlar. Elbette doğal olduğu kabul edilen ve insanın insan olmasından kaynaklanan insan haklarının genel çerçevesine de paralel düzenlenmiş bu anayasal haklar. Ama gerçekten de yurttaş olmak önemli, çünkü eğer yurttaş değilseniz, hakkınızı ileri sürebileceğiniz bir devletiniz ve o devletin tabi olduğu uluslararası sözleşmeler, kurumlar vs yoksa insan olduğunuzu kanıtlamanız da yeterli olmayacaktır. Çünkü biliyoruz ki insan hakları esasen yurttaş haklarıdır, en azından tarihsel seyri bu şekildedir. Hak ve devlet iç içedir. Bu durumda, örneğin Türkiye sokaklarında dilenen bir Suriyeli mültecinin ya da Fransa topraklarındaki çadırlarda her an atılmayı bekleyen Afrikalı göçmenlerin tek insan hakkı, bulabilirse yiyebilme ve yine yer bulabilirse yediklerini boşaltma özgürlüğüdür. Görüldüğü gibi gerçekten de çok içgüdüsel ve doğal insan haklarıdır bunlar. Bu durumda belki şöyle mi denmeli? İnsanı hayvandan ayıran şey aklı değil de, hakkını ileri sürebileceği bir devletinin olmasıdır. İnsan olmak, yurttaş olmaktır.


Ulus devletin yurttaşlarına vaadi belliydi, insan haklarının açtığı yolda belirlenen anayasal haklar. Aslında ulus devletin de varlık nedeninin yurttaşlarına verilen bu haklar olduğu, çünkü zaten bu haklara baştan beri sahip olan insanların bir yurttaşlık temelinde ulus devleti kurduğu kabul edildiğinde ve malumun ilanı yapılmış sayıldığında salt insan olmaktan çıkıp hakları olan yurttaşlara dönüştü insanlar. Açılan bu yolda milliyetçiler de oldu, komünistler de, liberaller de. Kimin kazanıp kimin kaybettiğini de hep beraber tecrübe ettik, ediyoruz.

İNSAN HAKLARI SÜMEN ALTI

Ama bir devlete bağlı yurttaş olmak, bu hakların kullanılmasına bazen yetmiyor. Başka bir deyişle sadece yurttaş olmak, insan olarak kabul edilmeyi zorunlu kılmıyor. Ulus devlete gönül vermiş, muasır medeniyet seviyesini yakalamayı şiar edinmiş, kurucu ideolojisini bu temel üzerine kurmuş her devlet, yurttaş haklarını dolayısıyla insan haklarını sümen altı ettiğinde varlık nedeni ortadan kalktığı halde yaşamaya devam ettiğine göre, yurttaş hakları ya da insan haklarının bir ulus devlet için elzem ya da yaşamsal olmadığını, varlık nedenini yanlış yerde aradığımızı anlıyoruz. Aksi olmuş olsa idi, sermayenin desteklenmesi ve güçlenmesi konusunda Türkiye Cumhuriyeti nasıl Batılı öncülerini örnek aldıysa ve bu haklar ulus devletin gerçekten temel direği ise, aynı örneği anayasal haklar ya da insan hakları konusunda da alması zorunluydu. Dolayısıyla bir imparatorluk külleri üzerinde yeniden doğan, bütün kurum ve kuruluşlarını Batılı örneklere göre şekillendiren bir ulus devletin, Türkçü seleflerinin yaptığı Ermeni soykırımını haklılaştırıp Dersim’de Kürt katliamı yapmamaları, soykırımdan kalan Ermenileri rahat bırakmaları, mübadeleden kalan Rumları kovmamaları gerekirdi. Batılı muadillerine göre şekillenen ulus devletin ve yeni cumhuriyetin yurttaşlık anlayışı bu temel üzerinde varolmalıydı.

HER YURTTAŞ TÜRK SAYILDI

Kurucu ideolojinin haklılığı kurulma aşamasında tartışılamaz. O, ancak zafer kazanıp kurulduktan sonra haklı nedenlerini açıklar. Buna göre, muzaffer milliyetçi Kemalist projenin 1924 Anayasasında ifade edilen “Türk”, yurttaşın kendisi olarak kabul edildi. Başka bir şekilde söyleyelim; her yurttaş Türk sayıldı ya da yurttaşlıkla Türklük eş anlamda kullanıldı. Söylemeye bile gerek yok, ulus da. Gerçek bir seküler olan ve yeni cumhuriyet kanunlarının Batılı örneklerine göre uyarlanmasında öncülük eden, muasır medeniyete geçmekte gerçekten de fazlasıyla samimi görünen ilk adalet bakanlarından Mahmut Esat Bozkurt da, bu ülkede safkan Türk olmayanların ancak köle, hizmetçi olabileceklerini açıkça ifade etmekten çekinmedi. Neden çekinmeliydi ki zaten, Anayasa’ya göre de yurttaş denilen şey Türk değil miydi ve bu yüzden de devlet denilen aygıt da sadece ve sadece yurttaşlarından sorumlu değil miydi?

İşin belki de bizim açımızdan en tuhaf yanı, Kemalist kurucu ideolojinin haklı gerekçelerini karşı safla mücadele süresi boyunca -örneğin konjonktürel olarak yedi düvelle ya da iş birlikçi sultanla- değil de çok daha ileride bir yerde oluşturmasıdır. Ulus devletin varlık nedeni tarihsel süreklilik içinde değil, daha aşkın ve ezeli bir varoluşun içinde gibidir, başlangıcını da Orta Asya’da bulur. Oradan buraya kaç kişi geldi bilinmez ama, sanki Anadolu denilen yer “Türk” denilen o üstün ırkı bekleyen boş bir arazidir; üzerinde ağaçtan, kuştan, dereden başka hiçbir insan, hiç bir topluluk, hiçbir medeniyet ve kültür yoktur, hiç olmamıştır. Bu nedenledir ki; o günden bugüne gelen tarih, bu toprakların gerçek sahibi kadim Türkler ile onu sırtından vuran ve topraklarında gözü olan yabancı unsurların tarihidir. Kimbilir belki de içinden doğduğu İttihat ve Terakki’den beslenen “Kemalist Türk”, varlığını bu kadar geriden başlattığı için bu denli ezeli ve ebedi bir hal alır bu topraklarda. Hatta tüm o Osmanlıcılık, İslamcılık tarz-ı siyasetlerinden sonra, kendi özü olan Türkçülüğe döndüğünü düşünüp sevinen de az değildir zamanında.

HER İKTİDARIN DİLİNE PELESENK

Bellidir ki bu anlayıştan beslenen ve Anayasa’da ifadesini bulan “Türk” tabiri, Mahmut Esat Bozkurt’un ırkçı zihniyetine zemin oluşturmuş ve bu söylemi bir anlamda meşrulaştırmıştır. Sonrasında bu ifadeyi -o hep bildiğimiz “içimizdeki İrlandalılar”(!)- devlet düşmanı ve yabancılarla işbirliği yapan Türk asıllı olmayanlara karşı kullandığını ve de Türk asıllı olmasa da Türklüğü kabul etmeyen ve aslından vazgeçmeyenlere karşı söylediğini beyan etmiştir ki, Cumhuriyet tarihi boyunca ve halihazırda yaşadığımız safkan Türk ve hatta Müslüman olmayanların uğradığı asimilasyon, yok sayma, katliam vs.nin zeminini tam da bu söylemin oluşturduğunu, yurttaşlık değil de Türklük ve Müslümanlık olarak kurulan bu ideolojinin, bugün ve geçmişte yaşadığımız ve her iktidarın diline pelesenk olup koca bir toplumu ve kültürü nasıl yok ettiğini ziyadesiyle gördük ve görüyoruz.

Elbette köprünün altından çok sular geçti. Sonraki anayasalarımıza -çekince ve istisnaları başka bir tartışma konusu olmak üzere- yurttaşlık hakkı daha görünür bir şekilde girdi ve “Türk” tanımı artık yok. İnsan hakları ve anayasal haklar konusunda çalışma yapan ve ihlallere karşı yaptırım yolunu açan önemli sayıda sivil toplum örgütünün çabası da takdire değer. Bu anlamda yine, yargının asli-belki de asi- unsurlarından biri olan, kamunun/devletin temsilcisi savcının ve tarafsız ve bağımsız olan/olması umulan yargıcın karşısında yurttaşı ve dolayısıyla insan haklarını savunan, halkın haklarını aramasında öncelikli rolü olan avukatlar var. Bu avukatların örgütlendiği baroların ve Türkiye’nin en büyük meslek örgütlerinden İstanbul Barosunun da; şayet ortada bir toplum sözleşmesi varsa, kim kiminle ne zaman nasıl imzalamış olursa olsun, devlet gücünün karşısında bireyin, yurttaşın, insanın her daim bir güvercin kadar tedirgin olduğu, eşitler arası olmayan böyle bir sözleşme karşısında, bireyin, yurttaşın, insanın yanında olması gerektiğine dair bir beklenti var.

HATADA ISRAR

Ancak bu konuda İstanbul Barosu yıllardır büyük bir hata yapmakta ısrar ediyor. Değil yurttaş haklarını; her insanın, yurttaş dahi olmayan salt, çıplak insanın varlığını, yaşamını, her durumda savunması ve bunun takipçisi olması gereken, sadece yurttaşı için değil, sokaktaki Suriyeli mülteci için de söz söylemesi elzem olan, devletin soğuk ve vahşi gücü karşısında herkesin sığınabileceği önemli bir kurum olması gereken İstanbul Barosu, kendi hatasına her üyesini de ortak ediyor. İstanbul Barosu yıllardır Mahmut Esat Bozkurt adı altında hukuk ödülü veriyor. Bırakınız sokakta dilenen Suriyeli mülteciyi, bırakınız her türlü sözleşmeden, yurttaşlıktan arınmış salt bedeniyle varolan böylesine çıplak insanı; safkan Türk olmayanları yurttaştan saymayan, ona salt çıplak insanın dahi reva görülemeyeceği kölelikten başka bir şey atfetmeyen ırkçı bir zihniyeti devam ettirerek bu zihniyete hizmet ediyor, ortak oluyor, devletle yan yana omuz omuza duruyor. Devlet adına söz söyleyen ırkçı bir Adalet Bakanı adına ödül veren bir savunma örgütü halka, yurttaşa, insana karşı açıkça devleti savunuyor. Böylelikle de insandan, yurttaştan, halktan yana olan “savunma”nın altını oymaya devam ediyor.

-Bu yazı 1 Nisan 2015 tarihinde Evrensel gazetesinde yayımlanmıştır.