Alman hukukçu ve siyaset bilimci Carl Schmitt, 1932 yılında kaleme aldığı Siyasal Kavramı1 adlı kitabında devletin mevcut biçimini hiçbir krize karşı savunmaya yetkili olmadığını öne sürerek2 21. yüzyılın ilk çeyreğinde devletlerin krizle olan yer yer yasal yer yer yasadışı olan mücadelesini anlamlandırmaya çalışan bizler için önemli bir kapı aralamıştır. Modern devlete dair bu argüman, terör suçlarının ve hatta siyasi olarak nitelendirilebilecek bütün suçların mantığını açıklamak için kullanılabilir. En popüler siyasi suçlardan olan darbe suçunun bilindik çelişkisini düşünürsek bu cümle daha anlamlı hale gelecektir. Malum çelişki kısaca şöyle açıklanabilir: Devletler ceza kanunlarında darbe eylemini cezalandırmazlar. Daha doğrusu cezalandıramazlar. Onun yerine darbeye teşebbüsü, yani hazırlık hareketlerini cezalandırırlar. 5237 sayılı Türk Ceza Kanununda (TCK) bu suç çeşitli boyutlarıyla karşımıza çıkar. TCK’nin 309. maddesi, anayasanın öngördüğü düzeni ortadan kaldırmaya teşebbüsü, 311. maddesi Türkiye Büyük Millet Meclisini ortadan kaldırmaya teşebbüsü, 312. maddesi de Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ortadan kaldırmaya teşebbüsü Türk Ceza Hukuku sisteminin öngördüğü en ağır cezayla yani ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasıyla cezalandırır. Görüleceği gibi hep hazırlık hareketleri cezalandırılmaktadır. Nitekim biraz önce andığımız çelişki, darbenin başarılı olması halinde darbeyi yapan kişi ya da zümrenin düzeni ve dolayısıyla devleti yeniden kuracağından bahisle eski düzenin ceza kanunu hükümleriyle bağlı olmayacağına ilişkindir. Başka bir deyişle, ceza kanununun darbeyi cezalandırması halinde -henüz darbe olmuş bir devlette bağımsız ve tarafsız bir yargının bulunamayacağını düşünürsek- darbeyi yapanın kendi kendini cezalandırmasını beklemek gerekecektir. Bu çelişkiyi akılda tutarak Schmitt’in teorisinden hareketle devletin, mevcut biçimini darbenin kendisine karşı savunmaya yetkili olmadığını söylemek mümkün hale gelir. Bu yetkisizlik, bir diğer siyasi suç tipi olan terör suçları için de geçerlidir. 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu’nun (TMK) terör suçlusunu düzenleyen 2. maddesi, amaçlanan suçu işlemese dahi terör örgütü olarak nitelendirilen örgütlere üye olanları terör suçlusu olarak cezalandırır. Burada hazırlık hareketinin cezalandırılmasından ziyade anayasanın 38. maddesinin 7. fıkrasıyla güvence altına alınmış olan suçta ve cezada şahsilik ilkesi açıkça ihlal edilmiştir. Daha açık bir deyişle kanun koyucu, Türk Ceza Kanununda öngörülen sistemden bir adım ileri gidip ceza vermek için hazırlık hareketine bile gerek duymamıştır.

Aşağıda bu bilgiler ışığında ve Türkiye özelinde kalarak devletin terörle mücadele araçlarını açıklamak için nispeten yeni bir kavram olan düşman ceza hukuku yerine Carl Schmitt’in 84 yıl öncesinden bize ulaştırdığı dost-düşman teorisinin yeterli olup olmadığı tartışılacaktır. Bu tartışma bağlamında 2000’li yıllarda TMK kapsamına girmiş bazı adli vakalarda devlet görevlilerinin Schmitt’in kavramsallaştırmasında düşman niteliği kazanabilecek kişilere yönelik davranışları incelenerek Schmitt’in teorisi ile TMK’nin sistemi arasındaki bağlantılar tespit edilmeye çalışılacaktır.

Kavramın Açıklanması

a) Dost-Düşman İkiliği

Schmitt, pek anlamlı biçimde 1932 tarihli metninin ilk cümlesi olarak siyasal kavramının devletten önce geldiğini ortaya koyar.3 Bunun anlamlılığı, kadim bir tartışmaya ilişkin olmasındandır. Günümüzde yaygın bir yanlış olarak siyaset felsefesinden ve siyasal kavramından derhal devlet ile ilgili konular anlaşılmaktadır. Modern anlamıyla devletin, aşağı yukarı beş yüzyıllık bir tarihi varken4 siyasetin kavramları sosyalliğin başlangıcından beri varlığını sürdürdüğü düşünüldüğünde basit bir akıl yürütmeyle modern anlamıyla devlet, gelecekte varlığını sürdürmeyecek olsa bile siyasetin insanlık var olduğu sürece var olacağı rahatlıkla söylenebilir. Bu vurgunun bizim açımızdan önemini ilerleyen satırlarda tartışmak üzere burada bırakalım. Scmitt, bu vurguyu yaptıktan sonra siyasalı nasıl kavramsallaştırdığını açıklar. Buna göre, ahlak, estetik ve ekonomi gibi insan düşüncesinin ve eyleminin çeşitli ve görece bağımsız alanları karşısında etkili olan kendine özgü ölçütleri inceler. Bu alanlarda belli başlı nihai ayrımlar olduğunu tespit eder. Örneğin, ahlak anlamında nihai ayrım iyi ve kötü; estetikte güzel ve çirkin; ekonomide yararlı ve zararlı ya da kârlı ya da kâr getirmeyen olduğunu varsayıp siyasalda bu ayrımın dost-düşman üzerinden kurulduğu sonucuna ulaşır. Burada önemli olan dost-düşman ayrımının daha önce belirtilen ayrımlarla özellikle (kolayca karıştırılabilecek olduğundan) ahlaki anlamdaki iyi ve kötü ayrımıyla karıştırılmaması gerekliliğidir. Bu ayrımlar özerk ayrımlardır. Siyasal düşmanın ahlaki açıdan kötü olması gerekmeyip varoluşsal anlamda en yoğun haliyle başka bir varlık ve yabancı olması yeterlidir. Başka bir deyişle siyasal düşmandan bireysel düzlemde nefret etmek gerekmez; ve “düşmanı”nı yani hasmını sevmek ancak özel alanda bir anlam kazanır.5 Böyle bir varlığın tespiti ise ancak somut çatışmada çatışmanın taraflarının söz konusu yabancının başkalığının, kendi varolma hakkının reddi anlamında gelip gelmediğine, bu nedenle de kendi varlığını korumak için defedilmesi ya da mücadele edilmesi gereken bir unsur olup olmadığına bizzat vereceği karar ile yapılacaktır.6 İşte bu kararlar siyasi birlik olan devlet tarafından verilir ve Schmitt’in yaptığı ayrımla birincil ve ikincil siyasi kararlar olarak adlandırılır.7

Bu yazının sistematiğinde parlamenter bir demokrasi olan Türkiye özelinde inceleme yapılacağı için Schmitt’in bu kavramsallaştırmasındaki birincil kararları (normlar hiyerarşisindeki dar anlamıyla sınırlı kalarak) hukuki normlar, ikincil kararları ise bu normların uygulanmasını sağlayan yargı içtihatları başta olmak üzere devletin diğer görevlilerinin bu normlara dayanarak oluşturduğu belgeler ve ifadeler (polis fezlekeleri, mahkemelerin verdikleri ara kararlar, görevlilerin söylemleri) oluşturacaktır. Burada siyasal düşmanla mücadele konusunda Schmitt tarafından yapılan ikili ayrım çok önemlidir. Schmitt, siyasalın içinde kaçınılmaz olanın dost-düşman ayrımı olduğunu belirtirken bunun doğal sonucunun iç savaş olduğu gibi bir yargıya varılmasını yanlış bulur. Siyasal kararlar kaçınılmaz olarak taraflı olacaktır. Eğer bir devlette parti politikalarına ilişkin karşıtlıklar biricik karşıtlık haline gelmişse, iç politikanın sınırına dayanılır ve silahlı çatışmanın varlığı için dış politikadaki ikilikler değil iç politikadaki karşıtlıklar belirleyici hale gelecektir.8 Daha açık bir deyişle, siyasal içinde aslolan iç politikadaki dost-düşman ayrımıdır ve bunun siyasal birlik olan devlet içinde jus belli’ye yani devletin tekelinde olan savaşma hakkına başvurulmayacak şekilde yürütülmesi esastır. İç politikadaki dost-düşman ikiliği, jus belli’ye başvurulmayacak şekilde devletin iç düşmanını kendiliğinden tespit etmesi ve buna yönelik özel yasalarla belirlenmiş koşullarda hukuk yoluyla devreye giren, açık ya da genel nitelikli tanımlamaların içine gizlenmiş çeşitli hukukdışı kılma, sürgün, kanundışı kabul etme ya da hukukun korumasından çıkarma gibi tedbir alması sayesinde yürütülür. Bu tedbirlerin alınmaması ya da işe yaramaması halinde düşman ilan edilenin davranışına da bağlı olarak bir iç savaşın yani siyasal birlik olan devletin çözülüşünün ilanı söz konusu olacaktır.9 Burada siyasi birlik olarak devlet tarafından istenen şey, elbette çözülüşün ilanı olan iç savaşın çıkması değil, dost-düşman ikiliğinin sorunsuz bir şekilde devam edebilmesi için savaşın gerçek bir olasılık olarak varlığını sürdürmesidir. Devlet, elbette bu olasılığın gerçekleşmesini istemeyecektir. Başka bir deyişle iç savaşı göze almayacak tarafların varlığı, bir siyasi birlik için yeterlidir. Nihayetinde tüm bu kuralların önkoşulu başta da belirtildiği gibi düşmanın kim olduğuna dair siyasal kararların varlığı olacaktır.10

b) “Jus Belli” Kavramı

Schmitt’in siyasal kavramını aslında klasik uluslararası hukuka ilişkin olan jus belli üzerinden kavramsallaştırması oldukça önemlidir. Zira jus belli’ye sahip olmak, siyasal birlik olarak devlet olmanın sonuçlarından biridir. Yani verili bir durumda düşmanını kendi belirleme hakkının varlığı ve gerçek bir olasılık olarak onunla mücadele etmektir.11 Schmitt’in bu metni 1932 yılında yani Birleşmiş Milletler düzeninden önce yazdığı gerçeğinden hareketle jus belli’nin Birleşmiş Milletler Şartı’nın 2/4. maddesinde düzenlenen kuvvet kullanma yasağıyla yorumlanması gerekliliğinden azadedir. Schmitt’e ve klasik uluslararası hukuk ilkelerine göre devletler, devletlerarası alanda eşittirler. Bu nedenle egemenliklerine tehdit olarak gördükleri hallerde her devletin bir diğerine karşı savaşma hakkı yani jus belli’si mevcuttur. Burada dikkat edilmesi gereken husus bu savaşma hakkının devletin tekelinde olması ve dışarıdaki düşmana karşı kullanılacak olmasıdır. Schmitt, teorisinde içerideki düşmanları da bu hesaba katıp jus belli’yi devletin iç düzenindeki şiddet tekeli ile iç içe geçirmektedir. İkisi de şiddete ilişkin olup devletin tekelindedir. Schmitt’in daha önce belirtilen devletin mevcut biçimiyle kendini krize karşı savunmaya yetkili olmaması tam burada önem taşıyacaktır. Devlet, şiddet tekelini elinde bulundurduğu için düşmanını kendi belirleme hakkına ve siyasal birliğini koruma gücüne sahiptir. Buna yönelik herhangi bir tehdit, devlet için jus belli’ye gelecek olan bir tehditten farksızdır. Bu yüzden iki şiddet tekeli iç içe geçebilmektedir. Böyle bir krize karşı kendini savunmaya yetkili olmadığından şiddet tekelini elinden almaya yönelik herhangi bir girişime karşı (terör eylemleri, darbe teşebbüsü vs.) saf ve hukuk dışı kuvvete, gerektiğinde hukuk dışı başka yöntemlere başvuracaktır.

c) Düşmanın niteliği

Schmitt’in teorisinde devlet, siyasi birlik olarak tekliğinin ispatı amacıyla yukarıda belirttiğimiz siyasal kavramının devletten önce geldiği şiarına aykırı olarak (biraz da haddini aşarak) siyasal ve hatta toplumsal olan olan sorunların hepsini devlete ilişkin addeder. Bu durumda, “nötr” olan alanlar -din, kültür, etnik, ekonomi- devlete ilişkin olmayan ve siyasal olmayan anlamında “nötr” olmaktan çıkacaklardır. Böylelikle, devlette her şey en azından bir olasılık olarak siyasal olup devlete yapılan atıf da “siyasal” kavramının özgül, ayırt edici bir özelliğini ortaya koymaktan aciz kalacaktır.12 Dahası, toplumsal olan bu sorunlar, siyasalın alanına girdikçe karşıtlık haline gelecek ve normalde siyasal olmayan karşıtlık, “saf” dinsel, “saf” ekonomik, “saf” kültürel nitelikte olmaktan çıkacaktır.13 Bu şekliyle karşıtlıklar düşman ürettiği ölçüde düşmanın tasfiye edilmesi gerekliliği kendini TMK’nin sisteminde devletin bu sayılan niteliklere sahip olan kişileri daha kolay düşman olarak nitelendirdiği gerçeğiyle karşımıza çıkar. Dinsel karşıtlıklarda Aleviler, ekonomik-kültürel karşıtlıklarda solcular ve etnik karşıtlıklarda ise Kürtler düşman olarak nitelendirilmekten nasibini alacaktır.

Kavramın TMK’nin Sistemine Uyarlanması

a) Birincil Siyasi Kararlar

Yukarıda belirtildiği gibi birincil siyasi kararlara normlar hiyerarşisindeki tüm normlar girmektedir. Buna göre anayasa, kanunlar, tüzükler ve yönetmeliklerin hepsi birincil siyasi kararlardır. Devletin iç düzendeki düşmanıyla mücadelede en etkin silahı olan birincil siyasi kararları sayalım: Öncelikle TMK, TMK’nin 3. maddesinde terör suçları olarak anılan TCK hükümleri ve 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu. Bu kanunları özel olarak ele almamızın gerekliliği aşağıdaki bölümde somut olaylar ışığında anlaşılabileceği gibi, ikincil siyasi kararları veren devlet görevlilerinin iç düzendeki düşmanı belirleme ve onunla mücadele etme konusunda elini en çok güçlendiren mevzuat hükümleri olmalarıdır. Zira bu kararlar olmadığı sürece devlet ikincil siyasi kararları alamayacaktır.

b) İkincil Siyasi Kararlar

İkincil siyasi kararlar, başta da belirtildiği gibi birincil siyasi kararları teşkil eden normları destekleyen, onların uygulanmasını sağlayan, başka bir deyişle onları hayata geçiren kararlardır. Bu kararların içindeki en önemli grup, şüphesiz yargı kararlarıdır. Ancak başta da belirtildiği gibi yargı kararlarının dışında iddianameler, polis fezlekeleri ve hatta resmi görevlilerin bazı niyet belirten ifadeleri de devletin iradesini gösterdiğinden pekala bu gruba girmektedir.

Bu iki karar tipinin kısa tanımlarını desteklemek amacıyla aşağıda çeşitli adli vakalar Schmitt’in teorisi ile birlikte ele alınacaktır.

2006 yılında önce TMK’nin 7/2. maddesine göre yargılanan, Yargıtay’ın kararı bozması sonucunda TCK’nin 220/6. maddesi ile 312. maddesi ve 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nun kanuna aykırı toplantı ve gösteri yürüyüşlerine katılanların ihtara ve zor kullanmaya rağmen dağılmamakta ısrar etmelerini düzenleyen 32. maddesi uyarınca toplam 13 yıl dokuz ay hapis cezası almış olan Felat Özer, tam da bu ikincil siyasi kararların mağdurudur. Felat Özer, 26 Şubat 2006’da bir PKK’linin cenazesi sırasında tabutu omuzladıktan sonra “Öcalan siyasi irademizdir” ve “Öcalan, Öcalan” diye slogan attığı, grupla birlikte ateş yakıp yolu kapattığı ve daha sonra 21 Mart’taki Newroz Bayramında “göstericilerin ön safında yer alıp polise saldırmaları yönünde talimat verdiği iddiasıyla gözaltına alınmış, iddianamede ise kendisi için 28 Mart 2006’da “lastik yakan bir grubun yanında durup onları izlediği, yüzünü kırmızı bezle kapatıp dolaştığı” söylenmiştir.14 Özer, nihai kararda örgüte üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemekten ve gösteri sırasında dağılmamakta ısrar etmekten dolayı 13 yıl hapis cezası almıştır. Özer’in mağduriyetine benzer biçimde Salih Şimşek, 24 Mart 2009 tarihinde hastaneye giderken BDP’nin oturma eylemiyle yolu kapaması sonucu hastaneye ulaşamadığından çağrıya uyup yola oturmuştur. Polis, dağılmayan gruba saldırıp Şimşek’in de içinde bulunduğu birtakım insanları gözaltına almıştır. Şimşek’in karşılaştığı suçlama Özer’inkinden farklı olmamıştır. Açılan davada Mahkeme Şimşek’i, “örgüt çağrısına uyup oturma eylemine katıldığı, güvenlik güçlerine dağılmamak konusunda ısrar ederek polise direndiği” iddiasıyla “örgüt üyeliği” suçundan altı yıl üç ay, 2911 sayılı Kanun’a muhalefet suçundan da beş ay hapse çarptırmıştır.15 Batman’da yaşanan başka bir olayda ise, Batman Belediyesinde temizlik işçisi olarak çalışan Abdurrahim Balur, bu tür ikincil kararlar vasıtasıyla düşman olarak nitelenmenin bedelini ödemiştir. 10 Ocak 2012 sabahı gün ışır ışımaz evine baskın yapılan Balur, bu baskından birkaç saat önce kimliği belirsiz kişilerce “sağa sola bomba atan ve milleti dağa götüren şahıslardan biri” olarak ihbar edilmiştir. İhbarda ismi geçen diğer kişilerin aksine Balur’un bomba mühimmatıyla ilgisi olmamasının ortaya çıkmasına rağmen Balur’a “Dinamitle ilgin yoksa da sen zaten suçlusun” denilmiştir. Polis sorgusu sırasında önüne koyulan fotoğraflarda Abdullah Öcalan’ın sağlık koşulları nedeniyle düzenlenen gösteride bulunmaktan başka bir şey yapmamıştır. Balur’un bu gösteride “grupla hareket ettiği, en ön safında bulunarak destek verdiği ve grupla bütünleştiği” iddia edilmiştir. Başka bir fotoğrafta ise “örgütün çağrısı üzerine gösterilere katıldığı” söylenen Balur, ifadesinde temizlik şirketinde çalıştığından dolayı her gün ayrı bir caddede bulunması gerektiğini, bu yüzden orada olmasının doğal olduğunu söylemiştir. Fakat bu savunma, iddianamede kendisi için görevi yaptırmamak için direnme, silahlı terör örgütüne üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işlemek, terör örgütünün propagandasını yapmak ve 2911 sayılı Kanun’a muhalefet suçlarını işlediği ithamlarını engelleyememiştir. Açılan davada Kürtçe savunma yapma talebi, “Türkçe bildiğinden ötürü Türkçe savunma yapması gerektiği, aksi takdirde savunma hakkından vazgeçmiş sayılacağı” şeklinde bir gerekçeyle geri çevrilmiştir. Sonuç olarak Balur, TCK 220/6. ve 314/2. maddeleri uyarınca yedi yıl iki ay yedi gün hapis cezası, 2911 sayılı Kanun’un 32 ve 33. maddeleri uyarınca 14.400 TL ve örgüt propagandası suçundan 7.300 TL para cezası almış, toplam 21.700 TL para cezasına hükmolmuştur.16 Balur’un avukatı davayı Anayasa Mahkemesine kadar götürmüştür. Dolayısıyla Kürtçe savunma yapma meselesi Anayasa Mahkemesinde de tartışılmıştır. Adalet Bakanlığı ise Anayasa Mahkemesine yaptığı savunmada “Dolayısıyla başvurucu, suçları Türkçe olarak anlayabilecek ve Türkçe cevap verebilecek düzeyde Türkçe bilmektedir. Bu anlamda, başvurucunun mahkeme önünde savunma hakkının kullanılmasından çok siyasi saiklerle böyle bir talepte bulunduğu anlaşılmaktadır.”17 demek suretiyle bu Kürtçe savunma hakkını Bakanlık nezdinde de tanımadığını açıkça ortaya koymuştur.

Bu kararların dost-düşman teorisi içerisinde açıklanması ise zor olmayacaktır. Yukarıda düşmanın nitelikleri bölümünde açıklandığı gibi etnik bir karşıtlık barındıran Kürtler, Türkiye için siyasal anlamda düşman sayılabilecek niteliktedir. Yine yukarıda belirtildiği gibi, devlet bu düşmanla mücadele konusunda çeşitli tedbirlere başvurmaktadır. Burada başvurulan tedbir açıkça olmasa bile örtülü bir şekilde hukukdışı kılma tedbiridir. Devlet, düşmanını tasfiye etmek amacıyla yargısal aktörleri vasıtasıyla anayasayı, hukukun genel ilkelerini ve bağlı olduğu uluslararası sözleşmeleri dikkate almadan hukukdışı kararlar vermektedir. Olayların her birinde resmi görevliler tarafından dillendirilen iddiaların gerçek olup olmaması bir yana, gerçek olmaları halinde bile “Öcalan siyasi irademizdir” diye slogan atmak, lastik yakan bir grubun yanında durup onları izlemek, yüzünü kırmızı bezle kapatıp dolaşmak, örgüt çağrısına uyup oturma eylemine katılmak gibi fiiller kişilerin özgürlüklerini yıllarca bağlayacak nitelikte fiiller değildirler. Nihai yargı kararlarının dışındaki ikincil kararlardan olan polis ifadelerinde ve mahkemelerin çeşitli ara kararlarında yukarıdaki örneklerde de görüleceği gibi “dinamitle ilgin yoksa da sen zaten suçlusun”, “Türkçe bildiğinden ötürü Türkçe savunma yapması gerekliliği” ya da “savunma hakkının kullanılmasından çok siyasi saiklerle böyle bir talepte bulunduğu” gibi ifadeler resmi görevlilerin karşılarında düşman olarak nitelenebilecek kişileri bulduklarında hukukdışı davranışlar sergilediklerinin açık göstergesidir. Yukarıda açıklandığı gibi devlet görevlileri, iç düşmana karşı jus belli hakkını kullanmadan (doğrudan buna başvurmak iç savaş çıkartmak anlamına geleceğinden) onları hukukdışı kılma ve hukukun korumasından çıkarma gibi yöntemler kullanmaktadır.

Etnik karşıtlıkların yarattığı düşmanlıkların dışında ekonomik-kültürel karşıtlıkların yarattığı düşmanlıklara örnek olarak solcuların ve özellikle solcu öğrencilerin verilebileceğini yukarıda belirtmiştik. Buna örnek olarak Özgür Alkan ve Bahadır Söylemez adlı iki öğrencinin başına gelenler verilebilir. 3 Mayıs 2011 tarihinde Alkan’ın evinde ve Söylemez’in yurdunda yapılan aramada sosyalizmi konu alan çokça kitap, dergi, eylemlerde çekilmiş resimler, CD’ler ve Mart Kültür Sanat ve Düşünce Derneği’nin su faturası bulunmuştur. Adı geçen dernek arandığında salonda “Enternasyonal yazılı şiirin duvarda asılı olduğu” görülmüş, “haftalık nöbet çizelgesine” ve Deniz Gezmiş ile iki arkadaşının resimlerine, şair Can Yücel’in Gezmiş ve arkadaşları için yazdığı Mare Nostrum adlı şiirin bulunduğu kartpostala el konulmuştur. Zira Özel Yetkili Savcı Hakan Yüksel, iki gencin üyesi olduğu iki aylık derneği, en son 1998’de silahlı eyleme karıştığı iddia edilen TKEP/L’nin legal yapılanması saymaktadır. Bunun için tek dayanağı da polis fezlekesidir. Özgür Alkan ve Bahadır Söylemez, yedi ay tutuklu kaldıktan sonra 8 Aralık 2011’de görülen ilk duruşmada tahliye edilmişlerdir. 13 Ocak 2013 tarihli duruşmada ise beraat etmişlerdir. Gerekçeli kararda “Sanıkların evlerinde örgütün propagandasına elverişli bir kısım kitap, dergi ve dijital aletler bulunmuştur. Bu durum sanıklarda örgüte karşı sempati düzeyinde bir duygu olduğunu ortaya koymakta ise de; örgüt üyeliği suçunun oluşumu açısından tek başına bir unsur olarak değerlendirilmesi mümkün görülmemiştir.”18 denilmek suretiyle emniyet ve yargı görevlilerinin olayın başından beri hukukdışı şekilde bu iki öğrenciyi Schmitt’in teorisine uyacak şekilde düşman olarak nitelediği tescillenmiştir. Bir derneğe ait su faturasının ceza yargılamasında delil olarak kullanılması başka şekilde açıklanamayacaktır. Bu yargı kararı birçok açıdan çok önemlidir. Zira, Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nin deyimiyle örgüte karşı sempati düzeyinde bir duygu ile örgüt üyeliğinin birbirine karıştırılmaması gerekliliği hayati öneme sahiptir. TMK sistematiğindeki örgüt üyesi olmayıp da örgüt adına suç işlemek ve terör örgütünün propagandasını yapma suçları bu ayrımın birincil siyasi kararlar tarafından bulanıklaştırıldığı, dolayısıyla ikincil siyasi kararlar tarafından da rahatlıkla bulanıklaştırılabileceği suçlardır.

Sonuç

Geçtiğimiz aylarda Türkiye’nin Güneydoğu illerinde insanlar çatışmaların ve sokağa çıkma yasağının devam etmesinden dolayı hayatını kaybeden yakınlarını gömme imkanından bile yoksun kaldılar. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, bu mağduriyeti gidermek yerine düşmanıyla mücadelede devletin elini güçlendirmek için birincil siyasi kararlardan birine başvurup yakınlarının ulaşamadığı cenazelerin bizzat devlet tarafından defnedilmesini düzenleyen bir yönetmelik değişikliğini onayladı.19 Bu değişiklik sonrasında cansız bedeni bir hafta boyunca yerde kalan Taybet İnan, sessiz sedasız gömüldü.20 Bu illerde yaşanan hukuka aykırılıkları takip edip Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi uyarınca bu hukuka aykırılıkları Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne bildirdiği ve bildirmeye devam edeceğini beyan etmesi, hakkında düzenlenen iddianamede suç unsuru olarak yer alan Av. Ramazan Demir de tutuklanarak düşman olarak nitelendirilmekten nasibini aldı.21 Aynı tarihlerde canlı yayın sırasında barış dilediği ve çocuklar ölmesin dediği için sunucu Beyazıt Öztürk’e Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından soruşturma açıldı,22 Barış İçin Akademisyenler olarak da bilinen “Bu Suça Ortak Olmayacağız” adlı bildiriye imza koymaktan dolayı dört akademisyen tutuklandı.23 24Üçü 37, biri de 22 gün olmak üzere tutuklu kalan akademisyenlerin yargılamaları devam etmektedir. Bu ve benzeri tüm adlı vakalarda kolaylıkla görülebileceği üzere, Devlet, krize karşı kendini savunmaktan aciz kalırken Carl Schmitt’in dost-düşman teorisi, TMK sistemi için halen geçerliliğini korumakta ve kendini her gün yeniden doğrulamaktadır.

Son olarak bu satırların yazarının Schmitt gerçekçiliği olarak adlandırdığı hususa değinmek gerekir. Schmitt, siyasal düşmana dair tanımını yaptıktan sonra halkların birbirlerini hâlâ dost ve düşman diye ayırmalarının reddedilmesi, barbarlıktan kalma ilkel bir kalıntı olduğunun düşünülmesi ya da bu ayrımın bir gün yeryüzünde ortadan kalkacağının umulması; eğitsel saiklerle, hiç düşman yokmuş gibi davranmanın iyi ya da kötü olup olmadığını dikkate almayacağını net bir şekilde belirtir.25 Schmitt’ten ilhamla bu kavramların TMK’nin sistematiğine uyup uymadığını tartışırken bunun iyi ya da kötü olduğunu değil, gerçeğe ne kadar uyduğunu düşünmek gerektiği belirtilmelidir. Schmitt’in yazdıklarını onaylamak ve desteklemek başka, katılmak başkadır. Carl Schmitt, her ne kadar dehasıyla hayranlık uyandıran bir teorisyen olsa da bilinen dünya tarihinin gördüğü en büyük felaketlerden birinin sorumlusu olan Nazi Partisi’nin önemli destekçilerindendi ve partinin üyesiydi. Belki de günümüz Türkiyesi TMK sisteminin Carl Schmitt’in 1932 yılında tasarladığı siyasal kavramına bu denli benziyor oluşu tam da bu yüzden hayra alamet değildir.

DİPNOTLAR

Schmitt, C. (2006). Siyasal kavramı, (E. Göztepe, Çev.) İstanbul: Metis

2 A.g.e. 54

3 A.g.e. 49

4 Akal, C.B. (2009). İktidarın üç yüzü, Ankara: Dost 14

5 Schmitt A.g.e. 60

6 Schmitt A.g.e. 57

7 Schmitt A.g.e. 60

8 Schmitt A.g.e. 62

9 Schmitt A.g.e. 75

10 Schmitt A.g.e. 64

11Schmitt A.g.e. 74

12 Schmitt A.g.e. 53

13Schmitt A.g.e. 68

14 Diyarbakır 4. Ağır Ceza Mahkemesi’nin (CMK 250. Madde ile Yetkili) 2008/252 dosya, 2008/475 karar, 2006/371 esas numaralı, 16 Aralık 2008 tarihli gerekçeli kararı.

15 Diyarbakır 5. Ağır Ceza Mahkemesi’nin (CMK 250. Madde ile Yetkili) 2012/239 dosya, 2012/686 karar, 2012/605 esas numaralı ve 6 Aralık 2012 tarihli gerekçeli kararı

16 Saymaz, İ. (2013). Sözde terörist, İstanbul: İletişim 71

17 Radikal, İsmail Saymaz, “Adalet bakanlığı kürtçe savunma yasağını savundu” 11/05/2015

18 Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nin (CMK 250. Madde ile Yetkili) 2012/40 dosya, 2013/1 karar, 2011/215-2012/66 soruşturma numaralı ve 13 Ocak 2013 tarihli gerekçeli kararı

21 Adli Tıp Kurumu Kanunu Uygulama Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik RG Sayısı: 29586

22 Diken, “Taybet inan’ı kaymakamlık sessiz sedasız defnetti, oğlu cenazeye gidemedi” 11/01/2016

23 Bianet, “Öhd’li iki avukata tutuklama kararı” 06/04/2016

24 Bianet, “Beyaz show, beyazıt öztürk ve izleyiciye terör propagandası soruşturması” 11/01/2016

25 Diken, “Barış istemekte ısrarcı üç akademisyen tutuklandı” 15/03/2016

26 Diken, “Cadı Avı’na devam: akademisyen meral çamcı da tutuklandı” 31/03/2016

27 Schmitt A.g.e. 59

KAYNAKÇA

Akal, C.B. (2009). İktidarın üç yüzü, Ankara: Dost

Paye, J. (2009). Hukuk devletinin sonu, (G. D. Lüküslü, Çev.) Ankara: İmge

Saymaz, İ. (2013). Sözde terörist, İstanbul: İletişim

Schmitt, C. (2006). Siyasal kavramı, (E. Göztepe, Çev.) İstanbul: Metis