Diyanet İşleri Başkanlığı darbe girişimine katılıp da ölen askerlerin cenaze namazlarının kılınmayacağını açıkladı. Bir belediye başkanı onlar için vatan haini mezarlığı yapılmasını önerdi. Başka bir deyişle askerlerin, -eğer müslüman iseler, ki aksi pek az mümkün- dinleri gereği yapılması gereken bir ritüel böylelikle haklarında icra edilmemiş olacak. Anlaşılan o ki “amel defteri kapandığı” halde işlenen darbeye teşebbüs suçu inançlı askerler hakkında öteki dünyaya da sirayet edecek ve cennet-cehennem yolunda onları rakiplerinden geriye düşürecek. Başka bir deyişle bu dünyada alacakları ceza öteki dünyayı da etkileyecek. Artık iktidar yalmızca bu dünyayı değil öteki dünyayı da kapsayacak demek ki.

DARBENİN SİYASİ GELENEĞİ

Kenan Evren açıkça “darbeci”ydi. Bu sıfatı bugün kullanmak daha kolay ve tartışma götürmez olsa da 12 Eylül 1980 tarihinde darbe gerçekleştiğinde de darbeciydi ve resmi dilde olay “ihtilal” ya da “müdahale” olarak adlandırılsa da herkes Kenan Evren’in darbe yaptığını ve darbeci olduğunu o tarihte de biliyordu. TSK da “yönetime el konulduğunu” ifade etmişti zaten. Hal böyleyken Kenan Evren’in cenaze namazı kılındı ve yapılan yargılamada mahkum edilmiş olsa da hüküm henüz kesinleşmeden vefat ettiğinden devlet töreniyle ve son ünvanı “yedinci cumhurbaşkanı” sıfatı ile defnedildi. Bildiğimiz kadarıyla diğer darbecilerin cenaze namazlarında da bir sorun çıkmadı.

Hasılı Kenan Evren de cuntacıydı, 15 Temmuz’un rütbeli askerleri de. Kenan Evren önce konsey başkanı oldu, sonra da yedi yıl boyunca resmi davetlerde cumhurbaşkanı sıfatıyla frakla boy gösterdi. Ancak “yeni nesil” darbecilerin yüzlerinde, gerçekleştiremedikleri darbenin izleri açıkça görüldü. Mesele basit; ilki işi kotardığı halde yenileri ellerine yüzlerine bulaştırdılar.  İdam cezası yürürlükte olsaydı 15 Temmuz faillerinin akıbetin de bir başka cuntacı Talat Aydemir gibi olması kuvvetle muhtemeldi. Girişimi kotarıp darbeye çevirebilme ya da çevirememenin sebepleri, giderek daha net görülecek olsa da bu yazının konusu bu değil.

Darbe dehşet vericidir, deyim yerindeyse bir karabasandır; fazlaca totalitarizm sevdalısı değilse eğer çoğu insan da böyle düşünür. Bu ortalama genel kanaata göre kimse bir asker tarafından yönetilmek, sokağa çıkamamak, zindana atılıp işkence görmek, işine gücüne gidememek, hatta ölmek, başka bir ifadeyle yaşaması gereken hayatı yaşayamamak istemez. Bilmeyenler sezgiyle bile olsa darbenin insanların soluk almasını engellediğini hissederler. Ama “darbe” denilen kavram siyaset dışı ya da siyasetten “sapma” bir fiil gibi düşünülemez ve tek başına iyi ya da kötü olarak değerlendirilemez. Darbe bir siyaset biçimidir ve her siyaset olgusu gibi diğer etkenlerle ve siyaset içinde düşünülmeyi gerektirir. Bu, gereklilikten öte bir zorunluluktur da.

Bir devlet kurulurken kurucu iktidarın içinde bulunduğu ortam tam bir kaostur. Öyledir çünkü bu ortamda ya da iklimde herhangi bir kural ya da sınır yoktur. İktidara ulaşmak isteyen gücü harekete geçiren bir ideoloji olsa dahi iktidara ulaşmak için kullandığı yöntemleri sorunsallaştıracak bir mekanizma bu kaotik ortamda mevcut değildir. Dolayısıyla kurucu iktidarın, iktidarını kurup egemenliğini yerleştirirken yapılacak bir meşruluk/gayrimeşruluk tartışması da anlamını kaybeder. Meşruluk sonradan, iktidar/devlet kurulduktan sonra iktidarın çıkarlarına göre ve egemenliğinin güçlendirilmesine yönelik olarak kurulur. Bir anlamda kurucu iktidar hem meşruluğu hem de hukuku, iktidarı kurduktan sonra geriye dönüp baştan kurar. Süreci nasıl anlamamız gerektiğini de bize dikte eder. Bu kuruluş gerekçeleri de çoğu kez yazılı bir anayasayla içeriye ve dışarıya “bildirilir”. Bu durumda anasaya denilen metin devleti/iktidarı kuran bir metin değil, kurucu iktidarın meşruluk manifestosudur. İktidar zaten kurulmuş egemenliği anayasa ile açıklar ve kendini güvence altına alır ya da aldığını düşünür.

Bu hukuku kuran ve kurulurken kendini hiçbir kuralla sınırlı hissetmeyen ve hatta gerekirse sınırsız da olabilen şiddet, kazandığı zafer yoluyla kendini kanıtladıktan sonra da – hala varlığını devam ettiriyorsa – başka bir sorun ortaya çıkar ki, bu da bu var olan kurucu iktidarın/devletin ve ona ait olan hukukun korunmasıdır. Bu noktada da ortaya her zaman yeni failler, yeni güçlüler, yeni güç savaşları ve devlet iktidarını bir filler tepişmesine çeviren savaş hali çıkar ortaya. Ama kurucu iktidarla arasında bir fark vardır; hiçbir gücün kurucu olma iddiası, yıkıp yeniden kurma ideali yoktur. Artık sorun, kimin devleti, kurulmuş olanı koruyacağı, kimin bu iddiadan vazgeçeceği ya da vazgeçmek zorunda kalacağı sorunudur.

Halihazır durumda yıllardır iktidar ortağı olarak güçlenen Fethullah Gülen Cemaatine yakın olduğu söylenen askerler tarafından böyle bir girişim olduğu söylense de burada ayırdedici olan askerlerin cemaat mensubu olup olmaması değil, “asker” olmasıdır. Çünkü Türkiye’de Türk Silahlı Kuvvetleri her zaman kendini kurucu iktidarın ve devletin asıl kurucusu, sonrasında da koruyucusu olarak addeder. Bir anlamda bu devleti “asker” kurmuştur ve devleti koruyan fail olarak da asli aktör olarak kendini zirveye yerleştirir. Asker-sivil ilişkisinin Türkiye tarihinde çok özel bir yeri vardır. Asker sivil değil “asker” olması nedeniyle, yapılan darbeler sonrası, önünde sonunda yönetimi sivil iktidara devretmek zorunda olsa bile Türkiye’de bir çok hükumet asker eliyle kurulup asker eliyle yıkılmıştır. Dolayısıyla “asker”, devlet içindeki iktidar kavgasında diğer aktörlerin periyodik olarak değişmesine rağmen “sabit değişken”dir. Bu değişkenlik konjonktürel olarak AKP gibi güçlü bir hükumet eden karşısında geri çekilmesini ve zaafiyete uğramasını da kapsar. Türkiye’de asker siyasi ve asli bir aktördür ve bu anlamda darbe girişimcilerinin cemaatten ya da dışarıdan olmalarının da bir önemi yoktur.

Tüm bu devleti sahiplenme ve koruma hali Türk Silahlı Kuvvetleri için her zaman bir arzudan ziyade görev olarak görülmüştür. Dolayısıyla Türkiye’de askerin kendini siyasi bir aktör olarak görmesi kurumsal bir egonun ya da kibrin ürünü de değildir; kibir ya da egodan bahsedilse bile bu, görev ve sorumluluk duygusunun sonucudur, nedeni değil.

Bu nedenle de yukarıda da sözü edildiği üzere askerin siyasetin dışına kışlanın içine çekilmesi talebinin darbe yapılan ve yapılma ihtimali olan Türkiye’de fazla bir anlamı yoktur. Kışla böyle ülkelerde her zaman siyasetin ana mekanlarından biri olmuştur çünkü. Dolayısıyla hiçbir gerçekliğe karşılık gelmeyen bu türden taleplerin yerine başka bir hattan yol alınabilir belki de. Ya da alınamaz, kendimizi kilitlediğimiz kavramlarla da ilgili olabilir bu. Siyaset/ordu karşıtlığı gibi.

Kısaca Türkiye gibi ülkelerde darbeye karşı olmak darbeye ya da darbe girişimine engel olmak için yeterli değildir. Bunu belirleyen siyasi aktörlerdir ve bu aktörlere askerler de dahildir. En azından şu ana kadar böyle.

EGEMENİN SİYASETİ

Egemenlik tuhaf bir kavram. Sonu mutlak iktidara kadar gidebilir. Son darbe girişimi de bize halihazırda mutlak iktidarın değilse de egemen tarafın AKP iktidarı olduğunu gösterdi. Belki de ulusal egemenlik, toplum sözleşmesi, parlamenter demokrasi, sandık vs gibi havada uçuşup duran kavramların yerine “egemen” in ne olduğunu – özellikle son olarak ilan edilen olağanüstü halden sonra- artık daha iyi anlamamıza vesile oldu. Darbe girişimi “püskürtüldü” ve devleti/kurucu iktidarı koruyan gücün asker değil, kesinlikle azımsanamayacak bir halk desteğiyle birlikte AKP olduğunu hep beraber tecrübe ettik, ediyoruz. Bu noktada ordunun tamamının teşebbüse katılmış olup olmamasını ya da genel olarak ordunun gerçek gücünün bu olup olmamasını tartışmak anlamsız çünkü tüm bunların sebebi de AKP’nin egemen güç olması. Görülüyor ki asli bir siyasi aktör olan asker, konjonktürel olarak asli bir siyasi faktör olmasının yanısıra AKP’den bir hayli zayıf. O yüzden de “ordu içinde katılım yüksek olsaydı, karacı desteği olsaydı, sosyal medya kapatılsaydı, sabaha karşı yapılsaydı” vs gibi ihtimaller bir yöntem sorunundan çok bir güç dengesi sorunu olarak çıkıyor karşımıza.

Ama elbette egemen olmak o kadar kolay değil. AKP’nin 14 yıldır onca cephede verdiği savaş bunu açıkça gösteriyor. Egemen, düşman kavramıyla beslenir. İster asker, ister hükumet eden olsun ortalık süt liman olduğunda dahi halktan gelecek tehlikeye karşı sürekli tetiktedir. Örneğin Milli Güvenlik Kurulu bir “düşman yaratma merkezi” olarak iş görür. “Normal şartlar içinde” gündelik yaşamı yöneten devlette, olağanüstü durumlarda, özellikle de böylesi somut bir darbe girişimi halinde zaten var olan teyakkuz hali somut olarak kendini göstermekten kaçınamaz . Egemenin egemen olduğu olgular konusunda sorun yoktur. Egemen olamadığı durumlar içinse koyduğu yasaklarla, yaptığı hamlelerle müdahale edemediği alanı müdahale alanı içine alır. Bu durumda da neyin suç olup olmadığı, kimin suçlu olup olmadığının bir önemi kalmaz artık. Önemli olan sözünün geçmediği tek bir kör nokta bırakmamaktır.

Somut olayda “cemaat tehlikesi”ni bertaraf etmek için binlerce yargı mensubu dahil binlerce kamu görevlisi görevden alınır, arkasından binlerce gözaltı ve tutuklama gelir. Egemen iktidar bu hayatın günahını öteki dünyaya bile sirayet ettirir, cenaze namazını kılmaktan imtina eder örneğin. Kısaca genişletebildiği kadar genişletir iktidarını, belki de mutlak iktidara kadar gitmek ister başarabilirse eğer.

Elbette bununla da kalmaz egemen, bu egemen olma halinin gösterilmesi de gerekir. Cuntacı bir generalin kanayan burnuyla, ölen bir erin kan revan içindeki haliyle, Türk bayrağını suratımızda gezdiren bir partiliyle “egemen oluş” u daha iyi anlatır. Çünkü egemen olmak yetmez, binlerce kamu görevlisini derdest etmek dahi meseleyi halletmez. Bundan sonrasının hezeyan ya da isyanlarına kalkışılmaması için, henüz mutlak iktidara ulaşmamış olsa bile “efendi”nin kim olduğunun iyice anlaşılması için bu türden gösteriler elzemdir. Egemenliğin bir yanı da hükmedilende ya da hükmedilmesi gerekende yaratılan “egemen” algısıdır. Carl Schmitt’e göre “egemen iktidarın adaleti, gösteriyi ve kıyımı çeşitli biçimlerde birleştiren ritüeller aracılığıyla, olduğu haliyle görünmesi gerekir”.  Örneğin idam cezası, yeniden tartışmaya açılır.

Sözkonusu egemenliğin sınırları nereye uzanır? Ya da aslında bir sınırı var mıdır? Egemen unsur, halihazırda AKP iktidarı şu anda bu egemenliğin genişliğinin hangi aşamasındadır? Biliyoruz ki, hangi egemen olursa olsun direniş hakkını sonuna kadar yok ettiği anda dahi bir özgürlük alanının olduğunu varsayar, gözetir ya da kabul eder. Dolayısıyla egemenliğin tek bir zümreye hatta tek bir bireye ininceye kadar genişlemesi mümkün olabilir mi? Pek mümkün değil ancak egemen bunu canı gönülden ister ve bu olanaksızlığın sınırlarını sonuna kadar zorlar.

Bu halde AKP’nin kendinden başka bir siyasi aktörün, askerin, kendi egemenlik alanını tehdit ettiğini anladığı anda sadece askere ya da cemaate karşı değil bütün kendinden olmayana karşı cepheden bir karşı duruş sergileyeceği açıktır. Çünkü sorun sadece cemaatin ya da askerin bir “kalkışması” değil, genel olarak egemenliğinin sarsılmasıdır. Egemen ya da egemen olduğunu iddia eden sadece halihazırdaki tehlikeyi bertaraf etmekle ya da tehlikeyi oluşturanı dışlayıp atmakla yetinmez, ihtimal dahilindeki tehlikeleri de -bu yol, vesile ya da bahane ile- bertaraf etmek ister. Bu noktadan sonra egemenliğine zeval verecek tek bir fiile bile tahammülü kalmaz. Çünkü egemenlik denen mefhum onun bunun gelip orasından burasından çekiştirip ilmek sökeceği bir kavram değildir. Her zaman bütün ve tam tekmil olmalıdır, herhangi bir boşluk kabul etmez. Aksi halde egemen değil baskın olur ama egemenin gücüyle baskın olanın gücü hiçbir zaman aynı değildir. Başka bir deyişle baskın ya da daha güçlü olmak egemen olmakla eşdeğer değildir, mutlak iktidar olmasa bile. Bu nedenle de “Bütün toplum yokedilmesi ya da caydırılması gereken (yıldırmak diyordu Hobbes) şiddet ya da yasadışılık içerdiği andan itibaren önleyici karşı şiddet düşüncesi sonsuz biçimde genişleme eğilimindedir”. (Şiddet ve Medenilik/Etienne Balibar/İletişim Yayınları/2014)

Önleyici karşı şiddetin egemenliği ne kadar besleyeceğini düşündüğümüzde karşımıza çıkan şeyin sınırını konuşmak gerekir belki de. Ve belki de egemenlikle söz konusu önleyici karşı şiddetin arasındaki doğru orantıyı tartışmamız. Bir darbeyle yüzyüze gelinen, belki de kılpayı kurtulunan, belki de gerçekten de bir “kalkışma” olarak adlandırılabilecek bir eylemle başa çıkmak zorunda kalan bir iktidarın egemenliğinde açılan bu gediğe karşı sınırı nereye kadar zorlayabileceği şu an için meçhul. Bunun sınırı binlerce kamu görevlisinin derdest edilmesi olabileceği gibi olağanüstü hal ilanı da olabilir ya da şu an olduğu gibi ikisi birden. Çünkü Schmitt’ten beri biliyoruz ki olağanüstü hale karar veren egemendir ve bu hale karar verdiği ölçüde egemendir. Olağanüstü halde ise egemenliğin sınırı önü alınamayacak kadar genişlemiştir.

FİLLER TEPİŞİRKEN

AKP iktidarı, askeri -şimdilik-“yendi”. Ama bu esnada Meclis bombalandı, tepesinde jetler uçuruldu, Genelkurmay Başkanı rehin alındı, TRT basıldı ve bildiri okundu; birileri bir an için bile olsa “Sen bittin” dedi. Birkaç saatlik de olsa bir egemenlik kaybının sonuçları da, emin olalım, darbenin sonuçlarından farklı olmayacak. Çünkü bir kez kaybedilen egemenliğin, bir kaç saat bile olsa yeniden tesisi, egemenliğin yeniden kurulması ile aynı icraatları gerektirecek. Dolayısıyla bir askeri darbenin yaşamımız üzerinde yol açtığı sonuçlar, bir an için bile olsa egemenliği kaybetmiş iktidar tarafından gerçekleştirilecek.

AKP bugüne dek çok sendeledi, pek çok yara aldı, ama bu egemenlik kaybının sonuçlarının egemenliğin yeniden ve bir savunma mekanizması olarak daha güçlü bir biçimde yeniden tesisini sağlamak için muzaffer bir darbecinin fiiliyatından farklı davranacağını bize kim garanti edebilir? Daha açık konuşalım; AKP iktidarının kendi egemenliğini yeniden tesis etmek adına bize darbe koşullarını yaşatmayacağını nereden bileceğiz? En azından bunun aksini düşünmek için bir sebebimiz şu ana kadar oluşmadı. O beğenmediğimiz Batı tipi parlamenter rejimin yakınından bile geçmeyen otoriter/totaliter halini bile bundan sonra nasıl koruyacağına dair iyimser bir gözlem yapmak pek mümkün değil.

Bir toplum sözleşmesi yapıldıysa bile devletle yapılmadı. Rivayete göre bireyler kendi aralarında yapıp hak ve yetkilerini devrettiler. Dolayısıyla devlet bu sözleşmenin tarafı değil ve bize karşı bir yükümlülüğü de yok. Sandığı bu toplum kurdu ya da kurulmasına ses çıkarmadı, AKP’yi de halk seçti. Bu durumda seçilmiş bile olsa bir “egemen”in bizim çıkarımıza davranacağını nasıl iddia edebiliriz? Cuntacılar darbe yapmayı başarmış olsaydı bizim çıkarımıza olacağını nasıl soyleyebilirdik? Cuntacı bir general yerine yüzü gözü dağıtılan AKP’li bir parlamenter olsaydı AKP yerine egemenlik savaşı verenin asker olduğunu bilmeyecek miydik ve kim olursa olsun egemenlik alanını ve kudretini öteki tarafa gösteren muzaffer taraf karşısında bu insanlık dışı haller yüreğimizi parçalamayacak mıydı? Her kim egemen olursa olsun düşmanın düşmana ettiği bizi hiç mi ilgilendirmeyecekti? Haydi bu kadar duygusal olmayalım ve gerçek bir hukukçu gibi konuşalım; her kim ne suç işlemiş olursa olsun işkence kabul edilemez demeyecek miydik?

Elbette diyecektik ya da dememiz, diyebilmemiz gerekirdi.

1960 darbesinden sonra askeri yönetim bir belgesel yaptı, adı “Düşükler”di. Dönemin Adnan Menderes başkanlığındaki hükumet üyelerinin en aciz halleri belgesel boyunca göze sokuldu. Dış ses sürekli aşağıladı dönemin iktidarını. O da seçilmişti, o da halkın oyuyla gelmişti. Ama hiç Türkiye’de yaşamamış olan biri bu belgeseli izlemiş olsa Adnan Menderes’in değil seçilmiş iktidar, bir canavar olduğunu düşünür.

Sonrasında şu oldu : Daha özgürlükçü bir Anayasa… Hatta o kadar güzel bir anayasaydı ki yıllarca darbe tarihi Anayasa Bayramı olarak kutlandı. Belki de o tarihlerde “darbe” mefhumu henüz dillere yerleşmemiş, literatüre geçmemişti. Ve darbeci general tıpkı Kenan Evren gibi fraklarla boy gösteriyor hala zihinlerimizde. En azından kendi adıma Cemal Gürsel’i böyle hatırlıyorum. Ve denir ki, 1961 Anayasası demokrattır. Öyledir de, inkar edilemez. Ama darbe ürünü olduğu da inkar edilemez. Peki bu durumda şunu soralım: 15 Temmuz cuntacıları darbe girişimini başarıyla sonlandırıp 1982 Anayasasından daha demokratik bir anayasa yapmayı başarsaydı yaptığı darbeyi unutacak mıydık yoksa “darbe anayasası” diye kabul mü edecektik? Çünkü o özgürlükçü dediğimiz 1961 Anayasası seçilmiş bir hükumete ve “Düşükler” diye adlandırılan bir iktidara karşı yapılmıştı.

Bütün bu kafa karışıklığımızın nedeni ne yazık ki hala askerin siyasi bir aktör olması ve siyaseti büyük ölçüde şekillendiren ya da şekillendirmeye çalışan bir fail olarak görmeyi hala kabul etmememiz olabilir mi? Darbe kotarıldığında siyaset cuntacıların yörüngesine girmez mi ve kalan her şeyin zemini cuntanın yarattığı bu siyasi zemin değil midir? Darbe gerçekten de seyrinde giden bir siyasi mücadelede hiç istenmeyen bir gedik, zaman zaman kanayan bir yara mıdır yoksa o seyrin bir parçası mıdır?

Devlet, “devlet aklı”yla çalışır. Bu devlet aklı da “normal şartlar altında” yasalarla işler. Ancak yasaların -her gücün/siyasi aktörün anlaşıyışına ya da algısına göre- “devletin selameti” için artık çalışmadığı, yetersiz olduğu özel ya da olağanüstü durumlarda bu yasalar işlerliğini kaybeder ve devleti korumanın zarureti bu amaç için ne yapılması gerekiyorsa onun yapılmasını emreder. Foucault’ya göre “Devlet aklı yasalar uyarınca ‘komuta etmemelidir’, yeri geldiğinde yasalara ‘komuta etmelidir’”. Bu devlet aklına göre de darbe, yasa üstü bir durum olarak “devletin selameti” amacını güden devlet aklına uygundur. Yine darbenin engellenmesinden sonra iktidarın gösterdiği tavrın da devlet aklıyla uyum içinde çalıştığını görürüz. Olağanüstü hal ilanı başka bir tartışma konusu olmak ve olağanüstü halin kurallarına dahi dahil olmamak üzere, iktidar devlet aklına uygun bir biçimde ve yine “devletin selameti” için yasalar üstü bir konuma geçerek ya da yasalara “komuta ederek” örneğin işkence uygulayabilir ya da bir kişinin dini gereği yapılması gereken defin işlemini yasaklayabilir. İşte bu halde de darbenin kendisi ya da iktidarın buna karşı koyma şekli adil ya da yasal hiçbir rasyonellik taşımasa da, devlet aklının kendi içindeki rasyonelliği “devletin selameti” için devreye girer. Dolayısıyla devlet aklıyla ortaya çıkan her durum,olay ya da oluş istesek de istemesek de siyasetin bir parçasıdır.

Bir filler tepişmesinin ortasında kaldığımız muhakkak. Türkiye her zaman o fillerin arenası oldu. Hangisi büyük hangisi küçük ayrı mesele ama altlarında ezilen çimenin halk olduğu kesin. Uzun zamandır siyaset yapmanın çok önemli koşullarının zaten ortadan kalkmış olduğu, en sonunda da başarısız bir darbe girişiminin tepesine balyoz gibi inen AKP iktidarının gözünü karattığı bu son halde siyaseten söz söylemenin neredeyse imkansız olduğunu anlamak zor değil. Çoğulcu, müzakereci, iknaya dayanan bir demokrasi anlayışı yanında başka her türlü siyasi mücadelenin yolu kapalı gibi görünüyor. Geldiğimiz noktada iktidarı işkence yasağı, yaşam hakkı vs gibi asgari insan haklarının gereğini yapmaya çağırmak bile siyaseten ne kadar geri bir noktaya düştüğümüzü de açıkça gösteriyor. Sıfır noktasında olduğumuzu kabul etmek zor elbette ve bu sıfır noktasından yeniden ve yeniden başlayabilmek. Ama gerçekten de hiçbir iktidar hiçbir zaman herkese karşı muktedir olamaz. Bu her zaman böyledir.

KAYNAK: HUKUK POLİTİK