Bazı alanlarda o alana tamamen yabancı birine konuyu anlatmak gerçekten zor olabilir. Örneğin bir hekim ölen hastanın, ölümü hiç beklemeyen yakınlarına onlarca semptomdan söz edip bunların arasındaki ilişkiyi ve nihayet ölümün nasıl gerçekleştiğini ayrıntılarıyla ifade ettiği halde boş gözlerle karşılaşabilir. Bütün çabasına rağmen karşısındaki için hastanın ölümü hala bir muamma olmaya devam eder. Bu kargaşadan ve ölümü anlamaya çalışmaktan yorulan acılı insan da sonunda tüm suçu hekime yükleyerek belki biraz olsun rahatlar. Belki artık hekim de alışmıştır buna; arkasından edilen sitemleri duymazlıktan gelip hala yaşayan hastalara yöneltir tıbbi becerisini. Bir süre sonra hasta yakınının feryat figan ve öfkesinin şiddetiyle zıt halde hissiz bir teknokrata da dönüşebilir. Anlaşılmazlık, algılanamazlık sonunda bütün iletişimi ya da uzlaşımı yok etmiş olabilir çünkü.

Ama hukuk öyle değildir. Bir devlete tabiyseniz, “modern” bir devletin vatandaşıysanız içinizdeki adalet duygusunun tam anlamıyla ya da belki de hiçbir şekilde tatmin olmadığını bilseniz dahi gündelik yaşamı yöneten ya da en azından gündelik yaşamı yaşamaya izin veren bir kurallar/yasalar/normlar silsilesinin var olduğunu bilirsiniz. Halihazır sistemde yasalarla hukuk, hukukla adalet, adaletle yasa bire bir hiçbir zaman çakışmaz elbette ama en azından biri sizi öldürmeye kalkarsa başka birilerinin kolundan tutup onu götüreceğini ve daha başka birilerinin sizin adınıza değilse bile “devlet” adına, “hukuk” adına ondan hesap soracağını bilirsiniz. Vergi ödemenin asgari şartıdır yaşam hakkı. Tanrı ile kulun, despotla tebaanın, modern devletle vatandaşın yaptığı sözleşmenin en esaslı maddesidir bu hak.

Herkes adalet peşinde koşmaz; zaten koşmuş olsa belki de “eşitlik” adı altında modern bireye yutturulan “değer”in yerine değerli olanı, adaleti koyabilirdik; ama halihazırda böyle bir lüksümüz yok. O nedenle de hiç olmazsa herkesin, önünde eşit kabul edildiği ve genel olarak “ölmememizi sağlayan” yasalardan başka bizi koruyan aşkın bir kudret de ne yazık ki yok. Ama yine de şanslı sayılabiliriz çünkü bir hukukçu olarak karmaşık semptomlarla ve onun yol açtığı nedenlerle uğraşmak zorunda değiliz. Önümüzdeki yasaya göre hareket eder, önümüzdeki yasaya göre bilgilendirir, önümüzdeki yasaya göre neyin ne olacağını söyleriz. Yasa semptom gibi durduğu yerde duramayan her an başka etkilerle değişen ve değiştiren hareketli bir kavram değildir çünkü, sonsuza kadar olmasa dahi belli bir süre durağandır. Kiminin derdine deva olur kiminin olmaz, kimini kurtarır kimini kurtarmaz; ama “normal şartlar altında” sabittir ve hukukçu da bu sabit yasa üzerinden öyle der, şöyle der, böyle der. Sonuç olarak ne dediği belli ve uyulması mutlak bir yasa üzerinden konuşur.

Peki o yasalar da elimizden alındığında ne olur? Canhıraş bir halde soluk soluğa büromuza gelen bir kişiye elimizde değil hukuk, adalet, yasa dahi yoksa semptomlardan mı söz edeceğiz? Ya da kimse kapımızı çalmasa bile o yasalar elimizden alındığında yasadan söz etmenin bir anlamı olabilir mi? Yasa bile yoksa artık, başka bir deyişle o yasalar uygulanmıyorsa “hukuk” adına konuşmanın nasıl ve kime ne yararı dokunabilir?

Yine de enseyi karartmayıp her sözün bir kıymeti, her hukuk dışılığın hukuksal bir cevabı olduğunu düşünürsek bir şeyler söyleyebiliriz elbette. Hatta yasal bir karşılık bile bulabiliriz o hukuksallığa. Örneğin; “olağanüstü hal tedbirleri olağanüstü halin gerektirdiği ve tehlikeyi savuşturacak ölçüde olmalıdır” demek mümkün.

Ardından da şöyle cümleler kurabiliriz:

Yapılan resmi açıklamalara göre olağanüstü hal, 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında, bu darbe girişimini gerçekleştirdiği iddia edilen Fethullah Gülen Cemaati’nin oluşturduğu düşünülen tehlikenin savuşturulması için ilan edilmiştir. Darbe girişimi Fethullah Gülen Cemaati tarafından yapılmıştır ve olağanüstü hal ilanı da yeniden böyle bir tehlikenin meydana gelmemesi için alınan bir tedbirdir.

Bu durumda “darbe tehlikesini önlemek” amacıyla alındığı iddia edilen ve olağanüstü hal kapsamında binlerce insanın “darbeci ya da potansiyel darbeci ya da sadece potansiyel bilmem ne” olarak aynı havuza atılması başka bir tartışma konusu olmakla birlikte “olağanüstü hal” söz konusu darbe girişimi ve olası girişimleri önlemek amacıyla ilan edildi ise örneğin DBP’li belediyeler bu “hal” kapsamına nasıl sokulur? DBP’li belediyelerin Fethullah Gülen Cemaati’yle ve/veya bu cemaatin yaptığı/yapacağı iddia edilen darbe/darbe girşimleriyle nasıl bir ilgisi olabilir? Darbe girişimiyle uzaktan yakından ilgisi olmayan “uzak” belediyeler nasıl olur da darbe tehlikesini savuşturmaya yönelik olarak çıkarılan KHK’lerin konusu olabilir?

Yasadan medet ummaya devam edelim:

İyi ki bir “Belediyeler Kanunu” muz var. En azından yerel yönetimlerin de merkezi yönetimden özerk bazı yetkileri olduğunu , merkezi idare dışında “seçilmiş”lere de bazı konularda söz hakkı verildiğini biliyoruz. Belediye organları, organların görevleri, bütçe, mali konular vs güzel güzel yazılmış, düzenlenmiş. O kadar güzel düzenlenmiş ki bir belediye başkanının, başkan vekilinin ya da meclis üyesinin bir suç işlemesi durumunda görevden uzaklaştırılması ya da görevinin sona ermesi halinde uygulanacak prosedür de ayrıntılı olarak yazılmış.

Elbette devletimizin bekasını koruyan ve çok daha merkeziyetçi ve öyle olduğu için çok daha “geçerli ve değerli” başka kanunlarımız da var. Türk Ceza Kanunu ve Ceza Muhakemeleri Kanunu gibi. Bu kanunlarda da suç işleyen birinin, somut olayda belediye başkanının nasıl soruşturulacağı, nasıl kovuşturulacağı ve nasıl cezalandırılacağı yazılmış. Örneğin “terör örgütü” ne maddi destek sağlayan bir belediye başkanı varsa bu suçun işlendiği iddiasının hangi delillerle nasıl kanıtlanacağı, kanıtlanmasa dahi kuvvetli şüphe uyandıracak delillerin var olup olmadığının incelenmesi gibi hususlar da ayrıntılı olarak ifade edilmiş.

Kısaca bir belediye başkanının bir örgüte destek sağladığı iddia ediliyorsa bu hususun maddi delillerle desteklenmesi, delillerin kuvvetli olması halinde görevden uzaklaştırılması ve belediye başkanının ya da başka bir görevlinin bu koşullarla görevden uzaklaştırılması halinde devam eden yargılama boyunca kendisini temsil edecek kişinin hangi usullerle seçileceği konusunda Türk Ceza Kanunu, Ceza Muhakemeleri Kanunu, Belediyeler Kanunu’da gayet açık hükümler var. Bir belediye başkanının makam aracının bir örgütün bombalama eyleminde kullanıldığı iddia ediliyorsa uygulanacak yasalar bir navigasyon cihazı gibi yetkililerin emrine amade.

Elbette o yetkililerin kaybolmayı göze alıp yol sormayı gururuna yediremeyen şaşkınlar kadar masum olmadığını bilmemize rağmen, yasa denilen bir mefhumun hala varlığından söz ediyorsak o yetkililere bir belediye başkanının bir örgüte sağladığı desteğin kanıtlarını, bu kanıtlar ışığında o belediye başkanına uygulanacak geçici yaptırımı, suçunun kanıtlanması halinde verilecek hükmün suça ve cezaya uygunluğunu, belediye başkanının bu süreç içinde görevi başında olmamasından dolayı alınacak tedbirleri ve bu tedbirlerin yasalara uygunluğunu sormaya hakkımız olmalıdır. Bir belediye başkanını karga tulumba göz altına alıp arkasından da bir bürokratın onun yerine kayyım olarak görevlendirilmesini izlerken arada olup bitenlere dair bir bilgimiz yok ise de -gizlilik prosedürlerinin yasal uygulamaları kapsamında- hiç olmazsa adaletin değilse bile yasanın işlediğine dair bir güven duygumuzun olması elzemdir. Özellikle “terör”, örgüte destek, görevden uzaklaştırma vs suçlamalarla olağanüstü hali gerektirdiği iddia edilen tehlikeler (darbe tehlikesi, Gülen Cemaati) arasında nasıl bir nedensellik bağı olduğunu sormak ve bu sorunun yanıtını aramak da başka bir gerekliliktir.

Dr. Monrou’nun Adası filminde doktorun hayvandan insana evriltmeye çalıştığı hayvansı insansılara sık sık sorardı Monrou; ne kadar insan olup olmadıklarını böyle anlıyordu. “Yasa neyi emreder?” Hep bir ağızdan cevap verirlerdi onlar da. “Yasa……. emreder”. O hayvansılar henüz tam olarak insan olmamış olsalar bile yasa bir gereklilik olarak şimdiden varlığını gösteriyordu. Biz de söyleyip duralım yine; “yasa şunu şunu, bunu, onu emreder”. İnanmasak bile biz hukukçulardan medet umanlara hala o yasalar varmış ve kanun kitapları içinde mutlu mesut yaşıyorlarmış ve faydalı olacağı mağdurları bekliyormuş gibi yapalım. Ama o mağdurlar karşımıza geldiğinde ve ağzımızdan dökülen yasa maddelerinin uygulanacağına inanmayıp hukuka, adalete, yasaya ve bize karşı müstehzi bir şekilde gülümsediğinde söyleyecek başka bir şeyimiz ya da bir B planımız var mı? Hayır. Büyük ihtimalle bir daha görüşmemek üzerine kendisini uğurlayıp kendimizle başbaşa kaldığımızda ona söyleyemediğimiz şeyleri düşünebiliriz sadece. Derdine çare arayan bir mağdurun sizinle oturup hukuk ya da yasa dışında konuşacak zamanı yoktur çünkü.

Türkiye Cumhuriyeti devletinin onlarca yıldır süren iç savaşta direnen Kürt halkını yok etmenin binbir çaresine başvurduğunu; yok sayma, yok saymamakla birlikte asimilasyon, asimilasyonun tutmadığı yerde imhaya giriştiğini biliyoruz. Devletin bu savaşta sadece bombaları, tankları, tüfekleri değil hukuku da bir silah olarak kullandığını biliyoruz. Ara sıra sağduyuya kavuşarak çözüm sürecine girdiği, tüm bu politikaların yanlışlığını açıkça teslim etmese dahi bu şiddet politikalarını uygulamaktan vazgeçtiği ve daha adilane ve insani bir yol tercih ettiği halde dönüp dolaşıp aynı şiddet yoluna girmesi de gerçekten aklın, mantığın sınırlarını zorluyor. Türkiye halkını bir nebze de olsa iktidarın despotluğundan kurtaracak evrensel ilkeler dağıtılırken orada olmayan darbe ürünü ve faşizan bir Anayasanın, “çağdaş, laik,modern” ve ne yazık ki hala güncel olan o Anayasa’nın, temel hak ve özgürlükleri birer aperatif, “kamu güvenliği, kamu düzeni, genel ahlak…gerektiği yerde…gereken her türlü tedbir…kanunla düzenlenir” vs şeklinde bablarca, fıkralarca, paragraflarca anlatılan devlet sopasını da ana yemek olarak sunduğu da ortada. Evin içinde özgürce dolaşabildiğiniz ama salondaki alelade bir vazoyu kırdığınızda iki ay odanızdan çıkamadığınız bir özgürlük manifestosu adeta. Böyle faşizan bir Anayasa’nın kendi gibi faşizan yasalara yol vermesi de kimse için şaşırtıcı olmasa gerek. Aksi takdirde kendisini inkar etmiş olurdu.

Olağanüstü halin ürünü KHK’lerin dayanağının bu Anayasa olduğu şüphesiz. Yasal olmayan ama yasaya dayanan bir haldir bu; tüm olağanüstü hal yasaları ya da yasa benzerleri gibi. Diğer yasalar da usulüne uygundur. Zaten yasa dediğiniz şey metamatiksel bir çoğunluk işidir; başka bir şey gerekmez. Hesabı tutturursanız yasayı da çıkarırsınız. Bir tek sorun kalır karşınızda; o da o yasanın meşruluğu. Somut durumda somut olayda ise bu soru(n)un tek bir karşılığı vardır: 1982 Anayasası ne kadar meşru ise ona dayanan yasa da o kadar meşrudur. Anayasa dışında bir güce başvurmak isterseniz o da ancak Tanrı olabilir. Çünkü AİHM kafası karışık bir ergen gibi davranabilir; ne yapacağı belli olmaz.

Yine ve yine belki de bir umut var mıdır? Örneğin yukarıda sıraladığımız hiçbir yasal prosedürü yerine getirmeyen, yasal olmayan ama yasal olan olağanüstü hali sınırsızca sündürüp amacı dışına çıkararak, seçimi/seçilmiş olmayı her şeyin üstünde tuttuğu ve “milli irade, milli irade” diye bağırdığı halde DBP’li “seçilmiş” belediyeleri de o sonuna kadar sündürdüğü olağanüstü halin içine tıkıştıran iktidarın bu “kanunsuzluğuna” verilecek hiçbir yanıt yok mudur? “Ana yemek istemiyorum, yalnızca aperatif lütfen” diyen bir yargı örneğin? O faşizan Anayasa’nın tüm o uzun paragraflarını es geçip de o kısa cümleleri, temel hak ve özgürlükleri birer aforizma misali kendine esas alan bir yargı gerçekten de yok mudur?

Bir kaç yargıç vardır elbette. Değeri anlaşılamamış sanatçılar gibi bir gün yaptıklarına değer biçileceğini düşünüyor olabilirler. Ama ne yazık ki yargının sanatla ilgisi bir bisikletin fille ilgisi kadardır. Onlar sadece yargıçlık görevinin gereğinin adalet, hiç olmazsa hukuk, hukuk devleti olduğunu düşünerek karar veriyorlar, sayıları çok az da olsa. Ama o kadar azlar ki; soyları neredeyse tükenmek üzere.

Biz de oturmuş soyu tükenmekte olan o şeye – yargı mı desek, hukuk mu desek- bakıyoruz. Diğerleri çoktan başka cinslerle hasbihal olmuş, evrim geçirmiş; yargı yürütmeyle bir olmuş başka bir şeye dönüşmüş. Adına otoriterlik, totalitarizm, plebisiter demokrasi filan diyoruz. Zaten artık onlarla hiçbir iletişim de kuramıyoruz. Yargı biz “burjuva parlamenter” sistemcilerini yoksul bir aile gibi terkedip iktidarın yanına koştu. Elimizde kala kala o bir kaç “hukukçu” yargıç kaldı.

Soyu tükenen bir şeye yatırım yapmak akıllıca değil. Belki de gerçekten çıkarımıza olacak başka mecralar bulmalıyız. Belki de hukuktan tamamen vazgeçip amacımıza, daha çalışır durumda bir yargı mekanizmasına – ya da artık ütopyamız her neyse ona- başka yollarla ulaşmaya çalışmalıyız. Ama hukuku gayet elverişli bir silah olarak kullanan iktidara karşı soyu tükenen o mekanizmayı gerçekten canlandırıp hukuk içinden ve üzerinden mücadele etmek de mümkün elbette. Hangi yolu seçmeliyiz? Örneğin somut olayda “Ohal kapsamına DBP’li belediyeleri sokamazsın. Bir suç varsa prosedürü, yolu yordamı bellidir. Buna göre hareket etmek zorundasın. İşte Anayasa, işte Türk Ceza Kanunu, işte Ceza Muhakemeleri Kanunu, işte Belediyeler Kanunu!” diye bangır bangır bağırmalı mıyız, buradan bir yol alabilir miyiz, yoksa başka somut durumlarda da karşımıza çıkacağı üzere hukuk dışından konuşup iktidarı hukukun içine çekinceye kadar başka bir direniş yolu mu seçmeliyiz? Hangi yol bizi hiç olmazsa bir “hukuk devleti”ne yaklaştırabilir?

Kayyıma karşı yargıç mı, yargıç değilse kim? Her nasıl olacaksa olsun o kayyım orada. Peki o kayyım devletin ve iktidarın bir sembolü olarak “modern bir anayasal devlette” Demokles’in kılıcı gibi tepemizde durmaya devam edecek mi? O kılıcın tepesinde sallandığı zatın bizzat kayyımın kendisi olması mümkün değil mi?

KAYNAK: HUKUK POLİTİK