Seçim dönemleri konuşmaların, tartışmaların, dedikoduların, görüşmelerin, dargınlıkların, küslüklerin, ayrılıkların, ittifakların arttığı; yenilerinin ortaya çıktığı dönemlerdir. Söz söylemek kaçınılmaz olur, bazen söz söylemenin büyüsü adayları da destekçilerini de o kadar sarar ki, kendilerini birden hiç konuşmadıkları konular hakkında konuşur bulurlar. Fakat bir yerden sonra artık ezberler, tekrarlar girer devreye. Bu kez sözün büyüsü kaçar.

On yılı aşkın bir süredir avukatlık mesleği üzerine çalışıyorum. Baro seçim süreçlerini hep uzaktan izledim. Grupları, kişileri; kullandıkları dili, söylemi anlamaya çalıştım. Tahminler yürüttüm; bazısı tuttu, bazısı tutmadı. Hatırlayabildiğim kadarıyla bu kadar sessiz sedasız ilerleyen, ezbere bile olsa söz söylenmeyen, bu kadar iddiasız, bu kadar bir-kaç grubun, kliğin veya kişinin şahsi ittifakları üzerinden tartışılıp değerlendirilen bir seçim sürecine hiç tanıklık etmemiştim. Belki de yanılıyorumdur.

İstedim ki, iddiasız olduğunu düşündüğüm bir baro seçimleri sürecinde nasıl bir atmosferde olduğumuzu bir kez daha hatırlayalım. Bu yazı bunun için yazıldı.

Son bir-iki yıldır, olmaz denilen her şeyin olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Sosyal paylaşım sitelerinde gençler, bir sonraki aşamanın uzaylı istilası olduğunu yazıyorlar; geri kalan her şey yaşandı anlamında. Ülkenin her yerinde patlayan bombalar, çatışmalar, ölen yurttaşlar… Yalnızca başkentte son bir yılda üç büyük bomba patladı. Savaşın eşiğindeyiz. Belki de içindeyiz; tam olarak bilemiyoruz. Ama bunlar ne ki, bunları bile unutturacak şeyler yaşandı. Ülkenin meclisi, ülkenin ordusunun uçakları tarafından bombalandı. Darbe girişimi yaşandı. Önlendi. Ülkenin tamamında olağanüstü hal ilan edildi. Hasılı, son bir yılda, belki de, ülke tarihi boyunca tanık olunanların hepsini aşan şiddet olayları ve insan hakları ihlalleri ile karşı karşıya kaldık. Daha şimdiden bu ihlallere ilişkin tazminatların ödenemeyebileceği konuşuluyor. Genel milli birlik-bütünlük korosuna katılmak dışında barolardan anlamlı bir söz yok.

Bunların hukuk, yargı, adalet alanına yansımalarına da tanıklık ediyoruz. Bunca insan hakları ihlali karşısında cezasızlık olgusu son yıllara damga vuran başlıklardan biri haline gelmişti zaten. Hak ihlalleri artan yoğunlukta devam ederken, ihlaller konusunda caydırıcı olabilecek etkin bir cezalandırma mekanizmasının oluşturulabildiği söylenemez. Aksine, hak ihlallerinin siyasal ve sosyal taltif gördüğü, uyarı yapanların bir başka ihlalin mağduru olduklarını, bu uyarıların dile getirildiği haber organlarının engellendiğini, ifade özgürlüğünün hiçe sayıldığını biliyoruz, görüyoruz. Genel milli birlik-bütünlük korosuna katılmak dışında barolardan anlamlı bir ses yok.

Geçen Temmuz ayı sonundan itibaren ülke OHAL Kanun Hükmünde Kararnameleri ile yönetiliyor. Darbe girişimcilerinin bombaladıkları meclis, darbeyi bastıranlar tarafından bypass edilmiş durumda. Çıkarılan kararnameler öncelikle savunma ve adil yargılanma haklarını hedef alıyor. Öyle düzenlemeler söz konusu ki, avukatlık ve savunma mesleği anlamını yitiriyor. Meslektaşlara müvekkilleriyle görüşmeleri konusunda getirilen sınırlamalar, doğrudan tacize varan sataşmalar, otuz gün göz altı süresi, soruşturma yürütülmeksizin mesleklerinden edilenler… Söz konusu KHK’lar konusunda sağdan soldan cılız itirazlar geliyor. O kadar. Barolardan, değil anlamlı, hiç seda yok.

Avukatlık mesleği hiç olmadığı kadar yoğun saldırı altında.

Henüz düşman ceza hukuku üzerine doğru dürüst tartışamamışken, “düşman idare hukuku” uygulaması gündemimize giriyor. Avukatlar da bu durumda düşmanın vekilleri oluyor. Politik ve toplumsal davalara bakan avukatlar, meslektaşları ve meslek örgütleri tarafından korunmuyor.

Hangi hukuk alanında faaliyet yürütüyor olursa olsun, avukatların mesleklerine olan inançları kayboluyor. Avukatlar kendilerini uzunca bir süredir adaletle ilişkili görmüyorlar. İşe yaramaktan ziyade iş gördüklerini düşünüyorlar. Hatta düşünmüyorlar. İş görüyorlar. Aralarında maddi anlamda tatmin olanları da var elbette. Zaten meslekte dönüşüme sebep olan gelişmelerin altında bu “sektörün” “kâr” edilebilir bir alan olması yatıyor. Ne var ki, mesleğin hak savunuculuğu kısmına ilişkin barolardan ses gelmezken, dönüşümüne ilişkin olarak da meslektaşların hepsini kapsayabilecek nitelikli bir tartışma yürütülemiyor. Seçim dönemlerinde gündeme gelen on binlerce “genç avukat”, seçim dönemi dışında kalan iki yıla yakın süreyi, meslektaşları “için” ücretli çalışarak geçiriyor. Bu avukatlar barolarda neredeyse hiç temsil edilmiyor. Avukatlık mesleği, belki diğer hiç bir meslekte görülmeyecek derecede ölçüsüz farklılıklarla bölünmüştür. Bundan altı-yedi yıl önce İstanbul Barosuna kayıtlı avukatlara yönelik olarak gerçekleştirdiğimiz araştırmada en genci 22 en yaşlısı 87 olan bir kitle ile karşı karşıya olduğumuzu görmüştük. O günün koşullarında araştırmaya dahil edilen avukatların yaş ortalaması 38 idi. Her yıl yaklaşık yirmi bin yeni mezunun dahil olduğu bu meslekte o günkü araştırmadan bugüne gelene kadar yaş ortalamasının 30’a doğru gerilediğini tahmin etmek zor değil. Yalnızca yaş da değil; bir yanda vergi rekortmeni çıkaran, öte yanda iki-üç kişi ancak “bekar odalarında” kalabilecek kadar ücret kazananların çalıştığı bir meslekten söz ediyoruz. Sekreter veya katip olmaksızın tek göz büroda yalnız da çalışılan, doksan avukatla Taylorist üretim de yapılan bir meslek bu. Genel geçer kısmi avukatlık güzellemeleri, bir kaç hukukun üstünlüğü lafından başka, meslek üzerine, geleceği üzerine bile konuşulamayan bir seçim bu.

Öyleyse neyin seçimi? Kişiler? Gruplar? Makamlar? Demokrasi? Milli irade? Lâiklik? Milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günler? Rant? Terör?

Özdemir Asaf o harikulade şiirinde söylüyor ya: “geleceğim, bekle dedi, gitti/ ben beklemedim,/ o da gelmedi/ ölüm gibi birşey oldu./ ama kimse ölmedi”. Öyle anlaşılıyor ki, barolarda seçim gibi bir şey olacak ama bir şey seçilmeyecek.

KAYNAK: HUKUK POLİTİK