Birazdan okuyacağınız makalenin yayımlanma tarihi 1901. Başına gelenler, yaşadığımız coğrafyada iktidarların ifade özgürlüğüne tahammülsüzlüklerinin değişmezliğini göstermesi açısından trajik bir hale işaret ediyor. Her ne kadar makalenin yazarı silah zoruyla bir alana kapatılmamış olsa da iktidarın yaptığı müdahale bir yayının ve düşünsel akımın sonu oldu.

“Edebiyat ve Hukuk” başlıklı bu makale Edebiyat-ı Cedide topluluğunun temel yayın organı olan Türkiye’nin en eski dergilerinden biri olan Servet-i Fünun dergisinin 553. sayısında Hüseyin Cahit (Yalçın) imzası ile yayımlandı. Sonrasında makalede hiç yer almayan ve kastedilmeyen düşünceler Saray’a bildirildi, padişah II. Abdülhamit de derginin kapatılarak sorumluların sürgüne gönderilmesini istedi. Her ne kadar sorgulamalar neticesinde jurnalin asılsız olduğu anlaşılmış olmasına rağmen topluluğun dağılması ve derginin yayın hayatının son bulması engellenmedi. Dergide yazının başlığı altına bir dipnot konularak sadece “Fransızcadan” ibaresi yazılmış, yazının kaynağı belirtilmemiş. Ersoy Topuzkanamış’ın Hukuk Kuramı (http://www.hukukkurami.net) dergisinde yayımlanmış konuya ilişkin makalesi ile haberdar olduğumuz Hüseyin Cahit imzalı “Edebiyat ve Hukuk” başlıklı bu güzel yazıyı yine Topuzkanamış’ın makalesi ekinde yer alan günümüz Türkçesine çevrilmiş hali ile okurlarımızın ilgisine sunuyoruz.

Edebiyat ve hukuk aynı zamanda aynı gelişim aşamalarından geçer. Söz gelimi edebiyatta Gerçekçilik (Realizm) akımının hüküm sürdüğü bir dönemde hukuk kuramlarında da aynı eğilim görülür. Bu uygunluk ve ilişkiyi destekleyen bir örnek olarak Fransa’da 1850-1885 seneleri arasında geçen süre gösterilebilir. Bu otuz beş yıllık zaman boyunca Fransız edebiyatında Realizm, Naturalizm isimleriyle anılan akımlar, güzeli hakikate, sanatı bilime tâbi kılmaya çalışıyorlardı. Romanlardan kişilik kalkarak bunlar bir belgeler toplamı hâline geliyor, tiyatrolardaki kurgusal ve kuramsal birtakım kurallar bırakılarak bir eser sahneye konulacağı zaman mümkün olduğu kadar hakikate yaklaşılıyor; tarih, çok titiz araştırmalar içinde uzmanlaşmaya dalıyor; eleştiri mümkün olduğu derecede analitik, bilimsel olmaya çalışarak imkânı ölçüsünde tarafsızlığını koruyor; şiir bile bilimden, günlük hayattan ilham alıyordu.

İşte bu zaman zarfında hukuk maddelerinde hâkim olan görüşlere bakılacak olursa orada da hayalî amaca hiç önem verilmeyip bunun küçümsendiği ve hor görüldüğü anlaşılır. Gerçekten de bu esnada başka hukuk görüşleri de vardı. Zaten her vakit, her yerde düşünceler çeşitlidir. Bir kısım halk geçmişe bağlı kaldıkları hâlde bir kısmı geleceğe doğru koşarlar. Fakat her zaman bu diğeriyle çarpışan kişisel düşünceler sonucunda bir akım oluşur ki ters akımlara, anaforlara rağmen düşünürlerin çoğunu ve düşünmek zahmetine katlanmadan başkalarının düşünmelerinin sonuçlarını hazırca kabul edenleri belli bir yöne doğru sürükler. İşte Fransa’da 1850-1885 seneleri arasında hukuk kuramlarının akımı da herkesi hayalî amacı küçümsemeye yöneltiyordu. Uluslararası “kuvvet hakkı” esasına riayet ediliyordu. Hayat mücadelesi kuramını bu şekilde yanlış yorumlayanlara karşı Voltaire’in önceden cevap vermiş olduğu söylenerek “Felsefe Sözlüğü”nde “savaş” maddesinde yazdığı şu satırlar tekrar edildi: “Bütün hayvanlar sürekli bir savaş hâli içindedirler. Her cins hayvan diğer cinsi mahvetmek için doğmuştur. Hatta koyunlar, güvercinler bile birçok küçük hayvanı öldürürler, aynı bir türün erkekleri dişileri için erkek insanlar gibi aralarında kavga ederler. Hava, toprak, su birer savaş meydanıdır. Allah insanları akıl ile ayrıcalıklı hâle getirdiği bu akıl onları hayvanları taklitten çekinmeye yöneltmelidir. Özellikle tabiat insanlara hemcinslerini telef edecek bir silah vermediği gibi kan içmekten zevk alacak bir içgüdü de vermemiştir.”

İnsanlığın hareket tarzını kurtların, yabani, vahşi hayvanların hareket tarzına benzetmeye çalışanlara karşı itiraz eden bu hayalî amaç meftunları ne alaylara maruz kalmadılar! Onlara hayalperest diyerek eğlendiler.

Hatta Avrupa’da değil yalnız hükûmetler arasında, bir hükûmetin fertleri arasında da hak ve adalet endişesi, tarihî olaya karşı riayet ve sükût etmek gerekliliğine feda edildi. Bir toplum bir organizmaya benzetiliyordu. Bu organizma büyük bir ağaç gibi kendi kendiliğinden yetişir deniliyordu. Dolayısıyla yenilik yapılması fikriyle bu yetişmeye müdahale etmek, doğal gelişmeyi bozar diye faydasız hatta zararlı sayıldığından, insani ilişkilerde sahte bir hakkaniyet aramaktan, genel konularda birtakım yüce ve soyut kurallara uygun hareket etmeye çalışmaktan ise millet menfaatini günü gününe yoluna koymak yeterli sanılırdı.

Hippolyte Taine bir kavmin kazanabileceği toplumsal şeklin kendisinin seçim ve arzusunun üstünde olduğunu, o kavmin tabiatı ile geçmişi neyi gerektirirse eninde sonunda o şekle gireceğini iddia ederdi. Kısmen İngiltere’den, Almanya’dan ödünç alınan bu tarz realist anlayış neticesi olarak, insanlar hakikaten eşit değil iken bunlar arasında eşitlik esasını koymak isteyen Jean-Jacques Rousseau ile az mı alay edildi?

Doğal hukuk tarihin açıklanmasında ve analiz edilmesinde böyle küçümsendiği gibi bir toplumu şu durumda düzeltmek için sarf edilmek istenilen mesai de kınanıyordu. Renan, muhtelif ırklar, aynı ırka mensup muhtelif sınıflar, insanlar arasında eşitsizliği getirmenin akıllıca bir hareket olduğunu söyleyerek şu sözleri tereddütsüz yazıyordu: “Bütün bir sınıf halk diğerlerinin şan ve şerefi, kuvvet ve iktidarı ile yaşamalıdır.”

Sefalet her vakit var olduğu için hastalık ve ölüm gibi ebedî bir hâl diye düşünülürdü. Dolayısıyla Avrupa toplumunun o vakitki hâlleri karşısında istenen bir hayalî amaç düşünmek bir çılgınlık idi. En ciddi kitaplarda yer bulan bu kuram fiiliyatta da etkisini gösteriyordu.

İşte böyle edebiyat ile hukuk yalnız aynı etki altında aynı rengi kazanmakla kalmaz, birbirileri üzerinde de etkileşimde bulunur. Bazen hukuk, edebiyata konu hazırlar, edebiyat da buna karşılık bazı kanun maddelerini düzeltmeye çalışır.

Son zamanlarda idam cezası hakkında yazılan şeyler kadar bu etkiyi gösterecek güzel bir örnek yoktur. Joseph de Maistre idam cezasını bir toplum için elzem sayar. Bundan sonra idam cezasının gerekli olup olmadığı edebiyatçılar arasında bitip tükenmek bilmez şiddetli bir kalem kavgasına meydan açar. Suçlunun vücudunun ortadan kaldırılmasının faydalı ve meşru olup olmadığı sorulması gerekli görülerek merhamet ve adalet daha geniş bir şekilde anlaşılacak olursa idam cezasından vazgeçileceği ve darağacından dökülen kan damlalarının birer kötü niyet ve haksızlık tohumu olacağı iddia edilir. Bunun üzerine romanlarda, tiyatrolarda vahşi zamanlardan kalma bir âdet olan bu idam cezası aleyhinde türlü hücumlar görülür. Victor Hugo “Bir Mahkûmun Son Günü” adındaki eserinde ismi, hâli, hatta cinayeti bile meçhul bir mahkûm için okuyucuların kalbinde şefkat ve merhamet oluşturmak gibi bir başarıya erişmiştir. Bu mahkûm, yaşayan insanlar arasından çıkarılmış olması, yalnız giyotin ile idam edilmeye değil, kesilinceye kadar süren o yavaş can çekişmeye mahkûm edilmiş bulunması itibarıyla merhametimize layıktır. Victor Hugo ölünceye kadar bütün şiirlerinde, mektuplarında, her vakit bu fikri savunmakta devam etmiştir. Victor Hugo idam cezası aleyhindeki itirazlarında yalnız da kalmamıştır. Birçok yazar kendisinin tarafını tutarlardı. Aleyhinde bulunanlar da eksik değildi. İşte böylelikle yalnız idam cezası etrafında birçok edebî eser çiçeklendi.

Ceza kanunu gibi askerî kanun da yazarların yaratıcılıklarını harekete geçirmiştir. Fransa’da gayet önemsiz bir şey için bir neferi kurşuna dizerler. Önceki yüzyıl sonunda Mercier’den başlayarak Alfred de Vigny’ye varıncaya kadar birçok yazar Fransa askerî kanunlarının bazı maddeleri hakkında dikkati çektikleri gibi zamanımızda Lüsyen de Kav, Abel Hermant, Jean Grave, Jean Ajalbert gibi edebiyatçılar da askerî disiplin adı altında Avrupa ordularında reva görülen zulümden şikâyet etmişlerdir.

Medeni kanun de edebiyatın oldukça mühim alış verişi vardır. İşte on dokuzuncu yüzyılda boşanma meselesi. Fransa’da boşanma meselesi kanun koyucu tarafından arka arkaya birbirine zıt yollarla halledildiğinden edebiyat da bu kanun değişikliklerini üzüntüyle karşılamıştır.

Evlilik bağı parçalanamaz olursa eşler arasında uyuşmazlık görüldüğü zaman ortaya çıkan hâl de içinden çıkılmaz, üzücü, feci bir şey olur. Keza aynı olay birçok durumda birtakım komik olaylara da meydan açabilir. Fransız komedyalarında şanssız kocalar, açık hanımlar hakkında türlü türlü şakalar vardır. Dramlarda, romanlarda ise kadının sadakatten ayrılması, aile hayatına âşık şeklinde bir üçüncü kişinin dâhil olması üzerine meydana gelen feci olaylar ayrıntılarıyla anlatılmıştır. “Princesse de Cléves” romanında koca, kederinden vefat ederek eşiyle âşığını hayatında birbirlerinden ayırdığı gibi ölümünden sonra, ölümüyle de onları ayırır. “Nouvelle Héloïse”de kadın âşığının kolları arasına düşmek üzere iken vefat ederek kurtulur. George Sand’ın “Jacques” romanında koca, dünyada pek fazla olduğunu hissederek sessizce bir intihar ile ortadan kalkar. Bunlara birtakım düellolar, cinayetler, âşığını hançerleyerek namusunu kurtaran âşıklar, eşi ile âşığını öldüren kocalar, kocasını zehirleyerek kurtulan kadınlar da ilave olunacak olursa boşanmanın olmamasından dolayı ne kadar göz yaşı, ne kadar kan döküldüğü anlaşılır.

Dikkate değerdir ki ahlak ve âdetler daima kanunlardan ileride yürür ve çoğunlukla edebiyat da ahlak ve âdetlerden ileride gider. Evlilik, Fransa’da koparılamaz bir bağ olduğu sıralarda tiyatro yazarlarından, romancılardan birçoğu, birbirleriyle uyuşmadıkları hâlde boşanmanın yokluğundan dolayı birbirine ilelebet bağlı kalan biçarelere acırlar, onları isyana sevk ederlerdi. Zina bu edebiyatçıların kalemleri altında şairane bir şey, kınanmayacak bir hâl oldu. Çünkü bazı hâllerde âdeta mazur oluyordu. Göze alınan tehlikelerden dolayı buna bir azamet geliyor, eninde sonunda bir felakete neden olduğu için kalpleri merhamete getiriyordu. Hâsılı, o vakitler evlilik buhranının doğurduğu eserlerin birçoğu boşanma lehinde ya doğrudan doğruya ya dolaylı birer savunmadan ibarettir.

Fakat bir gün geldi ki 1789 yönetimiyle Fransa’da boşanma geldi, birinci Napolyon tarafından bizzat uygulandı, Restorasyon Dönemi’yle kaldırıldı ve nihayet yine uygulanmaya başladı. Medeni kanunda meydana gelen bu değişiklik edebiyatçıların edindikleri dil ve yolda da birtakım değişikliklere meydan açtı. Eşlerden her birinin, evlilik dayanılmaz bir hâle geldiği zaman nikâh akdini feshetme hakkı olmaları gereğinde en çok ısrar etmiş edebiyatçılardan biri olan Alexandre Dumas oğlu53 şu satırları yazıyordu: “Meclis boşanmayı kabul edecek olursa tiyatromuz birdenbire ve tamamıyla değişiverecektir. Moliére’in aldanmış kocaları, dramlarımızın şanssız hanımları sahneden kalkacaktır. Çünkü bu eserler nikâhın bozulamaz olması esası üzerine kurulur. Dolayısıyla boşanma kanunu ile edebiyatta yeni bir akım ortaya çıkacak ve bu da kanunun en iyi sonuçlarından birini oluşturacaktır. Artık bize zinayı dikkat çekici ve önemli bir hâl olmak üzere gösteriyor diye kınanamayacak. Çünkü boşanma var iken zinaya başvurmak ahlaksızlıktır. O hâlde bu konu dramlara değil, komedyalara ait olacaktır.

Alexandre Dumas oğlu’nun bu sözleri gerçekleştiği zaman birtakım yazarlar da Fransa’nın yeni boşanma kanunundaki bazı garipliklerden, mantıksızlıklardan rahatsız oldular. Söz gelimi Fransa’da kanuna göre, zina edenler birbiriyle evlenemezler, karı ile koca iki tarafın rızası ile nikâhı bozamazlar. İşte bu kısım yazarlarda boşanma kanununun bu gibi eksiklerini, garipliklerini konu edinerek fikirleri daha makul, daha serbest bir sonuca ulaştıracak yolda eserler yazmıştır. Buna örnek olarak Paul Hervieux’nun “Kıskaç”, Madame Marya Chéliga’nın “Görenek” tiyatrolarını zikredelim.

İşte medeni kanuna ait tek bir nokta etrafında birçok edebî eser yazılmış olduğu görülüyor. Diğer maddelerden dolayı yazılan eserler sayılacak olursa toplam pek yüksek bir miktara çıkar. Alexandre Dumas oğlu gibi bazı yazarlar yalnız ahlak ve çağdaş âdetleri değil kanunları bile değiştirmeyi ve düzeltmeyi kendilerine bir görev bilmişlerdi. Kadınların, gayrimeşru çocukların hâli, mirasa, mülk edinme hakkına ait esaslar romanlarda, tiyatrolarda defalarca tartışmaya açılmıştır. Sanat için sanat taraftarı olanlar güzelliğin faydaya, pratik bir sonuç getirmesi düşüncesine bağlı bulundurulmasını eleştirirler, bununla birlikte, yine birtakım yazarlar topluma ait olan meselelerde düşüncelerine, mizaçlarına göre fikir beyan etmekten kaçınmayarak bu şekilde edebiyat tarihi ile hukuk tarihi arasında sıkı bir ilişki kuruyorlar.

(S.555)

Kaynak : Ersoy Topuzkanamış, Dergi Kapatan Yazı: “Edebiyat ve Hukuk”, Hukuk Kuramı, C. 1, S. 6, Kasım-Aralık 2014, ss. 1-14.