Mavi Marmara Davası düştü. Dört yıla yakın bir süredir süren dava İstanbul 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nin “28.06.2016 tarihli T.C. ve İsrail arasında imzalanan sözleşmenin 4/2 maddesinde belirtilen ‘her türlü sorumluluktan muaf tutulma’ cümlesi” gerekçe gösterilerek son buldu.
Aslında sözleşmenin imzalanmasından sonra beklenen bir karardı bu. 09.12.2016 tarihinde yapılan son duruşmada da mağdurlar vekili avukatlar bu duruma işaret etmişti: “Önceden üç aylık aralarla yaptığınız duruşmaları sözleşme sonrasında neredeyse her haftaya bir duruşma olacak şekilde yapmaya başladınız. Siz kararınızı çoktan vermişsiniz.”
Aynı duruşmada, salonda bulunan bir başka avukatın isyanı ise yıllarca iktidara muhalif kesimlerin davalarında duymaya alıştığımız ile aynı: “Adalet istiyoruz!”
Son duruşma öncesi adliye koridorlarında yaşananları “Tekbir, Allahuekber” kısımlarını çıkarıp izlerseniz, polisin ve özel güvenliğin mağdur yakınlarına davranışını ve darp edişini gördüğünüzde büyük bir ihtimal sol/sosyalist bir örgütün dava öncesi görüntüleri zannedebilirsiniz.
Peki ama ne oldu da davada bu aşamaya gelindi? Mavi Marmara’da yakınlarını kaybetmiş insanlar nasıl oldu da adliye korodorlarında darp edilir oldu? Ya da siyasal iktidarın desteğini alarak açıldığı iddia edilen bir davada mağdurlar yıllardır mahkeme önlerinde mağdur olan sol/sosyalistlerle nasıl olup da aynı yana düştüler.
Tüm bu soruları cevaplayabilmek için Mavi Marmara Davası sürecini bir hatırlayalım.
Mavi Marmara Gemisi
Mavi Marmara gemisi farklı ülkelere kayıtlı Gazze Özgürlük Filosu adı verilen beş ayrı gemi ile birlikte Gazze’ye insanı yardım malzemesi götürmek ve uygulanan ablukayı delmek amacıyla 30.05.2010 tarihinde yola çıktı. İsrail askerleri gemilere 31.05.2010 günü uluslararası sularda saldırdı; 10 kişi hayatını kaybetti, 56 kişi ağır yaralandı. Gemide bulunanlar saldırı sonrasında hayatını kaybeden arkadaşları ve maruz kaldıkları kötü muameleler için ulusal ve uluslararası alanlarda başvurular yaptılar. Belçika, İspanya, İtalya, İsveç , Güney Afrika Cumhuriyeti gibi ülkelerde başlatılan soruşturmalar kovuşturma aşamasına geçemezken Türkiye’de, İstanbul Cumhuriyet Savcısı Mehmet Akif Ekinci ( halihazırda İstanbul Başsavcı Vekili görevini yürütüyor) tarafından başlatılan soruşturma sonucu hazırlanan iddianame Mahkeme tarafından kabul edilerek kovuşturma başlatıldı.
Mavi Marmara İddianamesi
İddianame olayların ikinci yıldönümünde tamamlandı ve kabul edildi. Basında “İsrail’e tokat gibi iddianame” başlıkları ile yer alan 144 sayfalık metinde, sanık olarak dönemin İsrail Genelkurmay Başkanı Gabi Ashkenazi, Deniz Kuvvetleri Komutanı Eliezer Alfred Maron, Hava Kuvvetleri İstihbarat Sorumlusu Avishay Levi ve İsrail İsitihbarat Başkanı Amos Yadlin yer aldı. 10 Türk maktul, 189 yaralı da “müşteki-mağdur” olarak iddianameye girdi. Sanıklar iddianamede “firari sanık” olarak yer alırken haklarında 10 kez ağırlaştırılmış müebbet cezası istendi. İsrail Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman iddianameyi “Türk provokasyonu” olarak nitelerken Recep Tayyip Erdoğan’ı da “zorba” ve “Yahudi düşmanı” olmak ile suçladı.
Mavi Marmara Davası Başlıyor!
Davanın ilk duruşması İstanbul 7. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 6 Kasım 2012 tarihinde yapıldı. Sanıkların her birine zorunlu müdafilik uyarınca İstanbul Barosu CMK Servisi tarafından avukat atandı. Müşteki ifadelerinin dinlendiği ilk duruşmaya bir çok milletvekili ve farklı ülkelerden temsilciler katıldı. İlk duruşma sonrası konuşan Abdurrahman Dilipak’ın sözleri bugünden bakıldığında buza yazılmış gibi: “Sanıklar Türkiye sınırlarına girince gözaltına alınacak, mahkemeden çıkacak ceza Türkiye için bağlayıcı olacak”. Doğrudur; davanın diğer celselerinde sanıklar için kırmızı bülten ile yakalama kararları çıkarıldı. Fakat bu kırmızı bültenlerin akıbeti dava düştüğü ana kadar bile netleştirilemedi. Avukatlar defalarca duruşmalarda kırmızı bültenin İnterpol’e teslim edilip edilmediğinin Adalet Bakanlığı’na sorulmasını istediler, Mahkeme ara kararlar oluşturdu, fakat o bültenler hiçbir zaman İnterpol’e teslim edilmedi. Yenişafak gazetesi yaptığı haber ile bu sümen altı edilme olayının sorumluluğunu şahsileştirdi ve dönemin Adalet Bakanlığı Uluslararası Hukuk ve Dış İlişkiler Genel Müdürü ve HSYK 1. Daire Eski Başkanı İbrahim Okur’un eşi olan Nurdan Okur’u sorumlu gösterdi.
Rastlantı mıdır yoksa İsrail ile imzalanacak sözleşmenin yazılı olmayan bir gereği midir bilinmez ama kırmızı bülten kararını isteyen davanın savcı ve hakimi de başka mahkemelere gönderildi. Değişiklik sonrası sayıları 490’ı bulan müştekilerin dinlenmesi ile davaya devam edilirken siyasal iktidar İsrail ile anlaştığını duyurdu. İlk duruşma öncesi yapılan basın açıklamasında mağdur yakınları tarafından balonlar üzerine yazılan “İsrail Yargılanıyor” ifadesi gerçekten balon olup uçma ihtimali ile karşı karşıyaydı.
Sözleşme İmzalandı!
Başbakan Binali Yıldırım, 27 Haziran 2016 günü İsrail ile Mavi Marmara olayı ile ilgili mutabakata vardıklarını ve sözleşme imzlayacaklarını kamuoyuna açıkladı. Yıldırım açıklamasında, gemide hayatını kaybedenlerin yakınlarına 20 milyon dolar tazminat ödeneceği ve Gazze’deki ambargonun ‘büyük ölçüde” kalkacağını söyledi. Derdest davaya ilişkin bir açıklama yapmadı. Açıklamanın ardından sözleşme imzalanınca detaylar da ortaya çıktı; iktidar, “Mavi Marmara olayı ile ilgili olarak İsrail vatandaşlarının hukuki veya cezai her türlü sorumluluktan tamamen muaf tutulacağını” İsrail’e garanti etmişti. İlk tepki İHH Başkanı Bülent Yıldırım’dan geldi: “Dava kan sahibinindir, bu davaların düşmesi mümkün değil”. Yıldırım’ın açıklamasında tepkiden daha çok hala nasıl olup davanın bu hale geldiğine dair bir şaşkınlık ve davanın devam edeceğine dair bir beklenti de vardı. Fakat bu beklenti de sözleşmenin imzalanmasından sonra yapılan ilk duruşmada Savcının, “egemenlik hakkından vazgeçildiği” iddiasıyla davanın düşürülmesini talep etmesi ile birlikte uçup gitti. Yıldırım yanılmıştı, dava kan sahibinin değil devletindi.
Karar Duruşmasında Yaşananlar!
Bir önceki duruşmada yaşananlar; Savcının “düşme” talebinde bulunması, Mahkeme Hakiminin müdahil avukatlarına yönelik müdahaleleri, salonda bulunan tercüman ile avukatlar arasında yaşanan kriz, avukatların reddi hakim talepleri 09.12.2016 tarihli duruşmanın da olaylı geçeceğinin habercisiydi.
İlk kriz adliyelerde olağan hale getirilen – mahkemenin olduğu koridorun kapatılması, izleyicilerin gizlilik ve kısıtlama kararı olmamasına rağmen koridora ve mahkemeye alınmaması veya tek tek listeye bakarak koridora girişlerine izin verilmesi – özel güvenlik bariyerinde yaşandı. Sinirler o kadar gerildi ki bir ara mağdur yakınlarından birisinin “Mavi Marmara’da şehit verdik. Gerekirse burada da veririz” şeklinde bağırdığı duyuldu. Duruşma devam ederken bu bariyer nedeniyle çok sayıda mağdur yakını duruşma salonuna girememişti.
Avukatlarla duruşma hakimi arasındaki ilk tartışma koridor girişinde yaşananlar ve içeri alınmayanlara ilişkin oldu. Müdahiller avukatı Ömer Kavili,“ Duruşma salonu çok küçük, müvekkillerimiz bu nedenle içeri alınmıyor, neden eziyet çektiyorsunuz”. Hakim, “siz bizim işimize karışamazsınız”. Bu “işe karışamama” tespiti avukatların itirazı ile beraber salonda da tepkilerin yükselmesine neden oldu. Hakimin salondan yükselen sesleri manidar bir vurgu ile önlemeye çalışması ilginçti, “Biz burada yargılama yapıyoruz, tiyatro değil” Duruşma salonunda bulunanların yüzlerinde beliren gülümsemeler çoğunluğun Hakim ile aynı fikirde olmadığını gösteriyordu.
Avukatlar dosyanın görülmesine başlanmasından önce reddi hakim itirazlarının karara bağlanmasını, bunun için de dosyanın İstanbul 8. Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderilmesi gerektiğini belirttiler. Müdahiller Avukatı Kavili, reddi hakim taleplerinin usulüne dair beyanda bulunurken heyet başkanı hakim kürsüden kalkarak çıkış kapısında beliren şahsa doğru gitti. (Bu şahsın polis memuru olduğunu sonrasında Hakim duruşma salonunda ifade etti) Kavili, “Avukat konuşurken nasıl kürsünüzü terk edersiniz” Hakim, “Bana karışamazsınız.” Kavili, “Avukat açıklama yaparken polis çağırdığında kürsüyü terk edip yerinizden kalkıp gidemezseniz”. Bu diyalog ile yeniden salonda itirazlar ve sesler yükseldi. Hakim tartışmalar üzerine duruşmaya 5 dakika ara verdi.
Aradan hemen sonra Hakim, Savcıya reddi hakim talebine ilişkin görüşünü sordu. Savcı, “Talebin davayı uzatma maksatlı olduğu ve bu nedenle reddedilmesi gerektiğini” belirtmesinin hemen arkasından da salonda kimsenin duymak istemediği ve asıl büyük tartışmayı başlatacak talebini dile getirdi, “Davanın düşürülmesi gerekir. Mahkemenin yargılama yetkisi kalmamıştır. Taraflar arasında imzalanan sözleşmenin 4/2 maddesi ile devlet yargılama yetkisinden vazgeçmiştir, feragat etmiştir. Davanın yürümesi için yasal dayanak yoktur. Devlet bu olaya ilişkin egemenlik hakkından vazgeçmiştir. Bu konuda karar verilsin, sonra talepler değerlendirilsin.”
Savcının bu talebi ile salonun her yerinden itirazlar yükseldi. İçeride kimsenin kimseyi duyması mümkün değildi Hakim kalabalığı yine yapılanın tiyatro olmadığını söyleyerek uyarmaya çalıştı ve bu arada da salonda bulunanlardan en çok alkış alan cümlesini söyledi: Ahirette hesap var.
Savcının davanın düşürülmesi talebi ve “egemenlikten vazgeçti” iddiasına ilişkin olarak müdahil avukatlar sırasıyla söz aldı.
İlk söz alan müdahil avukatı, “Dosyada sözleşmenin aslı bile mevcut değil. Buna ilişkin taleplerimiz yerine getirilmedi. Savcı aslını görmediği bir evrak üzerinden nasıl böyle bir talepte bulunabilir?” derken başka bir müdahil avukat CMK 233’e dikkat çekti, “Davanın düşürülme gerekçeleri CMK 233’de tek tek sayılmıştır. Bunlar arasında bahsettiğiniz şekilde devletin sözleşme imzalayarak, egemenlik hakkından vazgeçmesi şeklinde bir gerekçe bulunmamaktadır”. Diğer bir avukat egemenliğin kaynağına dikkat çekti, “Egemenlik millete aittir. Bu haktan devlet vazgeçemez.” İsminin Gülden Sönmez olduğunu öğrendiğim müdahil avukatı ise diğer avukat beyanlarına ek olarak sözleşmenin TBMM ayağına ilişkin taleplerinin karşılanmadığını, bu olmadan düşme talebi istenemeyeceğini belirtti, “TBMM tutanaklarını istedik. Onu bile getirmediniz. Yeterli çoğunluk olmadan bir gece vakti usule aykırı onaylanan bir sözleşme nasıl yargılama önünde bir yasal engel olabilir, sanıklar açısından bir af hükmü doğurabilir. Yargılama devam ediyor, dinlemediğiniz mağdurlar var, hepsini dinleyeceksiniz sonra karar vereceksiniz. Savunma susturulamaz.” Son söz alan avukat ise kuvvetler ayrılığına dikkat çekti, “ Yargılama yapılırken sözleşme imzalandı, bu bir delildir. Tüm tarafları, mağdurları dinledikten, diğer delilleri topladıktan sonra diğer tüm deliller ile beraber değerlendirir ve kararınızı verirsiniz. Aksi durumda yargılama yetkisi gasbedilmiş ve siz de buna izin vermiş olursunuz”.
Avukatların beyanları sonrasında arka sıralardan bir ses yükseldi, “Allahaşkına bir söz verin. Hiç konuşmadım” Hakimin, “Herkese tek tek söz verme mecburiyetim mi var” demesiyle salonda itirazlarla beraber sesler yine birbirine karıştı. Bir taraftan “Dev-Yol davası bile yıllarca sürdü. Siz 800 kişinin olduğu bir davayı nasıl bu kadar kısa sürede karara bağlamayı düşünüyorsunuz” sesi yükselirken, diğer taraftan da “Yarın Fethullah Gülen veya Amerika ile anlaşma yapılırsa cemaat hakkındaki tüm davaları da mı düşüreceksiniz?” sorularının sorulduğu duyuldu. Bir başka mağdur da o gün Marmara Gemisi’nde neler yaşandığını anlatmaya başladı ve tüm sesler birbirine karıştı. Hakim salonun hakimiyetini tamamıyla yitirmesi ile birlikte sözünü sonlandırmayan mağdurlardan birinin salon dışına çıkarılması için polisi çağırdı. Bununla beraber zaten yüksek olan tansiyon daha da yükselip karşılıklı bağrışmalar, “Tekbir, Allahüekber” sesleri ve sonrasında avukatların salonda bulunan müdahillerle birlikte duruşma salonunu terk etmesi ile sonuçlandı. Hakim duruşmaya ara verdi.
Mahkeme heyeti bir saat sonrasında ara kararını açıklamak için geldiğinde duruşma salonunda yalnızca sanıklar için atanmış iki avukat ve bir kaç gazeteci vardı. Hakim ara kararlarını sırasıyla okumaya başladı, “Hakimin reddi talebi, sözleşme aslının getirilmesi, Cumhurbaşkanlığı elindeki evrakların talep edilmesi, mağdurların tümünün dinlenmesi, bilirkişi raporu alınması, katılan vekillerin mazeretlerinin kabul edilmesine ilişkin tüm taleplerin reddine. Sanıkların sözleşme gereğince ifadelerinin alınmasına gerek olmadığına” karar verdi. Sonrasında yeniden 10 dakika ara verdi. Savcı da bu kez sanık avukatlarıyla beraber duruşma salonu dışına çıktı, belli ki Mahkeme nihai kararını açıklayacak. Koridorda yalnızca sanık avukatları, polisler ve özel güvenlikçiler var.
Mübaşirin daveti ile beraber herkes duruşma salonuna girdi, Savcı kürsüde yerini aldı Heyet Başkanı Hakim kararını açıkladı: “ Davanın CMK 223/8 uyarınca düşürülmesine, sanıklar hakkında verilen yakalama kararlarının kaldırılmasına ve kırmızı bültenlerin geri alınmasına.”
Adalet Ne Yana Düşer?
Marmara Davası’na ilişkin söylenecek çok söz var; özellikle adalet, iktidarın kaynağı, egemenlik yetkisi ve kuvvetler ayrılığı hususlarında. Öncelikle neyin adalet olup olmadığı ve varsa da hangi yana düştüğü konusu mevzu bahis olduğunda Marmara Davası da diğer davalarla birlikte tartışmaya katkı sunacak bir dipnot olarak yerini aldı. Adalet tanımlaması ve kaynağı hususlarında bir çok kişi bu davadaki mağdurlar ile aynı düşünmeyebilir ama emin olun ki yukarıda özetlediğim sürecin bir adaletsizlik olduğu ve bunun da her daim mağdurların cephesine düştüğü aşikar. Haluk İnanıcı’nın İletişim Yayınları’ndan çıkan “Aşkın Yedi Menzili” başlıklı son romanında kahramanlardan Tebrizli Arif, “Bir insan muktedirse farklı deryada; mazlumsa, mağdursa farklı deryada kulaç atar” diyor. Bu muktedirlik ve mazlum/mağdurluk deryalarının farklılığını unutmadan ve yandaşlık kurulmadan aranır ve anlamlandırılırsa “adalet”, belki de Refik Durbaş’ın “Çırak Aranıyor” şiirinde söylediği şekilde “dil küfre, yürek acıya gitmeden ve ölüm hep bize düşmeden” bulunur ve üzerinde mutabık kalınabilir. Rüya belki söylediğim ama olsun, ilham veriyor. Yeter ki sıkışıp kalmayalım ve adalet rüyasını hayale çevirebilelim.
KAYNAK: HUKUK POLİTİK