Genel Olarak Olağanüstü Hal ve İstisna Hali

15 Temmuz Darbe Girişimi sonrasında, Olağanüstü Hal ilan edilmesiyle birlikte, ‘’olağanüstü hal’’ ve ‘’istisna hali’’ kavramları, yeniden çok yoğun bir biçimde tartışılmaya başlandı.

İstina hali denince ilk akla gelen isimlerden olan Schmit, istisna halini, siyasal iktidarı elinde tutan egemen gücün, aldığı bir karar ile hukuki düzeni sağlamak için hukuku askıya alması olarak tanımlar. Agamben de bu tanımı benimser.

Olağanüstü hal yahut istisna halinde, hukuk askıya alınmakla birlikte, istisna hali, hukuk dışı bir kavram değildir. Aksine istisna hali, iktidara, yürürlükteki Anayasa veya yasalarla, başka bir deyişle meri hukukla, bir hak olarak tanınmaktadır. Kendilerini nasıl adlandırırlarsa adlandırsınlar bütün burjuva hukuk sistemleri, ‘’olağan’’ ve ‘’olağanüstü’’ olmak üzere iki farklı yönetim biçimi üzerine kuruludur. Hemen hemen bütün burjuva hukuk sistemlerinde, normal/olağan dönemlerde geçerli olan yasaların ve hukuk düzeninin, yaygın şiddet, doğal afet gibi özel ve beklenmedik koşullarda yetersiz, etkisiz ya da işlevsiz kalabileceği, bu gibi durumlarda olağan hukukun askıya alınıp olağanüstü bir yönetim biçiminin hayata geçirilebileceği, Anayasalarda peşinen kabul edilmekte, böylece istisna haline açık kapı bırakılmakta; buna bağlı olarak, istisna halinin koşulları, yasalarla belirlenmektedir.

Mevcut hukuk düzeninin, egemen gücün kaynağını Anayasa ve yasalardan alan bir kararı ile askıya alınabiliyor olması, ‘’hukukun üstünlüğü’’ ‘’hukuk devleti’’ gibi kavramları merkeze alan yahut aldığı iddiasını taşıyan liberal-burjuva hukuk anlayışının aslında tam bir aldatmacadan ibaret olduğunu ortaya koymaktadır. Burjuva-liberal hukuk sistemi, kendi içinde, hukuku askıya alabilecek bir güç tanımlayarak, hukuktan üstün bir iradeye/güce yer açmakta; güvenliğin ve düzenin tehlikede olup olmadığa ve hukukun askıya alınıp alınmayacağına karar verecek bir gücü tanımlayarak, kendi üstünde bir gücün varlığını tanımaktadır. Bu gücün kararının hukuki olmaktan çok siyasi bir karar olduğu tartışmasızdır. Bu siyasi kararı verecek olan, başka bir ifadeyle olağanüstü hale geçilip geçilmeyeceğine ve olağan hukukun askıya alınıp alınmayacağına karar verecek olan, siyasal iktidarı elinde tutan egemen güçtür. Bu durumu Carl Schmit, ‘’Egemen, olağanüstü hale karar verendir.” biçiminde formüle ederek olağanüstü halin, egemenin kim olduğuna dair somut bir karşılık bulabileceğimiz, egemenliğin tanımına dair bir sınır-kavram olduğunu ortaya koymuştur. Tüm bunlar, liberal burjuva hukuk anlayışının esasen hukukun egemen olduğu bir sistem olmayıp egemenin hukukunun geçerli olduğu bir sistem olduğunu ortaya koymaktadır.

Türk Hukukunda Olağanüstü Hal ve İstisna Hali

Bu açıklamalar ışığında konuya Türk hukuk sistemi açısından baktığımızda, kendisi de bir darbe/olağanüstü hal ürünü olan 1982 Anayasası’nı 2.maddesinde Türkiye Cumhuriyeti Devletinin insan haklarına saygılı, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olduğu belirtilmiş, 6.maddede kimsenin kaynağını Anayasadan almayan bir yetki kullanamayacağı vurgulanmış, 12. maddede ise herkesin kişiliğine bağlı dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez, temel hak ve hürriyetlere sahip olduğu” belirtilmiş, devamında bireylerin sahip olduğu temel hak ve özgürlükler tek tek düzenlenmiş ve Anayasal güvence altına alınmıştır.

Bununla birlikte, 1982 Anayasasının 119 ve 122.maddeleri arasında, istisna hali yani olağanüstü hal, sıkıyönetim, seferberlik ve savaş halleri düzenlenmiş ve savaş, yaygın şiddet, doğal afet gibi özel ve beklenmedik koşullarda olağanüstü hal hukukunun, diğer bir deyişle istisna halinin geçerli olacağı belirtilmiştir.

15 Temmuz 2016 tarihinde yaşanan Darbe Girişimi sonrasında, 20 Temmuz 2016 tarihinde, ülke genelinde, Anayasanın 120.maddesi uyarınca olağanüstü hal ilan edilmiştir. OHAL ilanı sonrasında, ülkede KHK’lar rejimi hayata geçmiş, TBMM işlevsizleştirilerek ülke arka arkaya çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnameler ile yönetilmeye başlanmış, temel hak ve özgürlükler çok ciddi şekilde kısıtlanmıştır.

Öncelikle belirtmek gerekir ki, 16 Temmuz 2016 tarihinde Genelkurmay Başkanlığı tarafından yapılan açıklama ile, 15 Temmuz Darbe Girişiminin bastırıldığı, ülke genelinde asayişin sağlandığı ilan edilmiş olması ve sonrasında da 15 Temmuz öncesine kıyasla daha yaygın bir şiddet dalgasının ülkeyi sardığından bahsedilemeyeceği dikkate alındığında, OHAL ilanı için Anayasanın 120.maddesinde aranan koşulların gerçekleşmediği, bu bağlamda OHAL ilan edilerek olagan hukukun askıya alınmasının Anayasaya aykırı olduğu açıktır.

OHAL ilanı Anayasaya aykırı olduğundan, ilan edilen OHAL kapsamında çıkarılan tüm KHK’ların da sebep açısından hukuka aykırı olduğu açıktır. Ayrıca, Anayasanın 121/3.maddesinde, yalnızca olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda ve OHAL süresince geçerli olmak üzere OHAL KHK’sı çıkarılabileceği öngörülmüştür. Oysa geride kalan 7 aylık OHAL sürecinde çıkarılan KHK’ların tamamının OHAL’in gerekli kıldığı konularda ve OHAL süresince geçerli olacak geçici nitelikte değil, genel ve sürekli/kalıcı düzenlemeler içerdiği, bu nedenle çıkarılan KHK’ların konu ve içerik yönünden de Anayasaya aykırı olduğu açıktır.

Tüm bunlara bir de Anayasa Mahkemesi’nin, OHAL KHK’larını denetleme yetkisinin bulunmadığını belirterek KHK’lar rejimini tamamen denetimsiz bırakması ve siyasal iktidara, adeta sınırsız güç ve açık çek vermesi eklenince, Türkiye bir anda hukukun esamesinin dahi okunmadığı, en küçük bir hukuk kırıntısının dahi bulunmadığı bir ülke haline gelmiştir.

Açıklanan nedenlerle Anayasaya ve hukuka aykırılığı açık olan OHAL ilanı ve yerleştirilmeye çalışılan KHK’lar rejimi ile hukuk askıya alınmış, temel hak ve özgürlükler rafa kaldırılmış, yüzbinlerce insan, meslekten ihraç edilerek, gözaltına alınarak yahut tutuklanarak mağdur edilmiş, sayısız hak ihlali yaşanmıştır.

OHAL kapsamında çıkarılan kanun hükmünde kararnameler eliyle, temel hak ve özgürlükleri ortadan kaldırmaya yönelik düzenlemeler ve uygulamalar hız kazanmıştır. Bu kapsamda, keyfi gözaltı ve tutuklamalar, gözaltı sürelerinin uzatılması, 5 günlük avukat görüş yasağı getirilmesi, şüphelilerin ve müdafilerinin dosya inceleme yetkisinin kısıtlanması, tutukluların avukatlarıyla yaptıkları görüşmelerin denetim altına alınması, gözaltı birimlerinde ve cezaevlerinde işkence vakalarının artması gibi, gözaltına alınan veya tutuklanan şüphelilerin kişi özgürlüğü ve güvenliği ve savunma haklarını kısıtlayan birçok uygulama da hayata geçirilmiştir.

Kişi Özgürlüğü ve Güvenliği Hakkı

Anayasada düzenlenerek güvence altına alınmış temel hak ve özgürlüklerin en önemlilerinden ve OHAL döneminden en çok ihlal edilen haklardan biri kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkıdır.

Kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı, kişi özgürlüğünün keyfi sınırlamalara karşı korunması; kişilerin keyfi olarak yakalanamaması ve tutuklanamamasını ifade eder. Kişi özgürlüğü ve güvenliği, bireyin yasayla belirlenmiş sınırlı durumlar dışında, hareket serbestliği ve özgürlüğünden yoksun tutulamaması, istediği gibi hareket edebilme özgürlüğüne ve bunun güvencesine sahip olması anlamına gelir.

Kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı açısından büyük önem taşıyan hukuki güvencelerden biri, Habeas Corpus güvencesidir. Latince’de ‘’bedenini göster’’ kökeninden gelen ve ‘’kişinin huzura çıkmasına izin ver’’ anlamına gelen Habeas Corpus, suç işlediği iddiasıyla bir kişiyi alıkoyan/gözaltına alan kolluğa yöneltilen ve alıkoyduğu kişiyi alıkoyma gerekçeleriyle birlikte belirlenen saat ve yerde mahkemenin ya da hâkimin huzuruna çıkarmasını öngören bir emirdir.

Habeas Corpus, alıkoymaların ve hapsetmenin geçerli bir hukuki nedene dayanıp dayanmadığının, başka bir ifadeyle alıkoyma ve hapsetmenin hukukiliğinin denetlenmesi ve hukuka aykırı bulunması halinde, alıkoyulan veya hapsedilen kişilerin derhal serbest bırakılmasını sağlamak amacıyla hakim karşısına çıkarılmalarını emreder. Böylece kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkının keyfi ve hukuka aykırı bir şekilde sınırlanmasına karşı bireyleri korumayı amaçlar.

Habeas Corpus ilkesi, öncelikle kişilerin hukuk dışı olarak, yani bir yargıç kararı ve geçerli bir hukuki neden olmaksızın tutuklanmalarını ve hapsedilmelerini yasaklamakta, alıkonulan kişilerin mümkün olan en kısa süre içinde yargıç önüne çıkarılmalarını zorunlu kılmaktadır.

Habeas Corpus ilkesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 5/3.maddesinde, yakalanan veya tutuklanan herkesin hemen/derhal bir hakim veya adli görev yapmaya yasal olarak yetkili bulunan diğer bir memur önüne çıkarılmayı isteme hakkına sahip olduğu’’ şeklinde ifade edilmiştir. Aynı ilke, 1966 yılında Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilen “Medeni ve Siyasal Haklara İlişkin Milletlerarası Sözleşmesi”nin 9.maddesinde de ‘’Suçlanarak gözaltına alınan ya da yakalanan kişinin derhal hâkim  ya da yargı gücünü kullanmaya yetkili bir başka resmi görevli önüne çıkarılması gerektiği’’ şeklinde düzenlenmiş ve güvence altına alınmıştır.

Habeas Corpus ilkesi, kolluk gücünün yakalanan kişiyi gözaltında tutma süresinin de mümkün olduğu kadar sınırlı/kısa olmasını gerektirmektedir. AİHS’in 5.maddesinde, yakalama ve gözaltı halinde; derhal hâkim  önüne çıkarılma zorunluluğundan bahsedilmekte, ancak ‘’derhal’’ ile ne anlaşılması gerektiği, tam olarak ne kadarlık bir süreden bahsedildiği belirtilmemektedir. AİHM, bu konuda geliştirdiği içtihatla, dört günü aşan gözaltı süresini gereğinden uzun ve bu nedenle de AİHS m. 5’i ihlâl eder nitelikte görmektedir (Brogan ve diğerleri/Birleşik Krallık kararı). Bu nedenle sanık sayısının çokluğu, isnat edilen suçun niteliği ve karmaşıklığı, olağan ya da olağanüstü hâl rejiminin geçerli olup olmaması vb. ayrımı yapılmaksızın, yakalanan kişiler, en fazla 4 gün süreyle gözaltında tutulabilecektir. Bu süre dolduktan sonra ya salıverilmesi veya tutuklanması için hâkim  önüne çıkarılması gerekmektedir.

Bununla birlikte, özgürlüğü kısıtlanan kişi, gözaltı sürecinde yapılması gereken işlemler tamamlanır tamamlanmaz, mevzuatta öngörülen gözaltı süresinin dolması beklenmeksizin, yani derhal, hakim karşısına çıkarılmalıdır. Özgürlüğü kısıtlanan kişinin hiçbir işlem yapılmaksızın ya da yalnızca çok kısa süren bir işlem yapıldığı halde, yasada belirtilmiş olan gözaltı süresinin sonuna kadar hakim karşısına çıkarılmaması, Habeas Corpus ilkesinin ve kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkının ihlâlidir.

Habeas Corpus, uzun süre ve keyfi tutuklamalara karşı da önemli bir güvencedir. Bu ilke ile, tutuklu kişilerin de mümkün olan en kısa süre içinde yargıç önüne çıkarılmaları zorunlu kılınmış; sanığın tutukluluğun devamına karar verilen durumlarda ise yargılamanın çok kısa bir süre içinde sonuçlandırılması ilkesi kabul edilmiştir.

Anayasanın 3.10.2001 tarih ve 4709 sayılı Kanunla değişik 19. Maddesine göre; “Yakalanan kişinin, tutulma yerine en yakın mahkemeye gönderilmesi için gerekli süre hariç en geç kırk sekiz saat ve toplu olarak işlenen suçlarda en çok dört gün içinde hâkim  önüne çıkarılır. Kimse, bu süreler geçtikten sonra hâkim  kararı olmaksızın hürriyetinden yoksun bırakılamaz. Bu süreler olağanüstü hal, sıkıyönetim ve savaş hallerinde uzatılabilir” denilmektedir. 5271 Sayılı CMK’da gözaltı süreleri, bireysel olarak işlenen suçlarda 24 saat, toplu olarak işlenen suçlarda en çok dört gün olarak düzenlenmiştir.

15 Temmuz sonrasında ilan edilen OHAL döneminde çıkarılan 667 sayılı KHK’nın 6.maddesiyle; 5237 sayılı TCK’nın İkinci Kitap Dördüncü Kısım Dördüncü, Beşinci, Altıncı ve Yedinci Bölümünde tanımlanan suçlar, 12/4/1991 tarihli ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu kapsamına giren suçlar ve toplu işlenen suçlar bakımından, olağanüstü halin devamı süresince gözaltı süresi otuz güne çıkarılmış; daha sonra 23 Ocak 2017 tarihinde çıkarılan 684 sayılı KHK’nın 11.maddesi ile bu süre 7 güne indirilmiş, ancak aynı maddenin devamında, delillerin toplanmasındaki güçlük veya şüpheli sayısının çokluğu nedeniyle Cumhuriyet savcısının, gözaltı süresinin yedi gün süreyle uzatılmasına yazılı olarak emir verebileceği öngörülmüştür. Halihazırda bu kural yürürlükte bulunmaktadır. Ancak, yukarıda da ifade ettiğimiz üzere, AİHM içtihatlarına göre, 4 günü aşan gözaltı süreleri, Habeas Corpus ilkesi ile ve kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı ile bağdaşmamaktadır.

Tutuklanan kişinin tutukluluk halinin sonlandırılmasını ve tahliyesine karar verilmesini isteme ve makul sürede yargılanma hakkı da Habeas Corpus ilkesinin bir gereğidir. AİHS m.5/4’e göre;“Yakalama veya tutulma yoluyla özgürlüğünden yoksun kılınan herkes, tutulma işleminin yasaya uygunluğu hakkında kısa bir süre içinde karar verilmesi ve eğer tutulma yasaya aykırı ise, serbest bırakılması için bir mahkemeye başvurma hakkına sahiptir”. Bu husus Anayasanın 19/8.maddesinde;“Her ne sebeple olursa olsun, hürriyeti kısıtlanan kişi, kısa sürede durumu hakkında karar verilmesini ve bu kısıtlamanın kanuna aykırılığı halinde hemen serbest bırakılmasını sağlamak amacıyla yetkili bir yargı merciine başvurma hakkına sahiptir.” biçiminde ifade edilmiştir.

15 Temmuz sonrası binlerce insan, terör örgütü üyesi olmak yahut bir terör örgütüyle irtibatlı veya iltisaklı (muğlaklığı nedeniyle suç ve cezaların kanuniliği ilkesine açıkça aykırı olan iltisak kavramı da 15 Temmuz sonrası hukuk sistemine girmiştir) olmak gibi suçlamalarla, 30 güne varan sürelerle gözaltında tutulmuş, bu süreçte avukatlarıyla görüştürülmemiş, işkence ve kötü muameleye maruz kalmış; soyut gerekçelerle veya keyfi olarak tutuklanmış, özgürlüklerinden mahrum kalmıştır. Bu şekilde keyfi ve hukukdışı gözaltı ve tutuklamalarla, en çok ihlal edilen hakların başında kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı gelmektedir.

Sürgün Sevkler

Kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkına yönelik keyfi ve hukukdışı uygulamaların bir başka boyutu da cezaevlerinde yaşanan sürgün sevklerdir. Sürgün sevk, tutuklu ve hükümlülerin kendi talepleri olmaksızın, cezaevi idarelerince re’sen başka bir cezaevine nakledilmeleri ifade eder. Ceza ve tutukevlerinde 15 Temmuz öncesi gündeme gelen sürgün sevkler, 15 Temmuz sonrasında daha da artmış, sistematik hale gelmiştir.

Adalet Bakanlığı tarafından çıkarılan 22.01.2007 Tarihli 45/1.Sayılı Genelge’de de açıkça düzenlendiği üzere; tutuklular, öncelikle yargılandıkları mahkemenin bulunduğu yerdeki kapalı ceza infaz kurumlarında veya mahkemenin yargı çevresi içindeki kapalı ceza infaz kurumlarında, kapalı ceza infaz kurumu bulunmuyor ise suçları itibariyle konumlarına uygun en yakın kapalı ceza infaz kurumlarında barındırılacaktır. Ana kural bu olmakla birlikte, Ceza ve tutukevlerinde 15 Temmuz öncesi gündeme gelen sürgün sevkler, 15 Temmuz sonrasında daha da artmış, sistematik hale gelmiştir.

Her ne kadar, çoğunlukla, İdarece hangi hukuki gerekçeyle yapıldığına dair bir yazılı bildirim dahi yapılmamakta ise de, bizim ‘’sürgün sevk’’ olarak adlandırdığımız uygulama, 5275 Sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun’un 55.maddesinde düzenlenmiş olan ‘’Disiplin Nedeniyle Nakil’’ ve 56.maddesinde düzenlenmiş olan ‘’Zorunlu Nedenlerle Nakil’’ başlıklı düzenlemelere dayanmaktadır.

5275 Sayılı Kanun m.55: Disiplin nedeniyle nakil

Madde 55.-‘’ (1) Hükümlü, hücreye koyma cezasını gerektiren eylemlerde bulunması hâlinde kurum yönetimince hakkında disiplin işlemi yapılır ve kurum en üst amirinin istemi üzerine Bakanlıkça başka kurumlara nakledilebilir. Disiplin cezaları yeni kurumlarda çektirilir.’’ şeklindedir.

Cezaevi idarelerinin keyfi ve hukukdışı uygulamalarına karşı çıkan, itiraz eden veya direnen tutuklu ve hükümlüler hakkında sürekli disiplin soruşturmaları açılarak, 5275 Sayılı Kanun’un 38.maddesinde düzenlenmiş olan, kınama, iletişim araçlarından yoksun bırakma, ziyaretçi kabulünden yoksun bırakma, hücreye koyma gibi disiplin cezaları uygulanmakta; daha sonra bu disiplin cezaları nedeniyle, Kanunun 55.maddesine dayanılarak sürgün sevk (başka kuruma nakil) işlemi yapılmaktadır. Bu şekilde sürgün sevk uygulaması, keyfi ve hukukdışı uygulamalara itiraz eden ve direnen tutuklu ve hükümlülere karşı, cezaevi idareleri tarafından bir tehdit unsuru olarak kullanılmaktadır.

5275 Sayılı Kanun m. 56: “Zorunlu Nedenlerle Nakil”

Kurumların elverişsiz ve yetersiz kalması, kapsama gücünün aşılması, kullanılamaz hâle gelmesi, asayiş, güvenlik, doğal afet, yangın ve büyük onarım gibi zorunlu nedenlerle başka kurumlara nakledilmeleri gerekli görülen hükümlüler, yargı çevresi dışında Adalet Bakanlığınca belirlenen ve konumlarına uygun olan diğer kurumlara nakledilebilirler.”

Ceza ve Tevkif Genel Müdürlüğü’nün nakillere ilişkin 2007 yılında yayınladığı 45 No’lu Genelge’de de nakil işlemlerinin nasıl yapılacağı açıklanmış; nakillerin, eğitim, sağlık,  yargılamanın yapıldığı yer amaçlı olabileceği belirtilmiştir.

Ancak, 2016 yılı başından itibaren gündeme gelen ve 15 Temmuz Darbe Girişimi sonrasında gittikçe artan sürgün sevklerin 5275 Sayılı Kanun’un 55. Maddesindeki ‘’Disiplin Nedeniyle Sevk’’ ve 56.maddesiyle ve 22 Ocak 2007 tarih ve 45 Sayılı Genelgenin ‘’Zorunlu Nedenlerle Nakil’’lere ilişkin hükümleriyle bir ilgisinin bulunmadığı, tamamen tutuklu ve hükümlüleri tecrit ederek iradelerini teslim alma ve hem mahpusları hem de ailelerini cezalandırma amacını taşıdığı anlaşılmaktadır. Kamuoyuna yansıyan Ahmet TÜRK, Selahattin DEMİRTAŞ, İdris BALÜKEN, Gültan KIŞANAK, Fırat ANLI gibi HDP’li milletvekili ve yöneticilerin tutuklandıkları ve davalarının görüldüğü Elazığ, Diyarbakır gibi illere binlerce kilometre uzaklıktaki Edirne, Tekirdağ, İstanbul ve Kocaeli cezaevlerine nakledilmiş olmaları, keza Batman’da, Diyarbakır’da, Mardin’de, Şırnak’ta ve Van’daki başka bir çok tutuklu ve hükümlünün Türkiye’nin öteki ucunda bulunan Bandırma, Balıkesir, İzmir, Edirne, Kocaeli, Tekirdağ, Giresun, Rize, Trabzon, Bayburt, Ankara Kırıkkale vb. illerdeki hapishanelere gönderilmeleri, bu sevklerin, Kürt Siyasal Hareketine yönelik ve tamamen siyasal saikler taşıyan ‘’sürgün sevk’’ler olduğunu ortaya koymaktadır.

Sürgün sevklerin bir diğer yönü de bu uygulamaların, özellikle OHAL ilanıyla birlikte cezaevlerinde artan hak ihlalleri ve keyfi uygulamalara karşı direnen, itiraz eden tutuklu ve hükümlülerin tecrit edilmesi, cezalandırılması ve iradelerinin teslim alınmasına yönelik olmasıdır. Sürgün sevk uygulaması, keyfi ve hukukdışı uygulamalara itiraz eden ve direnen tutuklu ve hükümlülere karşı, cezaevi idareleri tarafından bir tehdit unsuru olarak kullanılmaktadır.

Ülkenin birçok yerinden yapılan sürgünler, ayrıca, tutuklu ve hükümlülerin ailelerinden çok uzak yerlere gönderilmelerine neden olmakta, bunun sonucu olarak da tutuklu ve hükümlülerin aileleriyle görüşmeleri de fiilen engellenmekte ve/veya zorlaştırılmaktadır.

Ayrıca, sürgün sevkler sırasında mahpuslar, hem bulundukları cezaevlerinden çıkarılırken hem yolda -ring (nakil) araçlarında- hem de götürüldükleri cezaevlerine girişte fiziki saldırı, darp ve işkenceye maruz kaldıkları, özellikle götürüldükleri cezaevlerinde “çıplak arama” ve “hoşgeldin dayağı” vb. işkence ve kötü muameleye maruz kalmaktadırlar.

Ayrıca, sürgün sevk uygulamalarının politik tutuklu ve hükümlülere yönelik olması, 5275 Sayılı Kanunun, infazda eşitlik ve ayrımcılık yasağına ilişkin “infazda temel ilke” başlıklı 2. maddesi ile de bağdaşmamaktadır.

5275 Sayılı Kanun’un 2.maddesi;

‘’(1) Ceza ve güvenlik tedbirlerinin infazına ilişkin kurallar hükümlülerin ırk, dil, din, mezhep, milliyet, renk, cinsiyet, doğum, felsefî inanç, millî veya sosyal köken ve siyasî veya diğer fikir yahut düşünceleri ile ekonomik güçleri ve diğer toplumsal konumları yönünden ayırım yapılmaksızın ve hiçbir kimseye ayrıcalık tanınmaksızın uygulanır.

(2) Ceza ve güvenlik tedbirlerinin infazında zalimane, insanlık dışı, aşağılayıcı ve onur kırıcı davranışlarda bulunulamaz.’’

5275 Sayılı Kanun’un 2.maddesinden de anlaşıldığı üzere, infaz kurallarının herkese eşit olarak uygulanması gerekmektedir. Sürgüne gidenlerin hemen hepsinin siyasi tutuklu ve hükümlü olması, 5275 Sayılı Kanunun 2. maddesine ve Anayasanın 10.maddesinde düzenlenmiş olan ‘’kanun önünde eşitlik’’ ve AİHS’in 14.maddesinde düzenlenmiş olan ‘’ayrımcılık yasağı’’na açıkça aykırıdır.

Siyasal iktidara muhalif politik tutuklu ve hükümlüleri tecrit ederek iradelerini teslim alma ve hem kendilerini hem de ailelerini cezalandırma amacı taşıyan sürgün sevk uygulaması, halen yargılamaları devam eden tutukluların, davalarının sürdüğü illerden çok uzak yerlere sürgün edilmelerine neden olmakta, bu da yargılama süreçlerini olumsuz şekilde etkilemekte; adil yargılanma hakkı ve kişi güvenliği ve özgürlüğü hakkı ihlal etmektedir.

Bireylerin hukuki güvenliğini tehdit eden bütün bu keyfi uygulamalar ayrıca, zaten sosyal çevresinden koparılmış olan mahpusun, havasına bile aşina olmadığı memleketlere sürgün edilerek başka bir travma yaşamasına ve kendisini değersiz ve sahipsiz hissetmesine de neden olmaktadır.

Tüm bu nedenlerle, bu sürgün sevkler, görünüşte mevzuata harfiyen uysa dahi insanlık onuru ile bağdaşmaz. Bir insanı siyasi fikirlerinden ötürü hapsederek sosyal çevresinden uzaklaştırmak bir cezadır; ancak zaten dışarı ile ilişkisi kısıtlı olan bu insanı uzak şehirlere göndermek, izole etmek ayrıca işkencedir.

Avrupa İşkenceyi Önleme Komitesi’nin 2 No.lu Genel Kararında “aile bağlarının kopmaması için özel çaba gösterilmelidir” ibaresi yer almaktadır. Ayrıca CPT standartlarına göre, mahkumların dış dünyayla temaslarını makul düzeyde devam ettirmesi de çok önemlidir. Her şeyden önce mahkumlara aile ve yakın arkadaşlarıyla ilişkilerini devam ettirebilme imkanı verilmelidir. Bu bağlamda ailesi uzakta yaşayan mahkumlar için ziyaret ve telefon teması kurallarının uygulanması konusunda esnek davranılması, örneğin bu tür mahkumların ziyaret saatini biriktirebilmesine veya aileleriyle telefonla temas kurabilmek için daha iyi imkanlara izin verilmesi gerekir.

Kişiyi özgürlüğünden yoksun bırakan yetkililerin, aynı zamanda onların temel haklarının korunması ve insan onuru ile bağdaşmayacak muamelede bulunulmamasına ilişkin temel yükümlülükleri bulunmaktadır. Bu temel yükümlülük, BM Medeni ve Siyasi Haklar Uluslararası Sözleşmesi’nin 10. maddesinde açık bir şekilde düzenlenmiştir. Tutuklama veya mahkumiyet kararı hangi suca dayanirsa dayansin, tüm tutuklu ve hükümlüler, insani muamele ve insanın doğuştan kazandığı insan onuruna saygılı davranış görme hakkına sahiptir. Kamu görevlilerinin bu hususu gözardı etmemesi gerekir.

Sürgün Sevk Uygulaması ve Adil Yargılanma Hakkı

Sürgün sevk uygulamasına paralel olarak ortaya çıkan bir diğer hukuksuz uygulama da tutukluların savunmalarını SEGBİS üzerinden yapmaya zorlanmalarıdır. Son dönemde sıkça karşılaşıldığı üzere, yeni tutuklanan ve yargılanma süreçleri henüz tamamlanmamış mahpuslar, tutuklandıkları gün sürgün edilerek yargılandıkları davaların duruşmalarına dahi getirilmemekte ve savunmalarını SEGBİS (SESLİ VE GÖRÜNTÜLÜ BİLİŞİM SİSTEMİ) üzerinden yapmaya zorlanmaktadırlar. Tutuklu sanığına kendisini ifade etmesi bakımından çok ciddi bir sorun teşkil eden ve yargılamanın yüzyüzeliği ilkesine açıkça aykırı olan bu uygulamanın adil yargılanma hakkı ihlal ettiği açıktır.

Tutuklanmaları sonrası Muş Kapalı Cezaevi’ne konulan ve duruşmalara her defasında Sesli ve Görüntülü Bilişim Sistemi (SEGBİS) ile bağlanarak katılabilen Ş ve K ‘ye verilen ceza sonrası “Savunma haklarının ihlal edildiği” gerekçesiyle yapılan temyiz başvurusu,  Yargıtay tarafından haklı bulunmuştur. Temyiz talebini inceleyen Yargıtay 16. Ceza Dairesi, Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) 6/1 maddesine atıfta bulunarak, “Tüm duruşmalardan önce SEGBİS sistemiyle savunma yapmak istemediklerini ve mahkemede hazır bulunarak savunma yapmak istediklerini beyan eden sanıkların müdafilerinin aynı yöndeki taleplerine rağmen duruşmalarda hazır bulundurulmayıp SEGBİS sistemi aracıyla yargılanması yapılarak mahkûmiyetine karar verilmesi suretiyle savunma haklarının kısıtlanması, kanuna aykırı, sanıklar ve müdafiler ile cumhuriyet savcısının temyiz itirazları bu itibarla yerinde görülmüş olduğundan, sair yönleri incelenmeyen hükümlerin öncelikle bu sebepten dolayı” mahkemece verilen cezanın bozulmasına oybirliğiyle karar vermiştir.

Sürgün edilen mahpusların yargılandıkları ilde faaliyet yürüten avukatları ile iletişim hakları da sürgün sevk uygulamasıyla ellerinden alınmaktadır.  Yaşanan bu fiili durum, ulusal yasalara ve uluslararası mevzuata aykırıdır. Avukatların Görevleri Hakkındaki BM temel İlkelerinde avukatla görüşmek için yeterli zamana sahip olma ve gizli görüşme hakkını tekrar etmektedir. 8. ve 22. ilkelerde şöyle denilmektedir:

Tutuklanan, alıkonulan veya hapse atılan herkese, avukat tarafından ziyaret edilmek, kendisiyle iletişim kurmak ve kendisine danışmak için yeterli fırsatlar, zaman ve tesisler gecikmeden, dinlenmeden veya sansüre uğramadan sağlanmalıdır. Bu tür müzakereler, kolluk kuvvetlerinin görüş mesafesinde olabilir ancak işitme mesafesinde olmamalıdır” (m.8). “Hükümetler, avukatlar ile müvekkilleri arasında, profesyonel ilişkileri gereği gerçekleşen tüm görüşmelerin ve müzakerelerin gizli olduğunu kabul etmeli ve buna saygı duymalıdır” (m.22).

Avrupa İşkencenin ve Diğer İnsanlık Dışı veya Onur Kırıcı Ceza veya Muamelenin Önlenmesi Komitesi (“CPT”), uzun yıllardır hukuki yardıma erken erişimin işkenceye karşı bir koruma olarak önemini vurgulamaktadır. CPT, taraf devletlere yardımcı olmak için tasarlanmış, kabul edilebilir standartlar, şartlar ve uygulamalardan oluşan birçok Genel Rapor düzenlemiştir.

İkinci Genel Raporunda, hukuki yardıma erişimin alıkonulan kişilere kötü muamele edilmesine karşı temel bir koruma olduğunu, özgürlükten mahrum kalınmasının başlangıcından itibaren geçerli olması gerektiğini ve avukat ile iletişim kurma ve avukat tarafından ziyaret edilme ve ilke olarak, sorgulama sırasında avukat bulundurma haklarını içermesi gerektiğini belirtmiştir.

Avukatların görevleri hakkında BM Temel İlkelerinden ve CPT raporlarından da anlaşıldığı üzere, mahpusların sürgün edilmesi avukatlarına olan erişimi engellemekte ve adil yargılanma hakkının da gasp edilmesine yol açmaktadır. CPT raporlarında vurgulanan bir diğer husus da avukatlara hemen erişimin aslında işkenceyi ve kötü muameleyi önlemede ne kadar elzem olduğudur.

Ancak, 15 Temmuz sonrası yaşanan keyfi ve uzun gözaltılar ve tutuklamalar, keza sürgün sevkler ve işkence vakaları, siyasal iktidarın kişi özgürlüğü ve güvenliği, adil yargılanma hakkı, işkence yasağı ve insan onuruna saygı gibi kavramlara ne kadar uzak olduğunu, ilan edilen OHAL ile birlikte, bu hakların askıya alındığını ortaya koymaktadır.

KAYNAK: HUKUK POLİTİK