İsmail Hakkı Adalı

Tarih 7 Ekim 1988. İstanbul E – 5 yolu üzerindeki Tuzla TIR kontrol noktasına İzmit tarafından içinde 4 genç bulunan kırmızı renkli bir otomobil yaklaşmaktadır. Az sonra başlarına gelecek felaketten haberleri yoktur. Kontrol noktasının her tarafı çok sayıda sivil-resmi polis ekiplerince sarılmıştır. Kırmızı araç içindekiler, polisin aldığı ihbara göre TİKKO militanıdır ve Kadıköy Emniyet Müdürlüğünü bombalayacaklardır. Araç beklenen noktaya geldiğinde polis kayıtlarına göre ‘dur’ ihtarında bulunulmuş, fakat durmadıkları gibi polise ateş açmışlardır. Polisler de ateşle karşılık vermiş ve araç içinde bulunan 4 genç öldürülmüştür. Öldürülenler İsmail Hakkı Adalı, Fevzi Yalçın, Kemal Soğukpınar ve Reha Şen’dir. Yaşları 20-30 arasındadır. Tamamı işçidir. Ölenlerden birinin cesedi yanında 14’lük bir tabanca bulunur. Araçta 300 civarında mermi girişi tespit edilmiştir. Otomobil adeta kalbura dönmüştür. Her cesette 7-68 arasında kurşun yarası vardır.

Dönemin Emniyet Genel Müdürü ölenlerin sabıkalı olmadıkları ve aranmadıkları yönündeki eleştirilere “teröristlerin sabıkasının olmaması, eylem yapmayacakları anlamına gelmez” demiş, dönemin İstanbul Emniyet Müdürü de “vur emrini ben verdim, dört dörtlük operasyon” şeklinde demeç vermiştir.

Katliam teröristlerin polisle çatışmaya girdiği gerekçesiyle herhangi bir dava açılmadan kapatılmaya çalışılır. Emniyetin olay tutanağı takipsizlikle kapatmaya uygun veriler içermektedir. Ancak kısmen kamuoyu baskısı kısmen de ölenlerin ailelerinin ve avukatlarının çabaları sonucunda Kartal Cumhuriyet Savcılığınca 16 polis hakkında zaruret sınırının aşılması sonucunda “faili gayri muayyen şekilde insan öldürme” suçundan dava açılır.

Ölenlerin ailelerinin bir çok avukatı arasında ben de vardım. Henüz mesleğin başındaydım ama faşizmin nasıl bir şey olduğunu, mahkemelerin böyle davalarda kolluk güçlerini koruyacağını, çabalarımızın sonuçsuz kalabileceğini biliyordum. Yine de umutluydum, çünkü her şey o kadar açık, suç o kadar belirgindi ki “cezasızlığın gerekçesi bulunamaz” diye düşünüyordum.

Sanıklar duruşmalar sırasında, ateş eden sanık polislerin de imzalarının bulunduğu Olay Tutanağını kanıt göstererek araç içindekilerin “dur” ihtarına uymadığını, kendileriyle çatışmaya girdiğini, TİKKO militanı olduklarını, Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu gereğince silah kullanmaya hakları olduğunu savundular. Avukatları polislerin eyleminin yasalara uygun olduğunu, polisin kendisine silah çekenlere karşı silahla karşılık vermesinin onların yetkileri dahilinde bulunduğunu, beraatleri gerektiğini söylediler.

Buna karşılık katılan vekilleri olarak bizler genel hatlarıyla şunları anlatarak sanıkların kasten adam öldürme suçundan cezalandırılmasını talep ettik:

. Her tarafı polislerce tutulmuş yol üzerinde ölenlerin kaçma ihtimali yoktur. “Dur” ihtarına uyulmadığı kabul edilse bile kısa bir takiple yakalanmaları çok kolaydır.

. Araç durmamış olsa dahi durdurmak için tekerleklerine ateş edilmek yerine neden 16 polis tarafından ateş edilerek araçta 300 mermi isabetine ve ölenlerde 7.68 mermi girişine yolaçılmıştır ? Bu eylemde hangi zaruret veya haklılık payı bulunabilir ? Kurşunların aracın tekerleklerine değil de aracın camlarına, kaportasına ve tavanına isabet etmesi yakalamak yerine öldürmenin amaçlandığını gösteren en önemli kanıt değil midir ?

. Ölenler yasadışı örgüt militanı olsa dahi sağ yakalanmak yerine öldürülmelerine hangi yasa izin vermektedir ?

. İlk yapılan açıklamalarda ve olay tutanağında olay yerinde bir tabanca bulunduğu söylendiği halde daha sonra Emniyette yapılan aramada bir tabanca daha bulunması şüpheli değil midir?

. Bir tabanca ile Kadıköy Emniyet Müdürlüğünün basılması nasıl mümkün olabilir ? Emniyet Müdürlüğüne saldırı yapmaya gidiyorlarsa bombalar, ağır silahlar nerededir ?

. Ölenlerin çatışmaya girdiklerine dair bir tabanca dışında kanıt olmaması ve hiçbir polisin yaralanmaması çatışma savunmasını bertaraf edici nitelikte değil midir ?

. Olay yerinde keşif yapıldığı takdirde ölenlerin kaçma ihtimali olmadığı açıklıkla görülecektir. Mahkeme bu keşiften neden kaçınmaktadır ?

. Bir çatışma olduğu kabul edilse dahi 16 polisin birden araç içindekilere yüzlerce mermi sıkmasının yasal bir dayanağı var mıdır ?

Kasıtlı hatta planlı öldürme hiçbir kuşkuya yer vermeyecek şekilde ortada olduğu halde Mahkemece olay yerinde keşif dahi yapılmadan, Olay Tutanağı ve sanıkların savunmalarında belirttikleri çatışma iddiası doğru kabul edilerek meşru savunma ve Polis Vazife Selahiyetleri Kanununun ilgili hükümleri gereğince sanıkların tamamının beraatlerine karar verildi. Bu karar Yargıtayca onaylandı. Ancak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bu olayda silah kullanma sınırlarının aşıldığı gerekçesiyle Türkiye devletini mahkum etti.

Yıllar Sonra Bir İtiraf

Olaydan 23 yıl geçtikten sonra 2010 yılında o dönem polislerin avukatlığını yapan Ömer Yeşilyurt Radikal gazetesinden İsmail Saymaz’a şunları söyleyecekti :

-Burada yargısız infaz var mıydı?

Yargısız infaz vardı” demek, o günkü avukatlığımı inkâr etmektir. Bunu yapmam. Günahı vebali, soruşturmayı yapıp savcının veya hâkimin önüne getirenlerindir. Bakın, bir şey var: Sonraki operasyonda, oradakilerle bağlantılı ağır silahlar bulunduğu tespit edildi. O gün öldürülenler silahlara ulaşmadan ortadan kaldırıldılar. Devlet aceleci davrandı.

-Sağ ele geçirilemezler miydi?

Mümkün olabilirdi. Arabanın lastiklerine ateş edersin, mermisinin bitmesini beklersin, siper alırsın… Silahlara ulaşılmadan operasyonun yapılması yanlıştı.

-Yüzlerce kurşun isabet etmiş. Büyük bir rakam değil mi?

Çok büyük…

-Çıktığı iddia edilen silahlar ağır nitelikte miydi?

Hafifti. En fazla 10 tane atardı.

-Silah atılmış olsa bile, orantıdan bahsedebilir miyiz?

Orantı olmadığı ortada.

-Dava bugün görülse polisler beraat edebilir miydi?

Edemezdi.

-Ne ceza alırlardı?

Kasten adam öldürmek ya da kastın aşılması suretiyle adam öldürmekten.

-Çatışma yorumu çıkar mıydı?

Çıkmayabilirdi.

-Kasten adam öldürmeye varabilirdi.

Arabayı insanları öldürmeden alabilirken alınmaması; iki silaha, cılız sese karşılık bunca mermi atılması kastın aşılmasıdır.

-Hukuk yara aldı mı?

O gün olsa, ‘Yara almadı’ derdim. Bugün ‘Hukuk yara aldı’ diyorum. Bugünkü şartlarda, doğru karar olduğuna inanmıyorum.

-Polisler görevlerine devam etti mi?

Hepsi devam etti, hatta terfi etti. Bazıları müfettiş oldu.

-Başka davalar da aldınız değil mi; işkence gibi.

25 sene yoğun şekilde polis davalarına baktım.

-Hiç dava kaybettiniz mi?

Hayır.

-Hepsini kazanmış olmak bir avukatlık başarısı mıdır?

Tek başına değildir.

-Peki, nedir?

O dönem, sokakta silahlı örgütlerle mücadele eden polisleri koruyan bir şemsiye olduğunu kimse inkâr edemez.

-Kim koruyordu?

Devlet politikasıydı. Yoksa polis bulamazdınız.

-Devlet suç işleyen polise sahip mi çıkıyordu?

Devletin o zamanki milli refleksi koruyordu.

Ömer Yeşilyurt’un silahlı örgütlerle mücadele eden polisleri koruyan bir devlet şemsiyesi bulunduğu yönündeki tespiti doğru olmakla birlikte yanıldığı iki nokta vardı. Birincisi bu koruma kollama şemsiyesi yalnızca silahlı örgütlerle mücadele eden polisler için açılmıyordu, adli olaylarda da aynı şemsiye açılıyordu. İkinci yanılgısı “bugün olsa polisler beraat edemezdi, kasten öldürmekten ya da kastın aşılması suretiyle adam öldürmekten ceza alırlardı” tespitiydi. Değişen bir şey olmadığını hayat herkese gösterdi. Yalnızca şemsiyenin rengi griden yeşile dönüşmüştü, hepsi o kadar. Ancak kabul etmek gerekir ki Ömer Yeşilyurt gibi “başarılı” avukatlar o davaları kazanmaya, benim gibi onların karşısındaki “başarısız” avukatlar kaybetmeye devam etti. Nitekim az sonra anlatacağım Dilek Doğan davasını da kaybeden yine biz, kazanan Yeşilyurt gibi bir avukattı.

Devam Eden Süreç

Adalı ve arkadaşlarının öldürülmesi sonrasında buna benzer kolluk cinayetleri hız kazandı. Ülkenin batı yakasında bazen dava açılırken doğusunda neredeyse her olay takipsizlikle kapatıldı. Politik kökenli cinayetlerde mekanizma şöyle işliyordu : Devletin güvenlik güçleri kendilerince bazı kişileri tehlikeli görüyor, bunlara yönelik operasyon yapıyor, en küçük bir direnişte sağ yakalamak yerine öldürmeyi tercih ediyor, bazen de hiç çatışma olmadığı halde öldürüp çatışma olmuş gibi tutanak tutuyordu. Bu tutanakların aksini ispatlamak neredeyse imkansızdı. En çok kullanılan söz “ ‘teslim ol’ çağrısına uymayan teröristler polise ateş açınca öldürüldü” sözüydü. Güvenlik güçleri böyle söylediği anda artık yapacak hiçbir şey kalmıyordu. Ölenin silahı gerçekten var mıydı, sonradan mı konuldu, varsa bile bununla ateş etti mi, etse bile hiçbir polis yaralandı mı, evin ya da sokağın içinde kıstırılan bir kişi neden sağ yakalanmadı gibi sorular Türkiye adalet makamlarının sorduğu sorular olmadı. Çoğu cinayetin davası dahi açılmadı. Nadiren açılan davalar da ya kamuoyu baskısı ile ya da infaz olduğu neredeyse kesine yakın olduğunda açıldı. İddianameler her zaman çok utangaç, adeta sanıklardan özür diler nitelikte oldu. Kanıtlar hiçbir zaman düzgün bir şekilde toplanmadı. Bu şekilde açılan bir davanın sonu da baştan belliydi zaten : Çoğunlukla beraat, nadiren küçük bir ceza.

Adalı ve arkadaşlarının öldürüldüğü tarihten bu yana geçen 30 yıllık süreçte tüm Türkiye çapındaki kolluk cinayetlerinde bir elin parmaklarını aşmayan dava dışında adil bir sonuca yaklaşan karar hatırlamıyorum. Faillerin neredeyse hiç tutuklanmadığını, açığa alınmadığını, görevlerine devam ettiğini, hatta bir çoğunun daha sonra terfi ettiğini de ekleyelim.

Benzer koruma kollama mekanizması politika dışı nedenlerle işlenen suçlarda da çalışır. Örneğin herhangi bir kişi polisin dur ihtarına uymazsa ya da polisle sert bir tartışmaya girerse öldürülebilir ve benzer korumadan yararlanır. Emniyet Müdürlüğünün hiç değişmeyen refleksi hemen memurunu suçsuz çıkartan ya da suçunu çok hafifleten bir olay tutanağı hazırlamak ve basına buna uygun bir demeç vermektir. Bu tutanakta neredeyse her zaman failin de imzası bulunur. Yukarıda da değindik, bu tutanakla başetmek adeta imkansızdır. Tanıklıklar yetmez, çünkü savcılara göre tanık devletin polisinden daha mı doğru söyleyecektir. Belki olayın oluşumunu gösteren bir görüntü, bir kayıt elde edilebilirse bu tutanağın aksi ispatlanabilir. Ancak bazen her şeyi ispatlayan görüntü kayıtlarına rağmen savcılar ve hakimler yine de polis tutanağını doğru kabul edebilir. Bu imkansız denilen işi de yine ancak o “çılgın Türkler” başarabilir. Nitekim başardılar. Şimdi bunun hikayesini anlatacağım.

Dilek Doğan

Yine bir Ekim ayı. Yıl 2015. Adalı ve arkadaşların öldürülmesinden 27 yıl sonra. Gece saat 04.00 sıralarında bir kısmı maskeli polisler İstanbul, Sarıyer, Küçükarmutlu Mahallesinde bir evin etrafını sararlar. Ev sahibinin oğlu iki arkadaşı ile birlikte bahçede sohbet etmektedir. Polislerin şefi olan özel harekatçı evde arama yapacaklarını söyler. Ev sahibinin oğlu kapıyı açar, o sırada ev sahibi karı koca ve kızları Dilek Doğan da seslere uyanır. Özel harekatçı polis şefi aradıkları kızın ismini söyleyerek evde olup olmadığını sorar. Evdekiler olmadığını söyler. Bu sırada Dilek Doğan ve ağabeyi arama yapacak polislere galoş giymelerini söyler. Polisler buna uymayınca Dilek Doğan tekrar hatırlatır. Arama sırasında polislerle bunun dışında bir tartışma yaşanmaz. Odanın birinde eşyalar aranmaya başlanır. Arama yapılırken Dilek Doğan’ın ağabeyi Ankara Gar katliamında polisin önlem almamasını eleştiren bir konuşma yapmaktadır. Tam bu sırada o an bahçede bulunan özel harekatçı elindeki MP-5 tüfekle 3 defa “ben sana ne dedim” diyerek hızla hole girer ve 1 metreye 2 metre boyutundaki holde yan yana durmakta olan kardeşlerden Dilek Doğan’ı göğsünden vurur. Ailenin tüm çabalarına rağmen 40 dakika süreyle hastaneye götürülmesine izin verilmeyen Dilek Doğan bir hafta sonra hastanede yaşamını yitirir.

Olaydan kısa bir süre sonra orada bulunan polislerin tamamının imzasını taşıyan bir olay tutanağı düzenlenir. Bu tutanak muhtemelen amirleri durumunda olduğundan Dilek Doğan’ı vuran polis tarafından yazdırılmıştır. Tutanağa göre arama yapıldığı esnada Dilek Doğan’ın ağabeyi “sizde suç yok, sizi buraya gönderen yavşaklarda suç” -daha sonra böyle bir söz söylenmediği anlaşılmıştır- diyerek polisin Ankara katliamındaki tutumunu eleştiren konuşma yaparken Dilek Doğan’la birlikte ağabeyi, annesi, babası özel harekatçı polise fiili olarak saldırmış ve itiş kakış sırasında ağabeyi polisin elindeki silahı almaya çalışırken arbede sırasında silah patlamış, böylelikle Dilek Doğan’ın ağabeyi Dilek Doğan’ın ölümüne yol açmıştır. Ne güzel değil mi ? Hem 24 yaşında gencecik bir kızı vuracaksın, bununla da yetinmeyecek ve ağabeyi de içeri tıkmaya çalışacaksın. Şeytanın aklına gelmeyen Türk polisinin aklına gelir. Ancak hesap etmedikleri bir şey vardır. Soruşturma Savcısı Dilek Doğan’ın ağabeyi aleyhine soruşturma sürdürürken, bir kamera kaydı Savcıya ulaşır. Bu kayıt, arama sırasında bir polis memuru tarafından yeni mevzuat gereğince çekilen bir kayıttır. Kamera görüntüleri polis tutanağının tam aksini ispatlar niteliktedir. Bu görüntülerin basın yayın organları tarafından yayımlanmasından sonra kamuoyu ilgisi artar. Savcı polis memuru hakkında dava açmak zorunda kalır.

İddianamede “ihmali davranışla kasten insan öldürme” ( TCK madde 83, alt sınırı 15 yıl) suçundan dava açılır. Ancak ihmali davranışın ne olduğu açıklanmaz. Sadece ifadeler ve kamera kaydı ardarda sıralanır ve sevk maddesi yazılır. Sanık dava açılmadan önce tutuklama ya da adli kontrolle serbest bırakılma talebiyle Sulh Ceza Hakimliğine sevkedilir. Hakimliğin kararı tahmin edilebileceği gibi “haftada bir imza adli kontrolü ile serbest bırakılma” şeklindedir. Bu kararda dikkat çeken husus, serbest bırakma gerekçesi olarak sanığın elinde atış artığına rastlanmamış olduğuna dair balistik raporunun gösterilmiş olmasıdır. Oysa aynı rapor içerisinde özellikle uzun namlulu silahlarda atış artığına rastlanma ihtimalinin çok düşük olduğu belirtilmektedir. Hakim sanığın lehine olanı görmekte, aleyhine olanı görmezden gelmektedir. Sanık şu ana kadar açığa alınmamış olup görevini sürdürmektedir.

Sanık yargılama sırasında, Dilek Doğan’ın kendisi, annesi, babası ve ağabeyinin arama yapılan yere geçmek istediklerini, bunu engellemek isterken aralarında arbede ve boğuşma çıktığını, bu sırada Dilek Doğan’ın ağabeyinin tetiğe basması ile Dilek Doğan’ın vurulduğunu savunmuştur.

Katılan vekilleri olarak bizler ise özellikle şu hususlar üzerinde durduk:

. Olay sanığın kasıtlı hareketi sonucunda meydana gelmiştir. Herhangi bir arbede yaşanmamıştır. Kamera kaydı olayın gelişimini net olarak ortaya koymaktadır. Kamera her ne kadar Dilek Doğan’ın vurulduğu holü çekmemekte ise de holdeki tüm sesler 3 metre uzaklıktaki kameraya yansımaktadır. Eğer arbede, boğuşma gibi bir durum yaşansaydı bunun kameraya ses olarak yansıması gerekirdi. Böyle bir yansıma yoktur.

. Sanığın bahçeden hole harekete geçişi ile silahın patlaması arasında 5 saniyelik bir süre vardır. Bu 5 saniyelik süre arbede ve boğuşma için yeterli bir süre değildir. Olay esnasında sanığın konuşmalarının ses dalga boyutları da uzaktan yakına doğru hareketlendiğini ispatlamaktadır.

. Dava dosyasına baştan girmeyen, duruşmalar sırasında Mahkemece istendikten sonra Emniyette silinen ve daha sonra Mahkemeye getirilip Jandarma Kriminal tarafından görüntüsü geri getirilen kamera kaydında da polislerin bir kısmı kendi aralarında yaptıkları konuşmalarda Dilek Doğan’ın sanık özel harekatçı tarafından vurulduğunu söylemektedir.

. Dilek Doğan’ın annesi, babası ve ağabeyi olayın görgü tanıklarıdır. Olay gözleri önünde cereyan etmiştir. Bu nedenle arbede çıkmadığına dair tanıklıklarına itibar edilmelidir. Diğer yandan bazı polis memurları ile sivil tanıklar da herhangi bir arbede çıkmadığını, silah kullanılmasını gerektiren bir durum olmadığını söylemişlerdir.

. Sanığın silahı Dilek Doğan’ın ağabeyinin ateşlediğine dair savunmasını doğrulayan hiçbir tanık yoktur. Sadece arbede çıktığına dair savunmasını doğrulayan 2 polis memurunun tanıklığı mevcut ise de bunlar da Emniyette başka Mahkemede başka ifade verdiğinden ve beyanlarının aksi kamera kayıtları ile ispatlandığından bu beyanlara itibar edilemez.

. Sanıkla Dilek Doğan arasında önceden bir tanışıklık olmasa da sanık aramaya gittiği evin mensuplarına terörist ya da terör destekçisi önyargısı ile baktığından, bu ideolojik husumetin ve galoş tartışmalarının etkisi ile sinirlenmek suretiyle Dilek Doğan’ı vurmuştur. Bu durumda “kasten insan öldürme” suçu işlenmiştir. Bu kabul edilmediği takdirde en azından “olası kast”tan ceza verilmelidir.

Katılan vekilleri duruşmanın başından itibaren sanığın tutuklanmasını talep etmiş, bu talep Mahkemece kabul edilmediği gibi katılan tarafın tutuklama talep edemeyeceği yönünde ara karar vermiştir. Duruşmalar izleyicilerin bazı sözleri nedeniyle kapalı yapılmıştır. Hatta son duruşmada Dilek Doğan’ın annesi sanık vekiline laf attı diye duruşmadan çıkarma kararı verilmiştir. Mahkeme evladını kaybeden bir annenin anlık feryadına tahammül edemezken, az sonra değinileceği gibi verdiği kararla sanığa sonsuz bir hoşgörüde bulunmuştur.

Savcı esas hakkında mütalaasında koruma ve kollamanın başeseri sayılabilecek nitelikte görüşler ileri sürmüştür. Savcıya göre “Kamera delil değildir, çünkü tam olay yerini çekmemektedir. Silinip daha sonra ortaya çıkan görüntüler de olaydan sonraya aittir. Dilek’in ailesi ile sanığın beyanı çeliştiğinden onların beyanlarına da itibar edilemez. Geriye itibar edilecek tek kanıt kalır, o da olay tutanağıdır. Ancak sanığın da çok küçük bir kusuru vardır. Ortamın güvenli olduğu anlaşıldığı halde tüfeğinin emniyetini kapatmamıştır. Öyleyse sanık taksirle ölüme sebebiyet vermekten cezalandırılmalıdır. Ancak ortak taksir yani Dilek ve ailesinin arbede çıkartarak silahın emniyetini kapatmayan sanıkla birlikte ölüme yol açtığı da dikkate alınmalıdır. Dilek Doğan’ın anne, babası ile ağabeyinin cezai sorumluluğu bulunmaktadır”. Dilek Doğan’ın ailesine henüz dava açılmadı, bekliyoruz.

Bu mütalaadan sonra artık Mahkemenin yolu iyice açılmıştır. Karar “taksirle ölüme yo laçma” şeklinde verilmiştir. Mahkeme lütfedip tüfeğin emniyetinin kapatılmamasını Savcıdan biraz daha ağır bir kusur kabul ederek basit taksiri bilinçli taksire çevirmiş, cezayı da üst sınırdan vermiştir. Sonuçta Dilek Doğan’ı katleden polis 6 yıl 3 ay hapisle cezalandırılmıştır. Yeni infaz kuralları gereğince sanık 1 ay kapalı cezaevinde, 1 yıl da açık cezaevinde kaldıktan sonra serbest kalacaktır. Kamera önünde işlenen kasıtlı cinayetin karşılığı işte sadece bu kadardır. Karara karşı istinaf yoluna başvurulmuş durumdadır, ancak sonucun değişeceği kanaatini taşımıyorum.

Genel Değerlendirme ve Sonuç

İsmail Hakkı Adalı’dan Dilek Doğan’a, Cizre bodrumlarından Tahir Elçi’ye, daha birkaç gün önce Diyarbakır nevruz kutlamalarında katledilen Kemal Kurkut’a kadar güvenlik güçlerince işlenen adli ya da siyasi motifli binlerce cinayet bir faşizm klasiğidir. Bu cinayetlerin bir kısmında faillerin hiç bulunmamış olması ve faili belli olanlarda da kolluk görevlilerin yargı tarafından cezalandırılmak yerine ya hiç dava açılmaması ya da açılan davaların sanıkların aklanması ile sonuçlanması da bir başka faşizm klasiğidir. Burjuva demokrasilerinde en azından kendi koyduğu yasaya uygun davranma konusunda hassasiyet gösterilirken bizim gibi yoksulluğun kol gezdiği geri kalmış ülkelerde halkın sistemden memnuniyetsizliği o kadar kapsamlıdır ki yönetenler ırkçılık, dincilik, gelenekçilik, eşitsizlik, adaletsizlik eşliğinde halka karşı amansız bir baskı kurarak sistemlerini ayakta tutmaya çalışırlar. Bu baskıyı kurabilmenin bir yolu da kendi koyduğu yasalara dahi uymamaktan geçer.

Cezasızlık politikasının yasalardan kaynaklandığı kanısında değilim. Gerek Türk Ceza Yasası’na gerekse Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu’na bakıldığında, güvenlik güçlerinin silah kullanma yetkisinin önemli ölçüde sınırlandığı görülmektedir. Bu konuda yasaların kusursuz olduğunu söylememekle birlikte olumlu anlamda uygulamadan daha ileride olduğunu düşünüyorum.

O halde sorun nereden kaynaklanmaktadır ? Kanımca sorunun temel kaynağı yargının devletçi- baskıcı anlayışıdır. Yargı mensupları kendilerini devleti de denetleyen bağımsız ve tarafsız birer adalet mensubu olarak görmek yerine maaşını devletten alan devlet memuru olarak görmekte, önüne gelen davalarda devletin yüce menfaatlerini kollamayı görev bilmektedir. Bu tavır yargıda her olayda hemen ortaya çıkan bir refleks olmakla birlikte kökenini çok eskilerden gelen yargı kültüründen alır. Belirtelim ki bu kültür dışına çıkarak adil bir karar vermeye çalışan bir yargı mensubunun sürgünden meslekten çıkartılmaya kadar başına gelmeyen kalmaz. Yargı kendini devletin koruyucusu yerine koymaya hem gönüllüdür hem de bağımsız ve tarafsız olmasının güvenceleri yoktur.

Koruma kollama mekanizması kollukta başlayıp Savcıda devam eder ve Mahkemelerde son mühür vurulur. Deliller toplanmaz ya da bir şekilde karartılır, öncelikle yargıya gitmeden çözülmeye çalışılır. Kapatılma olanağı yoksa göstermelik bir dava açılır. Savcı iddianameleri netlik ve kanıta dayalı olmaktan ziyade belirsizlikler içerir. Mahkemeler de sonsuz takdir yetkilerini kullanarak sanıkların en çok lehine olabilecek kararları verirler. Yargılamaların aklama operasyonuna dönüşmesi doğal olarak yeni cinayetlerin önünü açar. Yargı polisin elini soğutmamak adına, suçla mücadelede zafiyet yaşanmaması adına cinayet gibi, işkence gibi yurttaşların yaşam güvencesini , vücut bütünlüğünü yok eden çok daha ağır suçlara geçit verir. Nitekim Dilek Doğan’ın katlinden kısa bir süre sonra aynı mahallede işinden evine giden Yılmaz Öztürk polis karakoluna saldıranlar arasında bulunduğu zannıyla bir polis memuru tarafından yakın mesafeden sırtından vurulmuş, soruşturma sırasında Yılmaz’ın karakola saldırı olayıyla bir ilgisi olmadığı anlaşılmış fakat onun katili de serbest bırakılmıştır. Oysa Dilek Doğan’ın katili tutuklanmış olsaydı Yılmaz’ı vuran polis memuru silahını ateşlerken çok daha dikkatli davranacak ve Yılmaz belki de şimdi yaşıyor olacaktı. Yılmaz’ın davası halen devam ediyor, sanık tüm ısrarlarımıza rağmen yine tutuklanmıyor ve görevini sürdürüyor. Peki o davadan adil bir sonuç bekliyor muyum ? Hayır.

Egemen yargı kültürü ve pratiğinin devletin güvenliğini öne çıkartıp yurttaşların yaşam hakkı dahil hak ve özgürlüklerini hiçe sayması, aynı yere beton gibi çakılıp adalet adına bir milimetre dahi ilerlememesi her iktidar dönemine özgüdür. Hükümetler değişse de yargı değişmiyor. Bütün bu infazlarda failler kadar yargının da sorumlu olduğu tartışmasızdır. Yargı bu ülkenin yurttaşlarını adil bir hukuk uygulamasının güveni içinde yaşatmak yerine kolluk görevlilerinin insafına terketmekle tarih ve toplum önünde sorumludur.

Peki yargılamalar bir aklama operasyonuna dönüşüyorsa, neredeyse hep aynı oyun sahnelenip duruyorsa bu davalara katılmak adaletsiz kararlara meşruiyet kazandırmış olmuyor mu ? Bütün emekler, çabalar göz göre göre heba ediliyor, ne kadar haklı olursa olsun hiçbir söz o savcılar, o yargıçlar nezdinde bir değer kazanmıyor, tüm anlatılanlar soğuk mahkeme duvarlarına çarparak geri dönüyorsa, adalet temsilcisi iddiasıyla kürsülerde oturan savcı ve hakimler bütün feryatlara kör, sağır ve dilsiz kalıyorsa, katılan avukatları kendileri konuşup kendileri dinliyorsa bu davalara katılmanın hangi anlamı olabilir ki ? Bu tip davaları takip eden bir çok avukat bu soruları kendine sorar ve bir figüran rolüne mahkum edildiğini hisseder. Nitekim Dilek Doğan davası sonuçlandıktan sonra bunların hepsi aklımdan geçti, hatta arkadaşlarla paylaştım. Bu duygularla, bu düşüncelerle basın açıklamasının yapıldığı yere gittiğimde Berkin Elvan’ın anne babasının da orada olduğunu gördüm. Yakında onların çocuğunun davası da aynı Adliyede görülecek. “Artık ben yokum” diyebilir miydim onlara ? Yalnız bırakabilir miydim ? “Sizin çocuğunuz için de orada olacağız, mücadeleye devam” dedim. Onları yalnız bırakmamak yanında o kürsülerde söylediğimiz her söz, adil bir karar almamızı sağlamamış olsa da toplumsal belleğin kayıtlarına geçerek adil ve özgür bir yaşamın oluşumuna katkı sunuyor olmalıdır. Tek tesellimiz budur.

KAYNAK : HUKUK POLİTİK