“Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar Raporu” 22 Ekim 2004’te yapılan basın toplantısıyla kamuoyuna duyuruldu. Raporu hazırlayan Prof. Dr. Baskın Oran ve Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu hakkında “vatana ihanet” suç duyurusunda bulunuldu. Hemen arkasından da iki akademisyen hakkında ‘halkı kin ve düşmanlığa tahrik etme” ve ”devletin yargı organlarını alenen aşağılama” suçlamalarıyla Ankara 28. Asliye Ceza Mahkemesi’nde dava açıldı. Uzun süren yargılamalardan sonra Kaboğlu ve Oran ”halkı kin ve düşmanlığa tahrik” suçundan beraat ederken ”devletin yargı organlarını alenen aşağılama” suçlaması açılan kamu davası ise düştü.
Rapora en fazla saldırılan nokta vatandaşlık tanımında “Türklük” yerine “Türkiyelilik” kavramının kullanılmasının önerilmesi oldu. Bu rapor, yakın tarih içinde hukuk ve siyaset tartışmaların iç içe geçtiği en görünür tartışmayı sundu bizlere. Bu önemi nedeniyle ilk olarak, Baskın Oran’ın Birikim Dergisi’nin 188. sayısı (Aralık 2004) için yazdığı yazının kısaltılmış halini sizlerle paylaşıyoruz. Yazının sonunda ise tüm tartışmanın odak noktası olan “Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar Raporu”nun tam metnini okuyabilirsiniz.  
Raporu ve hikâyesini anlatan bu yazıyı, bir sonraki yazıda iki bölüm olarak erişime sunacağımız “karşı iddianame” metnine bir ısınma turu ve giriş yazısı olarak düşündük. “Karşı iddianame” Oran’ın mahkemede yaptığı savunmaya verdiği başlık. Bu giriş yazısından sonra iki bölüm halinde “karşı iddianameyi” sizlerle paylaşacağız. Oran’ın savunması, yerleşmiş hukuk usul kalıpları ve kavramlarını eğip büken, savunmadan politik bir hat kuran bir metin. İçerdiği konu açısından olmasa da metinde izlenen usul, dil kullanma biçimi ve hukuki olmayanın karşısında alınan tavır günümüz tartışmalarına temel bir kaynak oluşturabilir. Üç yazıda tamamlayacağımız yazı dizisini keyifli okumanız dileğiyle.
Pamuk’un kahramanına öykünüp de, “Bir rapor okudum, dünyam değişti” diyecek değilsiniz elbette. Ama hiçbir şey, hiçbir şeyden sonra aynı şey olamayacağına göre; Türkiye’nin de, “azınlık-çoğunluk”, “üst kimlik-alt kimlik”, “objektif kimlik-sübjektif kimlik”, “dominant olan-olmayan”, “Türkiyeli-Türk Anadolulu” vb. kavramları öğrendikten sonra artık bu tür kavramlar olmadan tartışamayacağı da koskoca bir gerçek.
Raporun yaptığı asıl önemli iş, Türkiye’nin kafasındaki kavramları çeşitlendirmek oldu. Rapora sövüp sayanlar bile, görüyorsunuz, “Alt kimlik-üst kimlik” ve “Türk-Türkiyeli” gibi sınıflandırmaları kullanmadan konuşamaz hale geldi.
Bu çok hayırlı bir gelişmedir ve korkmayın artık geri gitmez.
Rapora gelen itirazlar ve cevapları
Bunları kabaca beş grupta toplayabiliriz:
1- “Rapor usulsüzdür, yok hükmündedir”.
Bu eleştiriyi kendi içinde beşe ayırmak mümkün.
a) Hükümet:“Bu raporu biz istemedik, resmi değildir”.
Bu beyanın doğru olan tarafı: Hükümet böyle bir rapor talep etmedi. Raporu, İnsan Hakları Danışma Kurulu (İHDK), kendisiyle ilgili yönetmeliğin “Kurulun Görevleri” başlıklı 5. maddesinin a, b, ve d şıklarının kendisine insan hakları konusunda verdiği “tavsiyelerde bulunmak, öneriler ve raporlar sunmak, görüş bildirmek, idari önlemlerin alınmasını tavsiye etmek” yetkilerini yerine getirmek için resen hazırladı.
Yanlış olan da şu: İHDK, bir yasayla kurulmasının ve bir de yönetmeliğe sahip bulunmasının gösterdiği gibi, resmi bir kuruluş. İnsan Haklarıyla Görevli Devlet Bakanlığı aracılığıyla Başbakanlığa bağlı. Nitekim, yönetmeliğin daha 1. maddesi “Başbakanlık bünyesinde kurulan İHDK…” diyor.
b) Hükümet:“Önce basına açıklanması usulsüzdür”
Hükümet tarafından talep edilmemiş bir raporun önce hükümete sunulması zorunluluğu var mıdır, yok mudur tartışması bir yana, İHDK dışındaki kamuoyunun bilmediği bir husus var:
İHDK’nin bugün kadarki bütün toplantıları medya temsilcilerine açık yapıldı. Yani, raporun bütün tartışmaları medya önünde cereyan ettiği gibi, metni de basılı ve e-posta mesajı olarak her zaman herkese açık oldu. Anlaşılan, hükümet, kendisini saldırı yağmurundan kurtarabilmek için bir de bu argümanı kullandı.
c) GONGO’lar (Hükümet tarafından desteklenen sivil toplum kuruluşları):“Oylama geçersizdir”.
Yönetmeğin ilgili maddesi şöyle: “Madde 6/f: Toplantı, üye tam sayısının yarıdan bir fazlası ile yapılır. Kararlar toplantıya katılanların yarısının bir fazlası ile alınır. Eşitlik halinde Kurul Başkanının oyu iki oy sayılır”.
Oylama gününün tablosu şöyle: İHDK’nin o zaman tam üye sayısı 78. Gündeminde Raporun oylanacağı da yer alan toplantıda (1 Ekim) sabah oturum başlarken 67 imza var. Öğlen yemek için ara verilip devam edildi. Başta “Hukukun Egemenliği Derneği” olmak üzere birtakım dernekler durmadan: “Tartışmalar yeterli değildir, oylamaya geçemeyiz” diye itiraz ettiklerinden, oylamaya ancak 17.00 gibi geçilebildi.
Sonuçta: Olumlu 24; olumsuz: 7; çekimser: 2 oy çıktı. Bu sonuca, toplantıda hiçbir kurum veya üye en ufak bir itiraz yükseltmedi. İtirazlar daha
Sonraki günlerde ve haftalarda ortaya çıktı.
d) GONGO’lar:“Rapor değiştirilmiştir”
Rapora karşı ileri sürülen iddialar arasında en gülüncü, bu.
Anlatayım: Rapor kabul edilince, Başkan Prof. Kaboğlu şöyle dedi: “Ben burada Prof. Oran’dan şahsen bir temennide bulunmak istiyorum. Acaba raporu bir gözden geçirip, getirilen eleştirilerin bir kısmını dikkate alacak biçimde bir revizyon yapılabilir mi, özellikle sonuç kısmında bir tekrar var gibi gözüküyor, ona bir bakabilir mi?”.
Ben de bir daha baktım, raporun sonuç ve öneriler kısmının son paragrafı, iki sayfa yukarıda da geçen “Türkiyeli” önermesinin bir tekrarı mahiyetindedir. Bu durumda o mükerrer paragrafı çıkardım, yukarıda da gereken cümle yapısı değişikliğini yaparak rapora son biçimini verdim.
Tam bu noktayla ilgili olarak, Prof. Kaboğlu’nun çok önemli bir saptaması var. Diyor ki: “Raporun kabulü için oy verenler, raporun, oylandıktan sonra gözden geçirilerek bir anlamda yumuşatılmasına belki itiraz edebilirlerdi. Ama raporun reddi için oy verenler itiraz edemezler, çünkü ufak da olsa yapılan değişiklik onların istediği yönde yapıldı”.
Ne kadar ilginç değil mi? Raporun kabulünü bir buçuk yıl uğraş verdikleri halde önleyemeyenlerin, panik içinde nelerden medet umabildikleri çok öğretici.
e) GONGO’lar:“Rapor usul yönünden iptal edilmelidir”.
Yine bu noktayla ilgili olarak Prof. Kaboğlu’nun gözlemini aktarayım, başka bir şey gerekmez: “Burada, yalnızca danışma niteliği taşıyan bir rapordan söz ediyoruz. Bir anayasa değişikliği veya yasa oylaması hakkındaki usule ilişkin itirazlar bile, Anayasa Mahkemesine en geç 10 gün içinde yapılmalıdır. Burada ise, danışma raporunun kabulünden 20 küsur gün sonra başvuruluyor!”.
2- “Rapor Lozan’ı reddediyor, Sevr’i geri getirmek istiyor”
Biz raporda Lozan’ın reddi konusunda tek bir kelime etmedik. Tam tersine, Lozan’ın tam uygulanmasını talep ederek şunları söyledik:
Devletimizin kurucu antlaşması Lozan bugün Türkiye tarafından ya çok sınırlı olarak uygulanmaktadır, ya da hiç uygulanmamaktadır. Bu durum, Türkiye’nin geçen 81 yıl içinde imzaladığı insan hakları metinleri de dikkate alınırsa, çağdaş gelişmelere ters düşmek yüzünden ülkemizi uluslararası planda çok zor durumda bırakmaktadır. İçte ise, 39/4’ün getirdiği “her türlü dili kullanma” hakkının hiç uygulanmamış oluşu, PKK’ya paha biçilmez bir bahane vermiştir: “Sana anadilini haram ettiler”.
Raporda Sevr’e atıf ise, yalnızca “Sevr Sendromu” teriminde geçiyor. Yani, sanki 1920 Sevr ortamı varmış gibi bir korku yayarak, insan hakları gelişmelerini “parçalayıcı” olarak nitelemekle ilgili olarak.
3- “Üniter devlet yıkılmak isteniyor, Türkiye bölünmek isteniyor”
Raporda, üniter yapının federal yapıya dönüştürülmesi konusunda tek bir kelime bulunmuyor. Ülkenin bölünüp bölünmemesi konusundaki tek cümle de böyle: “Devletin ülkesiyle bölünmez bütünlüğü son derece doğal ve tüm dünyada tartışmasız kabul edilen bir husustur.”
Diğer yandan, insan haklarını eksiksiz uygulamak suretiyle devletin yurttaşını “zoraki” olmaktan çıkartıp “gönüllü” yurttaş haline getireceğini ve böylece mutlu olan bir millet üzerine oturan devletin çok daha güçleneceğini raporda döne döne yazmış bulunuyoruz.
4- “Azınlık yaratılmak isteniyor, Türkiye bölünmek isteniyor”
“Çoğunluktan farklı olan ve bu farklılığı korumak isteyen, dominant olmayan kişi” azınlık mensubudur ve bir ülkede varsa vardır, yoksa yoktur. Azınlık ayrıca yaratılmaz. Ama, bu işin düğüm noktası bu konudaki bilgisizlik değil. Talihsiz bir tarihsel bir olgu. Şöyle:
AB, “azınlık” dediği zaman, yukarıda söylediğimi anlıyor çünkü çağdaş anlayış bu. “Azınlık hakları” dediği zaman da, doğal olarak, “bir ülkede dominant olmayanların da, dominant olanlarla tamamen aynı haklara sahip olması”nı söylüyor.
Türkiye’de “azınlık” deyince hemen akla gayrimüslimler geliyor ve derhal iki şey anlaşılıyor: 1) İkinci sınıf yurttaş, 2) Bölücü unsur.
Çünkü Osmanlı’nın 1454’te kurduğu “Millet Sistemi” etkisini sürdürüyor. Üstelik, Lozan’ın 37 ilâ 44 maddeleri bu sistemi kağıda döktü. Gayrimüslimler, Millet Sistemi’nde, “Millet-i Hakime” Müslümanlar karşısında ikinci sınıf tebaaydı.
Bunlar o zamanlar bir de Avrupa’nın büyük devletlerinin Osmanlı’ya müdahale bahanesini oluşturdukları için, hâlâ “bölücü” sayılıyorlar. Böyle işleyen kafaların AB’nin ne dediğini anlaması ne kadar mümkünse, o kadar anlıyoruz ve bütün mesele de oradan çıkıyor.
5- “‘Türkiyelilik’ kabul edilemez”
Raporun en fazla saldırılan noktası, daha önce defalarca “anayasal vatandaşlık” ve “TC vatandaşlığı” terimleriyle ifade edilmiş bu nokta. Oysa, en birleştirici ve üstelik en pratik noktası.
Orijinal noktası; zira rapor, etnik bir anlamı olan “Türk” yerine “Türkiyeli” üst kimliğini öneriyor. Böylece, “Biz kurucu unsuruz!” iddiasını ileri sürecek hiçbir alt kimliğin diğerlerini “tali unsur” derecesine indirgeyerek onların üzerine çıkmasına izin vermeyecek teritoryal (topraksal, ülkesel) bir ilke getiriyor.
Pratik noktası, çünkü “Ben Türk’üm” diyenlerin tutumlarını değiştirmelerine gerek yok; devam edebilirler. Ama bunu söyleyemeyenlerin “Ben Türkiyeliyim, Türkiye Kürdü’yüm, Türkiye Ermenisi’yim, vb.” demesi olanağı yaratılıyor.
Zorlama yok. Olanak yaratma var. Daha ne olsun. Diğer yandan, “Türk Kürdü”, “Yunan Türkü, Bulgar Türkü” diyebiliyor musunuz? Ulus denilen şey inşa etmenin iki türlü yöntemi var: kan esası ve toprak esası. Eğer ülkede çok sayıda etnik/dinsel grup varsa, ki Türkiye böyledir, ikincisinden başka çare yok. Bu durumda, ülkenin üst-kimliğinin (devlet tarafından vatandaşa biçilen kimliğin) adı, bütün bu alt-kimlikleri (vatandaşın kendine biçtiği kimliği) kucaklayabilmek için, bütün bunların adlarından farklı bir ad olarak seçmek lazım.
Yoksa, bunlardan üstün olanının adı üst-kimlik ilan edilip, sonra da “Bu ad herkesi temsil ediyor” denemez. Ama Türkiye’de deniyor.
“Türkiyeli”yi bir türlü benimseyemeyenlerin itirazları şunlar:
1- “Bu, bizi parçalar”:
Tam tersine. Asıl, “Türk” parçalıyor, çünkü Türk etnik kimliğinden olmayanları yabancılaştırıyor. “Ben Türk’üm” demeyen insanlar nasıl “Türk” üst-kimliğinde birleşir?
2- “Türk üstünlüğünden vazgeçilemez”:
En samimi olanlar, bunlar. Tabii, en az savunulabilir şeyi söyleyenler de…
3- “Birşey fark etmeyecektir”:
Etmeyecek olur mu? Türkiyelilik, tekçi (monist) zihniyetin değiştiğinin, Türkiye’deki bütün alt kimliklerin kucaklandığının simgesi.
4- “Türkiyeli, Türk’ten gelir, yani meseleyi çözmez”:
Bunu en çok milliyetçi Kürtler söylüyor; “Anadolu Cumhuriyeti” öneriyorlar. Trakya’yı ne yapacaksınız? Üstelik, bu ülkenin adını Türkler koymadı. Kimi ülkeler “dışarıdan” adlandırılır. Türkiye’nin adı da Venedikliler tarafından verildi: Turchia. Zaten, ilk başta devletin adı da buydu: Turkiya Cumhuriyeti.
Rapor neden en fazla bu nokta saldırıya uğradı? Çünkü, “yastığını bile değiştirsen iki gün uyuyamazsın” ilkesine göre yeni her şeyin rahatsız edici olduğu bir yana; kimi insanlar ayrıcalıklarını yitirecekleri için, kimi insanlar kendi grubunu dominant hale getirmek istediği için, kimileri de bu kavram için önerdikleri terimden (anayasal vatandaşlık, TC vatandaşlığı, Anadolulu, vb.) başka bir terim ileri sürüldüğü için bu kavrama itiraz etmek ihtiyacını hissettiler.
Oysa M. Kemal, Cumhuriyet’in ilanından önce hep “Türkiye Milleti”, “Türkiye Halkı”, “Türkiye Devleti”, “Türkiye Ordusu”, “Türkiye Hükümeti” terimlerini tercih etmişti. Çünkü Kurtuluş Savaşı içinde “teklik”e değil, “birlik”e ihtiyacı vardı. Bugün de bizim “birlik”e ihtiyacımız var, çünkü 80 yıldır teklik çabası göstermenin, birleştirici değil, aksine bölücü (iç savaş 15 yıl sürdü; daha yeni bitti!) olduğunu sanırım öğrendik.
Buna galiba “back to the future” deniyor; yani maziye gönderme yaparak istikbali inşa etmek…