VAHŞİ HUKUK
Bir Yeryüzü Adaleti Manifestosu
Çeviren: Meral Güneşdoğmuş
Bu kitap birey ve bir canlı türü olarak kim olduğumuzu konu ediyor. Yeryüzündeki yaşamı durmaksızın harap eden ve beraberinde günümüz toplumlarına özgü bir yoksunluk hissi doğuran bu yolu bırakıp başka bir yol çizmek için toplumu nasıl dönüştürmemiz gerektiği üzerinde duruyor. Kitap hukuk felsefesinden bahsetse de, temel olarak hukukçular için yazılmadı. Aslında burada geçen hukuk felsefesi, modern hukukçuların çoğuna yabancı gelebilir. Yine de en azından bir kısmının okumasını umarım, sonuçta çok az sayıda kişi hukukun söylediklerine değil ne söylemesi gerektiğine kafa yoruyor, yönetişim yapısının amacı üzerinde ise çok daha az kişi duruyor. Sonuçta çoğumuz yeryüzündeki hâkim toplumların, evrenin işleyişi ve evrendeki rolümüze dair yanlış algısının, hukuk ve idareye bakışımızı etkilediğinin farkında bile değil. Özellikle de karşımızda duran en temel sorunları çözmek için günümüz toplumlarındaki hukuk felsefesinin yetersiz olduğunu kabul etmiyoruz.
Birinci Baskıya Önsöz
Bu kitabın doğuşunun temellerinin, 2001 Nisan’ında ABD’nin Virginia eyaletindeki Airlie Merkezi’nde, bir grup hukukçu, eko-psikolog, vahşi doğa uzmanı, antropolog ve çevreciyle; ünlü sosyal tarihçi, yerbilimci, yazar ve şair Peder Thomas Berry arasında yapılan tartışmalara dayandığını sanıyordum. Yanılmışım. Aslında hikâyenin bir bölümü çok daha gerilere gidiyor. Bu, kendi hayatımla ayrılmaz bir biçimde iç içe geçmiş bir hikâye aslında.
Thomas Berry, birçok hukuki ve siyasi yapının, gerçekte yeryüzünün sömürüsünü meşrulaştırdığına ve teşvik ettiğine dikkat çekmektedir. Berry, insanlarla biyosfer arasında karşılıklı fayda sağlayan bir ilişkiyi güçlendiren hukuki ve siyasi kurumlar geliştirilmesinde sağlam bir temel kurabilmek için hukuk ve yönetişim anlayışımızın sorgulanmasının önemini yıllardır vurgulamaktadır. Thomas Berry’nin öne sürdüğü bu işi ele almak ve sorgulama sürecini başlatmak üzere Londra Gaia Vakfı tarafından Airlie Toplantısı gerçekleştirildi. Toplantının ardından birçoğumuz, ortaya çıkan fikirlerin yazılarak yaygınlaştırılması ve daha geniş kesimlerce tartışılarak ortaklaşa geliştirilmesi gerektiğini fark ettik. Yaklaşmakta olan Johannesburg Dünya Zirvesi, son derece heyecan verici ve önemli gördüğümüz bu bakış açısını tüm dünyadan yüz binlerce benzer görüşlü kişiye yayarak çoğaltabileceğimiz mükemmel bir fırsat olarak görünüyordu. Sürece dahil olmuş az sayıdaki avukattan biri olarak, biraz heyecan, biraz korkuyla, bu konuyla ilgili bir şeyler yazmayı kabul ettim.
Uzunca bir süre kafamda doğmakta olan yeryüzü içtihadı* fikrini nasıl ortaya koyup aktaracağım üzerinde debelendim. Yeryüzü içtihadının dayandığı temel fikir ve anlayışların daha önce benden çok daha akıllı kişiler tarafından son derece güzel ve kapsamlı bir şekilde farklı konular çerçevesinde yazılmış olması işin zorluklarından biriydi. Ayrıca bu kadar önemli ve derin bir konunun hakkıyla işlenmesi için, yıllarca süren bir çalışma ve tasarlama sürecinin gerekli olduğunun da farkındaydım. Bense sadece avukat, baba ve eş olarak görevlerimi yerine getirdikten sonra kalan zamanı verebilirdim.
Sonunda bu konu hakkında düşündüklerimi ve hissettiklerimi gerçek anlamda aktarabilmenin tek yolunun, hikâyeye kendimi de katmak olduğunu anladım. Sistem görüşüne dair anlayışları klasik, kopuk ve yarı akademik bir tarzda ele almaya çalışıyordum. Bunu yaparken, aslında eleştirdiğim mekanik ve kusurlu gerçeklik görünümünü tekrar ediyordum. Gerçekten de sistemden kopuk bir gözlemci değilim, sistemin içindeyim, evrenin büyük dans gösterisindeki dansçılardan biriyim. Kim olduğum ve bulunduğum yer gördüklerimi de etkiliyor. İşte bu yüzden söylemek istediklerimi özgün bir şekilde aktarmanın tek yolunun, kendi içimdeki fikirlerin geçirdiği gelişim sürecini birebir vermek olduğunu düşünüyorum.
Bu hikâyeyi kişiselleştirmedeki amacım, hayatımın gereksiz detaylarını ya da düşünme sürecimin ne kadar parlak ve özgün olduğunu göstermek değil. Esasında burada karşılaşacağınız fikirlerin birçoğu binlerce yıldır farklı bağlamlarda, farklı yollarla ifade edilmiştir. Burada yapmak istediğim, size bu konuları düşünmeme şekil veren olaylar ve etkenlere dair bir şeyler vererek vardığım geçici sonuçları sizinle paylaşmak. Şu an bu kitabı elinizde tutuyor olmanızın bir anlam taşıdığına inanıyorum. Sizi bu noktaya getiren neydi, bundan sonra nerede olacaksınız? Umuyorum ki, bu sorulara benim verdiğim yanıtlar, hayatınızda sizi benzer çıkarımlara götüren olaylara dair kavrayışınızda kıvılcımlar çıkmasına yol açar. Sonuçta her birimiz dünyaya farklı gözlüklerden baksak da, aynı evrensel metni okuyoruz.
Hikâyeyi kişiselleştirmenin bir nedeni daha var. Genellikle, bir yanda duygusal ve ruhsal yaşamım, diğer yanda entelektüel ve mesleki hayatım arasında yarattığım ayrımın üstesinden gelmekte güçlük çekiyorum. Bunu başardığım anlarda, yeteneklerimin ve verimliliğimin arttığını görmenin verdiği şaşkınlık ve keyif karşısında yeniden aydınlandığımı hissediyorum. Gelecek kuşaklarla birlikte çağımızın sorunlarını aşmamızı sağlayacak büyük bir sosyal değişimi harekete geçireceksek, tüm varlığımızı bu işe vermemiz gerekiyor; yoksa bir işe yaramayacaktır. Thomas Berry’nin “Büyük Görev” olarak adlandırdığı bu işi başarmak, akademisyenlerin, uzmanların ve kendine göre bir yararcılık seçmiş kişilerin çok sevdiği soğuk, masa başı entelektüellikten çok daha fazlasını ister. Bunun için cesaret, düşünsel dürüstlük, tutku ve ruha da gerek var.
Bu kitap birey ve bir canlı türü olarak kim olduğumuzu konu ediyor. Yeryüzündeki yaşamı durmaksızın harap eden ve beraberinde günümüz toplumlarına özgü bir yoksunluk hissi doğuran bu yolu bırakıp başka bir yol çizmek için toplumu nasıl dönüştürmemiz gerektiği üzerinde duruyor. Kitap hukuk felsefesinden bahsetse de, temel olarak hukukçular için yazılmadı. Aslında burada geçen hukuk felsefesi, modern hukukçuların çoğuna yabancı gelebilir. Yine de en azından bir kısmının okumasını umarım, sonuçta çok az sayıda kişi hukukun söylediklerine değil ne söylemesi gerektiğine kafa yoruyor, yönetişim yapısının amacı üzerinde ise çok daha az kişi duruyor. Sonuçta çoğumuz yeryüzündeki hâkim toplumların, evrenin işleyişi ve evrendeki rolümüze dair yanlış algısının, hukuk ve idareye bakışımızı etkilediğinin farkında bile değil. Özellikle de karşımızda duran en temel sorunları çözmek için günümüz toplumlarındaki hukuk felsefesinin yetersiz olduğunu kabul etmiyoruz.
Neredeyse her gün daha çok insanın, türümüzün yeryüzüyle ve birbiriyle sürdürdüğü, aslında kendimizi yok eden bu savaşın durmasını beklediğine dair yeni bir işaret görüyorum. Güya çocuklarımız için her tür nimeti sunan küresel dünyayı çevreleyen göz aldanmasına rağmen, bilginin geçtiği yollardaki çatlaklardan sızan kötü kokunun önüne geçilemiyor. Süper teknik, dijital, genetiği oynanmış, küresel, muhteşem toplumumuzun parlak kabuğunun altında, gezegenimiz ve insanlığımız çürüyor.
Bu kitap tüm bu sorulara cevap bulmaya çalışmıyor; ancak 21. yüzyıl gerçekliğinin bir yönüne ışık tutmaya girişiyor. Gerçek şu ki gezegene hâkim toplumlar, hem bizi hem çocuklarımızı, çoğumuzun hiç istemediği kötü ve devamı olmayan bir geleceğe sürüklüyor. Bu gelecekte eski insan kültürleri ve biyolojik topluluklar kayıtsızca yok ediliyor, bizimle birlikte gelişimini gerçekleştirmiş çok sayıda canlı varlığın nesli tükeniyor. Bu canlıların yok olması, yeryüzünün milyonlarca yıllık deneyiminin, ekosistemlerdeki ilişki ağlarında ve genetik yapılarda kayıtlı bilgeliğin nedensiz yere yok edilmesi demektir. Bu durum yeryüzü topluluğunu kalıcı olarak azaltır ve evrimde hayatta kalma şansını canlıların elinden alır.
Bu durumu kabullenmek işin bir yüzü. Yeni bir gelecek yaratmak ise bundan çok daha fazlasını gerektirir. Eyleme geçme arzumuzu harekete geçirmek, mücadele etmek ve hem istediğimiz geleceği tasarlamak hem de bu geleceği yaşama geçirecek yollar bulmak için tüm yaratıcılığımızı ve gücümüzü kullanmamız gerekiyor.
Bu kitap, yeni bir toplum inşa ederken ve bu toplumu düzenlerken türümüzün gezegendeki yaşam topluluğunda karşılıklı olarak iyileştirici bir görev üstlenmesi anlayışını yansıtmak üzerinedir. Bu görevin hem çok önemli hem de çok acil bir görev olduğuna inanıyorum. Thomas Berry, Great Work’un son paragrafında şöyle diyor:
Ancak bu yeni yüzyıla girerken bile yaşadığımız güzel anların geçici olduğunu unutmamalıyız. Dönüşüm, kısa bir süre içinde gerçekleşmek zorundadır. Aksi halde zaten dönüşüm olmaz. Evrenin milyonlarca yıllık tarihinde de bu tür tehlikeli anlarla başarıyla baş edilmiş olması, evrenin aslında karşımıza değil, bizimle olduğunu gösteriyor. Tek yapmamız gereken başarmak için evrenin desteğini kendimize çekmek. Her ne kadar insan faktörünü hafife almamak gerekse de evrenin ve Dünya gezegeninin kendi yolunun engellenebileceğine inanmak çok zor.
Bu kitapta yazılanların birçoğuna katılmasanız bile, size bir şekilde, üyesi olduğunuz topluluğu dönüştürecek bir esin kaynağı olmasını umuyorum. Kendimizi bir kez daha ait olduğumuz yeryüzü toplumunun değerli bir unsuru olarak kabul edebilmeyi, kendimizi buna uygun şekilde yönetmeyi öğrenecek akıl, hayal gücü ve kararlılığa sahip olmayı diliyorum.
Thomas Berry’ye olan düşünsel minnettarlığımı kitabın hemen tüm bölümlerinde görebilirsiniz. Kendisine Virginia, Airlie Merkezi’ndeki tartışmalarımız sırasında bana verdiği ilham ve bu kitabı yazma mücadelemde bana verdiği cesaretten dolayı teşekkür ederim. Her şeyden önemlisi bana esin kaynağı olan mevcudiyetine şükran borçluyum. Onun gibi kendini yeryüzü ve insanlığa tutkuyla adamış dahi bir aydın ve filozof, aynı zamanda karanlığın içindeki ışığı gören, mizah duygusu eksik olmayan biriyle tanışmak elde edilmesi zor bir ayrıcalıktı.
Londra Gaia Vakfı olmasaydı, Thomas Berry’nin kitaplarından hiç haberdar olamaz, onunla tanışamaz ve bu kitabı yazmamış olurdum. LizHosken ve özellikle de EdPosey bana yalnızca bu kitapta ele aldığım bazı fikir ve görüşler hakkında değil, aynı zamanda bilinmeyen topraklara hiçbir güvence olmadan girmeyi göze almak bakımından çok şey öğretti. Hem kendilerine hem de tüm Gaia çalışanlarına bana verdikleri tükenmez kişisel, düşünsel ve mali destekleri için, Betty’ye ise bu kitabın yazılacağını önceden haber verdiği için teşekkür ederim.
Görüş ve yorumları ile kitaba katkıda bulunan herkese müteşekkirim; 2001 yılı Nisan ayında Airlie Merkezi, Virginia’daki toplantıya katılan herkese, 2001 yılı Kasım ayındaki Yedinci Vahşi Yaşam Kongresi’nde yeryüzü içtihadını tartıştığımız katılımcılara ve daha önce kaleme aldığım “Yeryüzü İçtihadı: Hukuk ve Toplumda Bütünlüğü Yeniden Kurmak” adlı makaleme görüş bildiren herkese teşekkürler. Ayrıca metni geliştirmemde yardımcı olan Terry Winstaley, Nicholas Smith, Belinda Bowling ve Ludine Lee-Wright’a, zor şartlar altında metindeki düzeltmeleri yapan Lindsay Norman ve MadelineLass’a teşekkür ederim. En başından düşündüğüm şekilde ilk baskının Sürdürülebilir Kalkınma Dünya Zirvesi’ne yetişmesinde itici güç olan Siber Ink’denSimonSephton’a özel teşekkürlerimi sunarım.
Son olarak, bu kitabı meydana getirirken yaşadığım sancılı süreçte, fedakârlıklarını benden esirgemeyen aileme teşekkür ederim.
Temmuz 2002
İkinci Baskıya Önsöz/Temmuz 2002
Bu kitap, modern dünyanın sanayi toplumlarını oluşturan ve düzenleyen yapıların değiştirilmesi gerektiği konusunda görüşler ortaya koymaktadır. Bugün yürüdüğümüz ve felakete giden bu yolu terk ederek, yeryüzü yaşam topluluğunda türümüze, yaşanabilir bir görev biçmemiz için bu değişimi yapmamız, yeryüzünün güzelliğini, sağlığını ve çeşitliliğini geliştirecek bir yola girmemiz gerekiyor. Çok geç olmadan bu dönüşümü gerçekleştirmek güç olsa da mümkün. Bunu yapmazsak insan için dünya üstünde başka bir gelecek yok; bu yüzden bu işin zorluklarından kaçmak, neslimizin yok olmasını sorgusuz sualsiz kabul etmek anlamına geliyor.
Gezegenin insanlar yüzünden uğradığı zararın ağırlığı ve boyutları her gün biraz daha gün yüzüne çıkıyor. Bu bakımdan 21. yüzyılın çevre sorunlarını mevcut yönetişim yapılarında ufak tefek düzeltmelere giderek çözemeyeceğimizi artık birçok kişi de görüyor. Gözden geçirilmiş bu ikinci baskıya, Sonsöz bölümü ile 22 Nisan 2010’da ilan edilen Toprak Ana Hakları Evrensel Beyannamesi eklendi ve bu baskı, son birkaç yıl içinde dünyanın birçok yerinde yayımlandı. Son yıllarda doğa üzerinde egemenlik kurmaktansa doğayla uyumlu bir şekilde yaşama ve toplumu da aynı şekilde düzenlemeye yönelik ilgi giderek artmaktadır. Birçok kişi içinde yaşadığımız toplumun yeryüzü sisteminin kurallarına göre yaşamayı hedeflemesi gerektiği fikrini açık bir gerçek olarak değil de radikal bir fikir olarak görüyor. Bana göre birçoğumuzun arzu ettiği geleceğe ulaşmanın tek gerçekçi yolu, yeryüzü merkezli bir bakış açısıyla, toplumu yeniden düzenleyerek temel değişikliklere gitmektir. İklim değişikliği ve diğer çevresel sorunlar, yönetişim yapılarımız ile parçası olduğumuz yeryüzü sisteminin temel kuralları arasında uyum sağlayamamamızın doğurduğu sonuçlardır. İnsan davranışlarının düzenlenmesi adına, yeryüzü topluluğunun temel kurallarıyla uyumlu bir yol bulana kadar, ekolojik sınırları zorlamaya ve ekolojik dengeyi sarsmaya devam edeceğiz.
Vahşi Hukuk’un ilk baskısı, Eylül 2002’de Johannesburg’da bir araya gelen Sürdürülebilir Kalkınma Dünya Zirvesi’nden (SKD Zirvesi) hemen önce Güney Afrika’da yayımlanmıştır. Ancak ne SKD Zirvesi yeryüzünün insanlardan gördüğü zararı giderecek ve düzeltecek strateji ve yaklaşımlar geliştirmiş ne de uluslararası toplum 2002 yılından bugüne bir adım atmıştır. 21. yüzyılın en önemli sorunları karşısında uluslararası yönetişim yapılarının ne kadar yetersiz olduğu, 2009 Aralık ayında Kopenhag’da gerçekleştirilen Birleşmiş Milletler İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi (BMİDÇS) Taraflar Konferansı’nın 15. Toplantısı’nda, küresel toplumun iklim değişikliği karşısında ortaya konulması gereken önlemler üzerinde uzlaşma sağlamadaki başarısızlığı ile açıkça görülmektedir. Aslında BMİDÇS sürecinin geleceği de belirsizdir; çünkü Kyoto Protokolü’nün süresi 2012’de sona ermeden, yerine iklim değişikliği üzerine yeni bir anlaşma yapılamayabilir.
Bu esnada devam etmekte olan kalkınma çalışmaları, yeryüzünün hemen hemen tüm yönlerinin bozulma ve yok olma sürecini öylesine hızlandırdı ki artık iklim değişikliği bakımından düzeltilmesi mümkün olmayan bir sürece girmiş olma ihtimali ile karşı karşıyayız. Gaia Teorisi’ni ortaya atan James Lovelock gibi bazı saygın bilim insanları yeryüzündeki iklim yapısının geri dönüşü olmayan seviyeyi zaten geçtiğini ve insan yaşamına uygun olmayan yeni bir sisteme doğru hızla ve acımasızca ilerlediği görüşünde.
Bu bilim insanları yanılıyor olsa da, insan kaynaklı iklim değişikliği geri dönülmez boyutlara ulaşmamış olsa da iklim değişikliği ile birlikte, aynı derecede gündemde olmayan; ancak aynı derecede önemli diğer zorlukları çözmediğimiz sürece, modern dünyaya egemen sanayi uygarlığının çöküşünü önleyemeyecek, çevresel olarak varlığını sürdürebilir bir toplum yaratamayacağız. Giderek azalan petrol ve maden kaynakları için bir çözüm bulmamız, ayrıca biyosferdeki kirlenmeye, verimli toprakların kaybına, çölleşmeye, taze su ve su ürünlerinin azalmasına, nüfusun büyümesiyle artan tüketim hızına çözüm getirerek bu kötüye gidişi tersine çevirmemiz gerekecek. Vahşi Hukuk’un yayımlanmasının üzerinden geçen sekiz yılın sonunda, yeryüzü topluluğu çok daha kötü durumda, bu yıkıma yol açan etkenlere karşı ise hiçbir müdahalede bulunulmadı.
Yeryüzünün geleceğinden endişe eden birçok kişi, çaresizlik içinde: “İnsan ırkının hayatta kalma süresini uzatmak için uğraşmanın bir faydası var mı?” diye soruyor. Bir bütün olarak yeryüzü açısından bakarsak, son birkaç yüzyıl içinde insan, yeryüzü üzerinde habis bir varlık sergiledi. Doymak bilmez hırsımızın ve kendini beğenmişliğimizin izleri yeryüzü toplulukları üzerine düşerken, beraberinde yıkım ve ölüm getirdi. Yeryüzü topluluğunun bize armağan ettiği muhteşem olanakları, zengin besinleri ve enerjiyi, topluluktan ve kendimizden bir bütün olarak yararlanmak amacıyla kullanamadık. Bunun yerine övündüğümüz ruhsal, kültürel ve teknolojik başarılarımızın çoğunu bu topluluk pahasına elde ettik. Belki de gideceğimiz yolun sonuna gelmişizdir. Acaba türümüzün yapacağı son iş bu muhteşem gücü çevremiz ve kendimizin sonunu hızlandırmak için kullanmak mı olacak?
Bunlar çok ciddi sorular. Vahşi Hukuk’un bu ikinci baskısında çok açık bir şekilde cevap verdim. Ben hâlâ insan ruhunun geleceği şekillendirme gücünün olduğuna ve yüce iyiliğin peşinden koşmanın değerine inanıyorum, bu iyiliği nasıl tasavvur edeceğiniz size kalmış. Tezimin başarı garantisi yok, başarı olsa bile ne zaman olacağı ayrı bir konu; ancak her şeye rağmen sevdiğimiz şeyi savunmaya ve doğru olduğuna inandığımız şeyler için uğraşmaya değer. Başarı şansı ne olursa olsun, yeryüzünün inanılmaz güzelliğini korumak ve tüm türlerin gelecek nesillerinin geleceğini güvence altına almak için çaba sarf etmek bana hâlâ uğraşmaya değer geliyor. Çocuklarımıza, “Biliyordum ama işe yaramayacağını düşündüğüm için bir şey yapmadım” demenin utancını taşımak istemiyorum.
Ayrıca hayat deneyimim bana her zaman sürprizlerin var olduğunu, Sovyetler Birliği ve apartheidin çöküşü gibi büyük olayların, bir anda ve hızla olabileceğini gösterdi. Bu ikinci baskıyı yapmamın nedenlerinden biri de, dünyada gizemli bir hareketliliğin olduğunu sezmemdi. Zeitgeist’ın girdaplarının doğurduğu yeni değişim dalgası, beraberinde daha önce hiç hissetmediğim ve eyleme, kökten bir değişime ve insanlığın yeryüzü topluluğuyla yeniden bir araya gelmesine karşı bir açlık duygusu doğuruyor.
Ocak 2003’te, ünlü yazar ArundhatiRoy, yaptığı bir konuşmayı şu sözlerle bitirdi: “Yeni bir dünya imkânsız değil, hatta süreç başlamış durumda. Sessiz bir günde nefes alış verişleri geliyor kulağıma.” Yıllar boyu, duyabildiğim tek nefes sesi bana, yaklaşmakta olan korkunç bir geleceğin kirli ciğerlerinden çıkan havaymış gibi geldi. Bugünse başka şeyler duyuyorum, kesik kesik kulağıma gelen şey, beklenmedik bir anda bir balinanın rüzgâra karşı su püskürtmesini andırıyor. Vahşi bir yaratığın sakin, yavaş adımlarla yaklaşmasına benziyor. Duyması güç, makam odalarında, ticari piyasaların gürültüsünde fark bile edilmiyor; ama sessizlikte adeta elle tutulur hale geliyor. Bu duyduğum belki vahşiliğin kolektif bilinçteki kıpırdanmalarıdır, belki de sanayi toplumlarının yönetme, hâkim olma ve tektiplilik takıntısıyla bastırılmış ve reddedilmiş gölgesinin yeniden ortaya çıkışıdır. Yalnızca benim hayal gücüm de olabilir.
Bu basımda yer alan Sonsöz, kitapta yer alan fikirlerin yayıldığını, daha da önemlisi bu fikirlerin uygulanmasının hızla arttığını ortaya koyuyor. Doğa hakları, Ekvador Anayasası’na bu fikrin öne sürülmesinden on sekiz ay sonra eklendi. Bundan sadece bir yıl sonra, Nisan 2010’da, Bolivya’da otuz beş binden çok kişinin katıldığı bir konferansta Toprak Ana Hakları Evrensel Beyannamesi ilan edildi (bkz. Ek). Bunu takiben, Eylül 2010’da Toprak Ana Hakları Küresel İttifakı kuruldu. Bunların her birinde, doğru kişilerin doğru yer ve zamanda bir araya gelmesi çok önemliydi. Bununla birlikte doğanın da haklara sahip olduğu fikrinin yaygınlaşmasının artık zamanı gelmiş olduğunu da belirtmek gerekir.
Ekvador, tartışmayı tamamen farklı bir yöne çekti. Vahşi hukuk fikrinin hukuki yapının göbeğine yerleştirilip yerleştirilemeyeceği sorunu artık yanıtlanmış durumda. Bugün sormamız gerekenlerse: Bu fikirlerin yaygın olarak uygulanmasını nasıl sağlarız, yönetişim motorunu bu uygulamayı etkin kılmak üzere nasıl dönüştürürüz?
Ocak 2011