“Özgürlük birey açısından ne kadar bir haksa devlet açısından da o kadar bir görev oluyor”. Bu cümle aşağıda okuyacağınız metinden bir alıntı. Sene 1966, yazarı tanıdık bir şair: Cemal Süreya. Hukukpolitik alanında bir şaire denk gelip durmamak ve kulak vermemek olmaz. Dünden bugüne fener olan yazılar arşivimizde söz sırası Cemal Süreya’nın.
Değişen insan anlayışına paralel olarak özgürlük kavramı da yeni bazı özellikler kazanmıştır. Bugün, kullanılmayan, kullanılma olanağı taşımayan özgürlüğe özgürlük demiyoruz artık. Onun için “Türkiye’de özgürlük var mı?” sorusunun yanı sıra “halkımız özgürlüğü kullanıyor mu?” sorusunu da yöneltmek gerçekçi bir davranış olacaktır. Halkımız özgürlüğü kullanıyor mu?
Hayır! Anayasamızın 21. maddesini ele alalım: Herkes bilim ve sanatı serbestçe öğrenme ve öğretme, açıklama, yayma ve bu alanlarda her türlü araştırma hakkına sahiptir. Bir Vartoluyla bu madde hükmü arasında büyük uçurumlar vardır. Anayasanın yolculuk ve yerleşme özgürlüğünden söz eden 18. maddesi de onun hayatına çok uzak bir öz taşımaktadır. Çünkü yolculuk özgürlüğü yolculuk yapabilme olanağıyla var olabilir. Bu olanağı şöyle özetleyelim: Bir yolculuk yapma gereksinmesi + para + boş zaman. Türk ortalama adamında bu üç öğe oluşmamıştır. Öyleyse Türk ortalama adamı için yolculuk özgürlüğünden söz edilemez. Nüfusun büyük kısmı için var olmayan bir özgürlüğün bir ülke halkının bütününe tanınmış olmayacağı da bir gerçek olduğuna göre, sorunu şöyle kesin bir yargıya bağlamakta sakınca yoktur: Bugün Türkiye’de yolculuk özgürlüğü yoktur. Bu açıdan bakılırsa, bunun gibi daha birçok özgürlükler yoktur.
Öte yandan özgürlük kavramı somut ve maddi birtakım öğeleri de içine almaktadır. Bugün artık soyut adamın değil, toplum içinde kaynaşmış adamın özgürlüğü söz konusudur. Bu adam sadece yurttaş değildir; üreticidir, tüketicidir, köylüdür, şehirlidir, öğrencidir, nişanlıdır aynı zamanda. Aç kalmamak, barınmak, okula gitmek, yeteneğine uygun bir iş tutabilmek… Bunlar da birer özgürlük konusu onun için. Hele Türkiye’deki ortalama adamın hayatı, siyasal özgürlüklerden çok, maddi özgürlükleri gerektirecek şekilde işlemektedir. Çünkü Anadolu’da her şey üretim ve tüketim adlı iki noktayı birleştiren çizginin üstünde kalıyor. Anadolu adamı doğaya son derece bitişik bir hayat tarzı içindedir. Kaç yıl yaşıyorsa o kadar yıl, önce sadece üretir, sonra sadece tüketir. Bütün çevresi güneşte çekilmiş bir harman yerini gösteren bir kartpostal genişliğindedir. Ötede –konut dokunulmazlığı söz konusu olmayan– bir iki ev görünür. Bir köpeğin dili sarkmıştır. Ve o kadar.
Çukurova’da, Söke’de, Erzurum’da, Edirne’de hep bu. Sürer, eker, biçer. Sonra tuz, gaz, şayak. Sonra evlenir. Askere gider. Sonra yine sürer, eker, biçer. Tuz, gaz, şayak… Sonra yine. Tohumu toprağa atarken çalışmanın tatlı refleksini de bulamazsınız onda. Hiçbir zaman gazete çıkarmayacaktır. Toplantı yapmayacaktır. Dernek kurmayacaktır. İspat hakkı diye bir şeyin varlığını bilmeyecektir.
Özgürlüğün kullanılabilme olanaklarını toplumun örgütlenmiş bütünü diye tanımladığımız devletin hazırlaması gerekir. Anayasamızın temel haklar ve ödevler kısmında devletin bu yöndeki görevi çok güzel belirtilmiştir. Devlet, kişinin temel hak ve hürriyetlerini, fert huzuru, sosyal adalet ve hukuk devleti ilkeleriyle bağdaşamayacak surette sınırlayan siyasi, iktisadi ve sosyal bütün engelleri kaldırır; insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlar. Anayasanın yöneticilere kesin bir buyruğudur bu. Özgürlük birey açısından ne kadar bir haksa devlet açısından da o kadar bir görev oluyor.
Karl Marx’ın dediği gibi “herkes nasılsa insan öyledir.” Herkese göre ayarlanmamış bir özgürlük insana göre ayarlanmamış demektir. Bugün yurdumuzda özgürlükler bazı “daha eşit” kişilerin ve kişi gruplarının tekellerinde olmaktan ileri gidemiyorlarsa bu, devletin yeni statüsündeki bir eksiklikten değil, yöneticilerin o statüyü savsaklamalarından ve işlerlikten alıkoymalarından ileri gelmektedir. Uygulama alanına baktığımız zaman anayasa hükümlerinin kâğıt üstünde bırakılmak istendiğini görüyoruz. Temel hakları ve özgürlükleri Anadolu insanına doğru uzatmak için en ufak bir davranışta bulunulmamakta, özgürlüğün maddi ve somut özleri unutulmakta, özgürlükler belli çevrelerin ve sınıfların zamanaşımına uğramaz bir rantı olarak bırakılmaktadır. Üstelik bunlar yapılırken klişeleşmiş, yaşama değerini yitirmiş, çok silik, çok geride bir özgürlük kavramı adına hareket edilmektedir. Biz bu tutumu anayasanın demin andığımız 10. maddesine doğru yöneltilmiş bir karşı-ihtilal tekniği olarak nitelendiriyoruz. Anayasaya karşı bir sınıf dayanışması olarak. Sözgelimi 20. maddede özünü bulan düşünce özgürlüğü Türk Ceza Kanunu’nun 141, 142. maddeleriyle çok küstah bir şekilde bağlı tutuluyor, boğuluyor. Bu bir karşı-ihtilal davranışıdır. Anayasanın genel ve kesin hükmü dururken tutup bir yurttaşa 141, 142. maddelere göre hüküm giydiren yargıç da Anayasaya karşı bir karşı-ihtilal destekliyor demektir.
Şimdilerde yurdumuzda gür bir insan toprağın üstünde doğrulmaya ve usul usul gökyüzünü omuzlamaya başlıyor. Bu şu demek: Yenik, düzmece, utanmış bir insan anlayışı çok yakında yerini namuslu ve yeni bir insan anlayışına terk edecektir.
Ve bu mutlaka olacaktır.
Ekim 1966
Kaynak: Cemal Süreyya, On Üç Günün Mektupları ve 1967-1978 Mektupları, Yapı Kredi Yayınları