Ülkemizde yaşam alanları uzun zamandır kapitalist yağma ve talan ile karşı karşıya. Bu saldırı dalgası madencilikten enerjiye, suların özelleştirilmesinden tarım ve gıdaya kadar birçok alanda yoğun bir hızla sürüyor. Saldırılara karşı birçok yerde kendiliğinden başlayan direnişler de yaşanıyor ve halk yaşam alanlarını koruyabilmek için direnmeye, mücadele etmeye, karşı koymaya çalışıyor.
Ülkemizdeki ekoloji mücadeleleri, dönemsel olarak iniş çıkışlı bir grafiğe sahip olsa da, siyasi iktidarın doğa talanına yönelik baskılarının artmasına paralel bir gelişim seyri içinde oldu. Ülke gündeminin baş döndürücü hızı içerisinde son yıllarda giderek daha da öne çıkan bir ivme kazandı.
Dünya kapitalizmine entegre bir siyasi iktidarın politik tercihleri ile şekillenen ekonomik, sosyal gelişmelerin ekolojik boyutu her geçen gün daha çok görünür durumda. Hükümetin uyguladığı ekonomik politikalar, yaşam alanlarının, havanın, suyun, toprağın kirletilmesi, mülksüzleştirme, tarımsal alanların tarım dışı kullanımı, ülke kaynaklarının sermayeye peşkeş çekilmesi; yerellerdeki ekoloji mücadelelerini de geliştirdi.
Bu mücadeleler bazen hukuk süreçlerine takılıp kalırken, bazen de fiili mücadele ve yaşam nöbeti dediğimiz yerel çevre direnişleri olarak kendini gösterdi/gösteriyor.
YASAYI ARKADAN DOLANMAK
Yıllardır ülkenin dört bir yanında devam eden ekoloji mücadelelerinin en önemli ayaklarından birisi de hukuksal süreçler oldu. Gerek Anayasa, gerek Çevre Yasası gerekse diğer yasalar belirli ölçüde yurttaşlara çevreyi, yaşam alanlarını, kültürel değerleri koruma görevi verirken, bu hakların her geçen dönem sermaye/şirketler lehine biraz daha budandığını görüyoruz.
Daha önceki yıllarda “kamu yararı” gerekçesi öne sürülerek yapılan acele kamulaştırmalar çeşitli kereler davalık oldu. Üstelik bu davalar büyük fedakarlıklar ve masraflar göze alınarak açılabildi. Ne var ki özellikle 2009/7 Genelgesiyle (1) ve birkaç kalem oynatışla bütün bu süreç yok sayılabiliyor. Şirketlere yeniden ÇED izni verilirken dava açanlar tekrar dava açmak zorunda bırakılıyor. Bu, bir anlamda Sisyphos mitindeki durumu andırıyor: Yani yaşam savunucularının “hukuk zaferi” dediği günün ertesi bir bakılıyor ki yargı sürecinde tekrar başa dönülmüş!
Kelimenin gerçek anlamıyla tam bir “yaşam mücadelesi” haline gelen ekoloji mücadelesinde hukuksal süreçler tıkanmış durumda. Sayıları son derece azalsa da, “Ankara’da hakimler var” özdeyişini haklı çıkaran bir iki olumlu çevre davası da siyasi iktidarın “Ali Cengiz oyunları“na kurban gitmekten kurtulamıyor.
Bazı örnekler;
3 yıldır hukuksuz bir şekilde Aliağa yakınlarında bacasından dumanlar savuran İzdemir Termik Santrali’nin ÇED raporunun iptal edilmesinden birkaç gün sonra yeni bir ÇED süreci başlatıldı. Mahkemece izinleri iptal edilmiş projelerin “yargı engelini” aşması için uydurulan 2009/7 Genelgesi uyarınca hukukun arkasından dolanıldı. Bu defa halka hiç sorulmadan, halkın katılımı-bilgilendirilmesi toplantısı yapılmadan, Ankara’da bakanlık binasının kapalı kapıları ardında şirket ve bakanlık bürokratlarının yaptığı İDK toplantısı ile termik santrale yeni ÇED izni verildi.
Türkiye’deki ekoloji gündeminin yıllardır değişmezlerinden olan Bergama Ovacık altın madeni ile ilgili hukuki süreçler de burjuva hukukunun neden ekoloji mücadelesine bir soluk olamayacağının örnekleri ile dolu.
Daha mücadelenin başı sayılabilecek bir zamanda, Mayıs 1997 yılındaki “siyanürle altın işletmeciliğinde kamu yararı yoktur” diyen kesinleşmiş Danıştay kararı, o zamanki DSP-MHP-ANAP koalisyon hükümetinin oyunları sonucu askıya alınmış, yasanın yine arkasından dolanılmıştı. Bu tarihten sonra alınan hemen hemen bütün olumlu yargı kararları bir şekilde aşıldı. Zamanla maden işletmecilerinin ayaklarına dolanan yasalar kaldırıldı, yerlerine yeni yasalar çıkarıldı. Maden Yasası, Tabiatı ve Biyoçeşitliliği Koruma Yasası, SİT korumalarının yeniden değerlendirildiği düzenlemeler, Ormancılık Yasası vs. bunlar arasında sayabiliriz.
Son yıllarda ve özellikle 15 Temmuz darbe girişimi sonrası süreçte; yargı kararları, değiştirilen yasalar ve buna paralel olarak artan çevre tahribatının boyutu, ekoloji mücadelesi ile hukuk arasındaki bu ilişkinin daha sık sorgulanmasına neden oluyor.
Peki, HSYK’nın yapısında yapılan değişikliklerle şu an zaten tıkanmış olan hukuksal süreçlerin daha da içinden çıkılamaz bir hale geldiği ve siyasi iktidarın karşısında yaşam alanlarını savunmak için hukuktan medet uman kır-kent emekçilerinin hemen hiçbir şansının olmadığını söylemek ne kadar mümkün? Yurttaşın, yaşam alanını savunurken “adil yargılanma hakkı” var mı?
En bildik örneklerden biri olarak Artvin’de, yıllar önce verilen mahkeme kararlarına rağmen polis ve jandarma zoru ile faaliyete geçirilen altın madenine karşı, Cerattepe’yi yola devirdikleri ağaç kütüğü ile savunan Artvinliler’in bu tavrı ekoloji mücadelesinde yeni bir yola mı işaret ediyor?
Bu soruları bu işe yıllarca emek vermiş, konunun sadece hukuksal boyutunu değil, bazıları ekoloji hareketi içinde aktivist kimlikleri de olan hukukçular şöyle yanıtlıyor:
Av. Safiye Yüksel: “Ekoloji mücadelesinde sadece hukuksal süreçlerle bir kazanım olabileceğini düşünmüyorum. Hukuksal süreci ayrı olarak ele aldığımızda ise hakimlik teminatının kalmadığı, kürsüdeki hakimin sonraki gün delil aranmaksızın terör örgütü üyesi olduğu iddiasıyla tutuklanıp, savunma bile alınmadan meslekten ihraç edilebildiği bir dönemde sadece hukuka uygunluk kriteri ile verilmiş kararlar almanın çok zorlaştığını düşünüyorum.” (2)
Av. Ömer Erlat (Kısa bir süre önce tasfiye edilen Türkiye Barolar Birliği (TBB) Çevre ve Kent Hukuku Komisyonu Sekreteri): “Bu dönemde ne yargı bağımsızlığından ne hukukun üstünlüğünden ne de çevre hakkından söz edilebilir. Aslında en temel insan hakkı yaşama hakkının dahi artık koruma altında olmadığı yeni bir dönemdeyiz. Bu dönemde dava açarak çevre mücadelesinde başarı elde etmek beklenmemelidir.” (3)
Av. Tuncay Koç (Tasfiye edilen TBB Çevre ve Kent Hukuku Komisyonu Üyesi): “Bugün gelinen noktada yargı bitmiştir. Özellikle çevre mücadelesi çerçevesinde hiç bir büyük davanın mahkemelerde kazanılma şansı olduğuna inanmıyorum. Sistem buna cesaret edecek hakimi ortadan kaldırdı.
Av. Fevzi Özlüer: “Adalet mekanizmasının güç ilişkilerine bağlı olarak anlam kazandığı bir dünyada, yasaları uygulayanların da bu güç dengelerine bakarak karar vermesi kadar normal bir tutum yoktur. Bir hassas terazi beklentisi, maalesef ham bir hayaldir ve toplumsal bir değeri yoktur. Kadınlar güçlü değilse, medeni haklar zayıflar; yoksullar güçlü değilse kentler mutenalaşır, köylüler güçlü değilse dereler satılır. Peki bu adaletsizlikle yasaları ayakta tutmak mümkün mü? Bu olanağı da iyi görmek ve adalete cüret etmek gerekir…” (4)
Hukukçuların anlatımları ve hukuksal süreçlerin gösterdiği gerçek şu ki; yargıdan yaşam alanlarını koruyacak kararlar çıkması artık neredeyse olanaksız. AKP sermayenin has sözcüsü ve temsilcisi bir hükümetken, bu sınıfın aleyhine karar alınmasına izin veremez. Kendi varlığı ve gücünün, hükümetinin dayanağı zaten sermayeye bu derece önemli hizmetler sunabilmesi, onu doyurabilmesi, koruyup kollamasıdır. Sınıfsal konumunun gereğini yapıyor. Hal böyle iken, önemli bir kaynak aktarımının olduğu, kendi yaşamasının da dayanağı olarak beslediği sermaye çevrelerinin yaşam alanlarındaki bu türden faaliyetleri için, tamamen kendi kontrolüne aldığı yargıdan olumsuz bir karar çıkmasına izin vermeyecek biçimde hukuki süreci kontrolü altına almış durumda. Arkasında uluslararası tekellerin, siyasi erkin tam desteği olan, maddi olanakları sınırsız şirketlere karşı, bunlara yönelik cılız bir karşı çıkışın varlık-yokluk arasında gidip geldiği bir ortamda, bir hakimin olumsuz karar vermesi, yani şu anki yasaları bile uygulaması çok ama çok zor. Verdiğinde de ceremesine katlanmak durumunda kalıyor zaten. (5)
Yargıdan hasbelkader çevre açısından olumlu bir karar çıksa bile şirketler ve hükümetler bunların arkasından nasıl dolanacaklarının da yollarını çok iyi biliyorlar artık. Zaten son dönemlerde dava açma, bilirkişi masrafları gibi hukukta hak arama talebinin önünün tıkandığı bir ortamda, yaşam alanlarını koruma derdine düşmüş emekçi, yoksul halkın, köylünün yıllarca süren bu hukuk mücadelesini devam ettirmesi de ayrı bir zorluk olarak kendini gösteriyor.
İleride değineceğimiz Ekoloji Birliği’ne giden sürecin ilk adımı olan 11-12 Kasım 2017 Ekoloji Örgütleri Bergama Buluşması’nın sonuç bildirgesinde ülkedeki bu “hukuksuzluk hali“ne yönelik önemli tespitler yer aldı:

* Ciddi bir tıkanma içinde bulunulduğu, yanlış, yetersiz ve/veya gecikmeli uygulamaların, yargısal süreçlerde her geçen gün daha belirgin bir “hukuksuzluk” sürecine sebep olduğu,

* Yargı bağımsızlığından söz etmenin olanaksızlaştığı,

* Açılan çevre davalarında, uygulamaya konmasa da geçmişte olumlu sonuçlar alınabilmekteyken, artık önemli oranda ekoloji mücadelelerinin aleyhine kararların çıktığı,

* Bin bir emek ve masrafla sürdürülen hukuk mücadeleleri sonucunda kazanılan davaların bir şekilde “yargının arkasından dolanılması” nedeniyle uygulanmadığı ya da aleyhe döndürüldüğü,

* Yargısal denetime başvurmanın çok pahalı bir hale getirildiği, yargılama ücretleri, bilirkişi keşfi ve diğer masrafların çok büyük ekonomik boyutlara ulaştığı ve ekoloji mücadelelerinin bu yüksek miktarlı yargı giderlerini karşılamakta zorlandığı,

* Bilirkişi süreçlerinin artık bilimsel ölçütlerin ötesinde adeta şirketlerin ve idarenin lehine rapor hazırlama sürecine dönüştüğü,

* ÇED süreçlerinin neredeyse tamamen işlevsizleştirildiği ve ÇED raporlarının çevresel etkileri ortaya koymaktan uzak olduğu…

Ekoloji mücadelesine hukuk alanındaki en son darbe ise Türkiye Barolar Birliği’nden (TBB) geldi. TBB, Kent ve Çevre Hukuku Komisyonunda görev yapan 24 hukukçunun bu görevlerine son verdi. Her biri yıllardır çevre hukuku alanında önemli deneyimlere sahip olan, ülkedeki birçok ekoloji mücadelesine gönüllü destek sunan bu hukukçuların tasfiyesi, ekoloji örgütleri tarafından protesto edildi. Ekoloji Birliği TBB’ye “yanlıştan dönün” çağrısı yaparken, bu tasfiyeden TBB Başkanı Metin Feyzioğlu’nu sorumlu tuttu. Metin Feyzioğlu, ülkemizde doğanın en çok talan ve tahrip edildiği altın madenleri şirketi Demir Export’un avukatlığını yapıyor.
Peki, hukukla hak aramada gelinen nokta bu kadar karamsarsa, insanlar yaşam alanlarını nasıl koruyacaklar? Fiili ve meşru direnme haklarını kullanarak. 12 Eylül Anayasası’nda bile kendine yer bulan ve her zaman lafta kalan “temiz ve sağlıklı bir çevrede yaşam hakkına” sahip çıkarak. Bunun yolunu ve yöntemlerini günümüzde Jeotermal Enerji Santrallerine (JES) karşı direnip başaran Tire Başköylüler, Ayvacık Gülpınarlılar, İzmir Uzundereliler gösteriyorlar. Geçmişte HES’lere karşı direnen Fındıklılılar, Muğla Yuvarlakçaylılar, Termik santralin kurulmasını önlemek için iş makinelerinin ve panzerlerin önüne çıkan Gerzeliler, altıncılara kalacak otel, yiyecek bir kap yemek ve içecek bir bardak çay vermeyen Dersim Ovacıklılar da bugün başarı ile sonuçlanan ekoloji direnişlerinin örnekleri arasında.
Cerattepe’de altın madeni işletilmesini 30 yıl boyunca önleyen Artvinliler 7 ilin polisi-jandarması tarafından sıkılan gaza, jopa, tazyikli suya günlerce karşı koyarak görkemli bir direniş destanı yarattı. Hukuksuzluğa karşı Kafkasör’e çıkan dar yolları iri ağaç kütükleri ile kapatıp “hukuk yoksa kütük var” diyen Artvinliler aylarca yaşam alanlarını korumak için nöbet tuttu. Geçmişte “Maden olursa Artvin olmaz” diyen mahkemenin bütün üyelerinin değiştirilip sürüldüğü bir hukuk(suzluk) sürecine tekrar baştan başlamak zorunda bırakılan Artvin halkı, sonucu baştan belli bu mahkeme kararını “meşru bulmadıklarını, kabul de etmediklerini” aylardır söylüyorlar ama devletin tüm olanakları kullanılarak, bir kentin sıra dayağından geçirilmesi pahasına Cerattepe’ye çıkarılan maden araçları da yörenin altını üstüne getirmeye devam ediyor. (6)
Gelinen noktada yaşam alanlarını korumanın neredeyse tek yolu fiili direniş haline gelmiştir. Bunun yolu ve yöntemleri her bölgenin kendi özgül koşullarına göre değişebilir ama genelde;

  • Faaliyetin yapılmak istendiği alanda nöbet beklemek. (Aydın Kızılcaköy, Ayvacık Gülpınar, Muğla Yuvarlakçay, Loç Vadisi, Rize Fındıklı örnekleri)
  • Şirket yetkililerinin ve iş makinelerinin alana geçişini önlemek için yolları kesmek. (Tire Başköy, Ayvacık Gülpınar, Sinop Gerze, Erzurum Tortum, Dersim Ovacık vs.)
  • Şirket görevlilerini ve onlarla işbirliği içinde olanları tecrit etmek. (Tire Başköy, Bergama, Dersim Ovacık)
  • Şirketin ve onları desteklemek için çeşitli devlet kurumlarının köylerde, ilçelerde yapmak istedikleri toplantılara katılımı önlemek, olanaklı ise toplantı için yer vermemek, katılmamak. (Birçok ÇED toplantısının yaptırılmaması, katılınmaması örnekleri)

ÇEVRE/EKOLOJİ ÖRGÜTLERİ
Yaşam savunusu mücadelesinde direnişler sürecinde kurulan çevre örgütleri, platformları son yıllarda bir hayli arttı. Yerel halk kendi direniş örgütünü kurarken, bunlar genelde o bölgede bu direniş örgütlerini bünyesinde toplayan, aynı zamanda da bölgedeki meslek örgütleri, duyarlı sendikalar, dernekler ve bazı yerlerde siyasi partilerin de bileşeni oldukları platformlarda birleşiyorlar. EGEÇEP, Kuzey Ormanları Savunması, AYÇEP, MEH, Yeşil Artvin Derneği, DAÇE vb.
Genelde çeşitli mesleklerden bir grup duyarlı yaşam savunucusu tarafından oluşturulan bu platformların çok istikrarlı bir gelişim seyri içinde oldukları söylenemez. Çeşitli dönemlere mücadelenin yükseldiği koşullarda hareket halinde olan bu platformlar bazı durumlarda mücadelenin öznesi gibi davranmaya başlayabiliyorlar. “Yereldeki dağınık direnişleri bir örgüt çatısı altında birleştirmek, bu direnişlere bilimsel, hukuksal, teknik destek sunmak” olarak kendini tarif eden platformların mücadeleyi alabildiğince genişletmek, tüm yerele yaymaya çalışmak yerine mücadeleyi bir grup kadro ile yürütmeye soyunması ekoloji hareketini daraltan bir işleve bürünebiliyor.
Bu tür platformların asıl görevi, işlevi mücadeleyi halka mal etmek, bunun koşullarını yaratmak ve kendi misyonunun (bilimsel, hukuki, teknik destek vs) gereğini yapmaktır. Halk adına, onların vekiliymiş gibi, hatta bazen “fuzuli vekaletle” hareket eden platformların mücadeleye olumlu bir katkısı, sonuca bir etkisi olmuyor. Bu türden mücadele anlayışı daha baştan yenilgiye mahkum. Yerel halkın işin öznesi olmadığı, büyük bir çoğunlukla taşın altına elini sokmadığı, yaşam alanlarını koruma kararlılığı göstermediği bir mücadelenin başarılı olabilmesi olanaksız.
Bergama köylülerinin direniş deneyimleri aradan yıllar geçmiş olmasına rağmen son derece öğretici. Altına madenine karşı kurdukları köy komiteleri ile binlerce köylünün eylemini örgütleyen, onları ülkenin her tarafından, bin bir çeşit eylem ve etkinlikte bir araya getiren ve bunu yıllarca sürdüren bir direniş deneyimi var önümüzde.
Mücadelenin temel dinamiğinin, öznesinin o yörede yaşayan halklar olduğu gerçeğini göz ardı etmeden çıkarılacak en önemli sonuç; ülkenin dört bir yanındaki yaşam savunusu mücadelesine ortak bir ses, ortak bir eylem birliği yaratabilmenin gerekliliğidir.
EKOLOJİ BİRLİĞİ
İşte Ekoloji Birliği de bu ihtiyaç temelinde kuruldu. Ekoloji mücadelesini birleştirmek, ortak örgütlenme, güç ve eylem birliği zeminini yaratmak için Kasım 2017 tarihinde 11 ekoloji örgütü (7) tarafından yapılan çağrıda yaşamın her alanında saldırıların hızla arttığı, siyasi iktidarın tam desteğini alan şirketleri, doğayı acımasızca talan ettiğinin altı çiziliyordu. Ülkedeki hukukun ayaklar altında olduğuna, bin bir emek ve masrafla kazanılan davaların “hukukun arkasından dolanılarak” işlevsiz hale getirildiğine dikkat çekilerek, hükümetin en küçük barışçıl eylemlere bile saldırdığı bir dönemde yapıldı bu çağrı. Tüm bu olumsuz gelişmeler karşısında yurdun her köşesinde yürütülen ekolojik mücadelelerin kendi yerellerinde kalmaları sonrası, sermayenin gücü karşısında küçük kazanımlar dışında yeterli bir direnç gösterilemediğine dikkat çeken 11 çağrıcı örgüt, “bir araya gelip, mücadelelerin kalıcı çözümler sağlayabilmesi için bundan sonra nasıl mücadele edilmesi gerektiğini, güçlerimizi nasıl birleştirebileceğimizi, bunun için neler yapabileceğimizi konuşup tartışmamızın zamanı geldi” diyerek Ekoloji Birliği’nin ilk adımları atıldı.
İki gün süren Bergama Buluşması’nın Sonuç Bildirgesi’nde şu değerlendirmeler dikkat çekiciydi;
Ülkede artık süreklilik kazandırılmış OHAL uygulaması aracılığıyla tek insan ve tek parti diktatörlüğüne götürülmek istenen baskı rejiminin, diğer toplumsal hareketler ve kesimler üzerinde olduğu gibi, ekoloji mücadeleleri üzerinde de önemli bir baskı oluşturduğu… İktidarın; enerji, madencilik, su, orman, tarım, hayvancılık, kültür ve tabiat varlıkları alanlarında izlediği politikaların, doğa ve yaşam üzerinde geri dönüşümü olanaksız zararlara yol açtığı, tüm yaşam alanlarının sermayenin talanına açılması için gereken her türlü yasal dayanağın iktidar eliyle sağlandığı… Tüm bu doğa, yaşam, kent ve kültür talanına karşı direnen, yaşam alanlarını, doğal ve kültürel varlıklarını korumaya çalışan ekoloji örgütlerinin mücadele olanaklarının da, yine siyasi iktidarın politikaları ve yasal-fiili baskıları nedeniyle tıkandığı ifade edilmiştir.
Bergama Buluşması Sonuç Bildirgesinde; ekoloji mücadelesinin Türkiye’nin mevcut siyasi koşullarındaki en aktif ve lokal anlamda örgütlü olan toplumsal muhalefet hareketlerinden olduğuna vurgu yapılırken, siyasi iktidarın yıkıcı politikalarını sıkıştırmada ve teşhir etmedeki potansiyelinin çok yüksek olduğu ifade edildi.
BİRLİK KARŞITLIĞI
Bergama Buluşmasının örgütlenmesi sürecinde “Ortak örgütlenme, örgütsel birlik” düşüncesine mesafeli yaklaşımlar da oldu. Bu kaygılar birkaç noktada yoğunlaşıyordu; “Kimlerle birlik yapılacak/yapılmalı, merkezileşme kaygısı, nasıl bir örgütsel model
Bergama Buluşmasının ikinci günü “Ekoloji Mücadelesinde Birlik ve Ortak Örgütlenme” konulu bir sunum yapan Prof. Dr. Aykut Çoban, kafalardaki bu soruları, endişeleri, birliğe yönelik çekincelerin kaynağını ve nihayetinde “neden birlik, nasıl bir birlik” konusundaki düşüncelerini aktardı.
Kimlerle birlik yapılmalı” sorusuna Çoban, uzun zamandır yapılmak istenip de başarılamayan birlik konusundaki tereddütlerin aşılmasına yönelik bir çabanın gerekebileceğine dikkat çektikten sonra; “Öncelikle kimler birlikleşme yönünde irade açıklıyorlarsa onlarla bir birlik oluşturma yoluna gidilmesi uygun olur” diye yanıt veriyordu. “En geniş birliğin sağlanması” için beklenmesinin, aslında belki de hiç olamayacak bir şey için beklemek sonucunu doğurabileceğinin altını çizen Çoban, “‘Filanca olmadan bu birliğin anlamı olmaz söylemi, tıpkı ‘filanca varsa biz yokuz’ söylemi ölçüsünde sekter bir tavırdır” diyordu.
Merkezileşme çekincesini “bir tür fobi” olarak niteleyen Çoban, “Sermaye devlet ortaklığı doğaya ve halka elindeki her türlü zor araçlarını seferber ederek saldırırken buna karşı yerel bir mücadele örgütlemek ve dik durmak başlı başına onurlu, cesur ve özgüvenli bir hamledir. Hal tam da böyleyken, bu hamleyi yapanların birliğin içinde erime korkuları akıldışıdır. Kendine güvenerek yola çıkan bir yerel direnişin birliği oluşturan benzer mücadele yapılarına önyargılı biçimde güven duymamasını açıklaması gerekir” diyordu.
Birliğin yerel direnişi zayıflatacağı görüşünü de tümüyle “varsayımsal ve  spekülatif” olarak yorumlayan Çoban, şu görüşleri dile getiriyordu: “Olmayan bir birliğin olup olmayacağı bilinmeyen zararı üzerine siyaset inşa edilemez. Sermaye ve devlet ortaklığı ekoloji mücadelesini izole etmeye, yalnızlaştırmaya ve bu sayede yerel direnci kırmaya çalışırken, güç birleştirmek ve birleşik gücü süreklileştirmek, ilkeleri olan bir yapıya dönüştürmek, o ortaklığı bozguna uğratmanın başlıca yolu olabilir, tersi ise yenilgiye davetiye çıkarmaktır.
Ekoloji mücadelelerinin merkezi nedir, neye karşıdır” sorusunu Çoban, Bir merkezileşmeden söz edilecekse, merkeziyet, sermaye ve devletin oluşturduğu merkeze işaret etmelidir. Türkiye’deki ekoloji mücadelelerinin tümü bu merkezden, onun uygulamalarından bir kaçıştır, ama kendi merkezini kurmadığı ölçüde sermaye-devlet merkezinin yörüngesinden çıkıp kurtulamaz. Dolayısıyla ekoloji mücadelelerinin birlikleşme yoluyla oluşturacağı merkez, kendi bileşenlerine karşı çalışacak bir merkez değil, sermaye-devlet merkezine karşı duran bir merkezdir ve özü itibariyle kendi içini kemirmez, direndiği merkezi yok etmeyi amaçlar” diye yanıtlıyordu.
Ekolojik grupların emek örgütleri ve partileri ile ilişkileri konusundaki çekincelere;  “Konjonktürel olarak ekoloji örgütlerinin kendi birliğini sağlamaları öncelikli görünüyor” diye yaklaşan Çoban, bu birlik sağlandıktan sonra emek örgütlerine doğru açılmanın düşünülmesini, kendi içinde birliğini sağlamış ve güçlerini birleştirmiş bir ekoloji hareketinin, emek örgütleriyle birlikleşmeye giderken daha özgüvenli bir tutum gösterebileceğini ileri sürüyordu. Çoban, birliğini sağlamış bir ekoloji hareketinin “Faşizme karşı birleşik cephe“de emek örgütleriyle yan yana yerini almasının önemine vurgu yapıyordu.
İki günlük sürede tartışmaların tüketilemediği Bergama Buluşmasının Sonuç Bildirgesinde “birlik ve ortak örgütlenme” çabalarının devamı niteliğinde bir ikinci toplantı yapılması görüşü şu şekilde ortaya kondu:
– Buluşmaya katılan ekoloji örgütlerinin ortak mücadelesi, dayanışması ve mücadelelerin ihtiyaç duyduğu güç, eylem ve irade birliğinin sağlanması için ortak bir örgütlenmeye, kendi gündemini yaratarak siyasi iktidarın gündemine esir olmayan, talep üreten ve taleplerini, mücadelesinin her türlü unsuruyla zorlayan bir birlik zeminine/ağa ihtiyaç vardır.
– Bu birlik zemininin/ağın oluşabilmesi için çaba harcamaya devam edilmelidir.
ESKİŞEHİR BULUŞMASI VE EKOLOJİ BİRLİĞİNİN İLANI
Bergama Buluşması Sonuç Bildirgesi’nde ifade edilen “birlik zemininin/ağın oluşabilmesi için çaba harcamaya devam edilmesi” görüşü doğrultusunda ekoloji örgütlerinin ikinci buluşması 24-25 Mart tarihinde Eskişehir Tepebaşı ilçesinde gerçekleştirildi. İki gün süren ve ekoloji örgütlerinin birliğinin programı, örgütsel yapısının ana hatları ve kısa erimdeki eylem takviminin belirlenmesine dönük yoğun tartışmaların ardından Ekoloji Birliği’nin kuruluşu deklare edildi.
56 yerel ekoloji örgütünün imzasını taşıyan kuruluş deklarasyonunda Ekoloji Birliği “ülkenin dört bir yanında yaşam alanlarımızı iktidarın ve şirketlerin talanına, yağma girişimlerine karşı koruma mücadelesi verenler olarak duyuruyoruz ki; artık dünden daha güçlüyüz! Çünkü bir araya geldik!” diyordu. Ekoloji Birliği’nin “kendi yerellerimizde sıkışıp kalmamak, yaşamı savunma direnişlerimizi omuz omuza büyütmek, ülke çapına yayılan bir dayanışma ve örgütlenme zemini oluşturmak için” kurulduğuna vurgu yapılan deklarasyonda, “Ekoloji Birliği, ülkemizin içinden geçtiği bu karanlık dönemde direnişin güçleneceği, yeni yeni yerlerde filizleneceği ve yaşamı savunma irademizin daha da kuvvetleneceği zeminlerden biri” olacağı belirtilerek,  “Yaşamı savunmak, ortak hareketliliği güçlendirmek için Ekoloji Birliği“nde birleşme çağrısı yapıldı.
Kurulduğu günden bu yana geçen sürede görünen o ki; Ekoloji Birliği henüz kuruluş aşamasını tam olarak gerçekleştirebilmiş, tüm kurumlarını, işleyişini oturtabilmiş bir yapıda değil. Her şeyden önce, çok farklı yörelerden, çok farklı sorunlara karşı mücadele eden örgütlerin bir arada çalışması, dayanışması, birbirini tanıyıp, güvenerek ortak mücadelenin yol/yöntemlerini geliştirmesi için zaman gerekiyor. Küçük küçük adımlarla ilerlemeye, ilerlerken de eksikliklerini, hatalarını düzeltmeye çalışıyor. Birlik, ekoloji örgütlerinin birbirinin sorunlarına karşı ortak hareket etmeyi başarabilmeyi, “birbirinin yarasına merhem olabilmeyi” başarabildiği oranda “birlik” olabilecek, büyüyecek ve de etkisini daha da hissettirecektir.
YALANLAR VE GERÇEKLER!
Contası gevşemiş musluklardan damlayan suların yarattığı israfla ilgili kamu spotlarının televizyonlarda döndüğü günümüzde, Koza Altın Şirketi Kayseri-Nevşehir sınırındaki Himmetdede Altın Madeninde, siyanürle altın ayrıştırmada kullanmak üzere, bozkırın ortasındaki yeraltı su kaynaklarından saatte 226 bin litre su çekiyor. Bir insanın sağlıklı kalabilmesi için günde 2 litre su içmesi gerekmekte. Bu hesaba göre Koza’nın altın madeni saatte 108 bin kişinin içmesi gereken suyu tüketiyor! (8)
1 MW’lık bir termik santralin üretimine devam edebilmesi için kesintisiz saniyede 15 litre soğutma suyuna gereksinimi olduğu hesaplanıyor. Buna göre 2000 MW kurulu kapasitesi olan bir termik santral için dakikada 1 milyon 800 bin litre soğutma suyu lazım. Mesela Konya Karapınar’da kurulması düşünülen 5.870 MW’lık termik santral için gerekli olan soğutma suyu miktarı 2 milyar 776 milyon 744 bin 800 m3/yıl! Bu suyun tamamı kurak bir yapıda olan Konya Havzasının yeraltı sularından karşılanacak. Karaman-Ereğli-Karapınar arasındaki bütün yeraltı sularını da çekseniz bu miktar suya ulaşmanız gene de zor.(9)
Evlerde kullanılan elektrikli ürünlerin enerji tüketiminin azalması için “A sınıfı ürünler” kullanılmasını öğütleyen kamu spotlarında ülkemizin enerji gerçeği ters yüz edilerek veriliyor. Sanki elektrik açığı varmış, sanki evsel tüketimde yapılacak küçük tasarruflar bu açığın kapatılmasında çokça önemliymiş gibi. Oysa Türkiye şu an ürettiği elektriğin 1/3’ünü kullanamıyor bile! Elektrik Mühendisleri Odası’nın açıklamalarına göre elektrik azlığı değil fazlalığı söz konusu. Üretilen 87.138 MW, tüketim 47.660 MW. (10)
Hiç düşündünüz mü neden hep sıradan vatandaşlar için hazırlanır bu kamu spotları? Yüz binlerce insanın tükettiği kadar elektrik, su tüketen kirli-geri teknolojileri ülkemizde kurup paralarını katlayan sermayedarlar için olması gerekmiyor mu bunların? Öyle ya, saatte 108 bin kişinin içtiği su kadar su tüketen, koca Konya havzasındaki yeraltı sularını kullansa dahi yetmeyecek termik santral kuranlar dururken neden bizim musluktaki damlalar, mutfaktaki lambalar gözlerine batar kamu spotunu hazırlayan resmi kurumların?
Dünyadaki tüm canlıların yaşamını etkileyecek kirli faaliyetleri ekonomik-siyasi ömürlerini sürdürmek için devam ettirmekten geri kalmayan emperyalizm, bu suçunu örtme gayretinde. “Sürülebilir kalkınma” adı altında yapılan kömür karşıtı kampanyaları, buna dönük küresel ısınmaya dikkat çeken her gün bir yenisinin yayınlandığı raporları, yenilenebilir enerji kaynaklarını ve hatta nükleer santralleri alternatif olarak önermeleri biraz da böyle okumak lazım. Milyarlara küresel ısınmaya karşı, su kıtlığına çözüm olarak musluğu, lambayı gösterenlerle deveyi hamuduyla götürenler aynı! Ama bunun sürdürülebilir olmadığının onlar da farkında. İklim değişikliği sıradan önlemlerle başa çıkılabilecek bir sorun değil. Yine de giderayak Karbon Borsası gibi buluşlarla sebep oldukları felaketi paraya çevirmenin yollarını buluyorlar! (11)
“DÜZGÜN DÜZEN”
Soma’ya bağlı Yırca Köyü’nde (Mahallesi) termik santralin özel güvenlik görevlileri tarafından kesilen zeytinlerin yerine dikilen fidanlar aradan üç yıl geçtikten sonra ilk zeytinlerini verdi. Köylüler buruk bir sevinçle karşıladı bu ilk zeytin hasadını. (12)
6 bin 600 zeytinin kesilmesinden günler önce yapılan bir toplantıda, eli yüzü, üstü başı kömür karası olan, beyaz saçlı 50-55 yaşlarında bir adam şunları söylüyordu kameralara: “Biz burada tütünümüzle, zeytinimizle gül gibi geçiniyorduk. Çocuklarımızı evlendiriyor, geleceğe umutla bakıyorduk. Sonra bu termik santral geldi. Sonra ikincisini yaptılar. Tarlalarımızı ellerimizden aldılar. Termik santralin dumanı, külü, kiri ürünlerimize bulaştı, verim alamaz olduk. Bizi kömüre muhtaç ettiler. Kimi işçi oldu termiğe kimi ocaklara indi. Ben de işte hurdalar arasından kömür toplayarak geçinmeye çalışıyorum.
Yırcalı köylü, aslında Soma’dan bile eski olduğu söylenen köyünün, termik santral öncesi halini özlemle anlatırken, santralin kurulmasının ardından yaşanan olumsuzlukları da birebir hissedenlerden birisi. Anadolu’nun onlarca yerinde olduğu gibi, toprakları ellerinden alınan, ya da verimsizlik nedeniyle geçinemeyen ya da tarım politikaları yüzünden ürünü para etmeyen yüz binlerce, milyonlarca köylü işçileşti. Tarımın çözülmesi köylüleri kente göç etmek durumunda bıraktı, fabrika işçisi yaptı. Köy ve kent üretiminin toplumsal ihtiyaçlar temelinde organize edilmediği ve planlanmadığı koşullarda bu tablo kentin sorunlarının katlanmasına, başta barınma sorunu olmak üzere, altyapı, sosyal sorunlar gibi birçok yeni sorunu beraberinde getirdi. Gecekondulaşma, sağlıksız konutlar ve kentsel planlama, kentlerin var olan sorunlarını içinden çıkılamaz hale getirdi.
Kente göçen, kentin hay huyuna karıştı ama kırla da tam olarak bağını kesemedi. Köydeki tarlasından, bağından, anne babası, akrabasından gelen erzaklar, özellikle yaz sonu, güzün hasat zamanı, kış hazırlığında kentlerin otogarlarını çuvallar, kasalar, güğümler, torbalarla doldurdu,  kırdaki ürünleri kente taşıdı. Geçim derdine düşen işçilerin can simidi köyden gelen erzaklar oldu, kentteki sınıf mücadelesinin yorgunları, geçinebilmek için kırk takla atan işçiler bu durumu “Köyden erzak gelmese ekmeğin içi boş kalır” diye anlatıyor. (13)
Köyden göçmeyip kalanlar ise toprağa bağlı yaşamanın, eskisinden bin kat daha zor koşullarını göğüslemek zorunda kaldılar. Para etmeyen ürünler, eskisinden çok daha pahalı giderler, köyün yeni yetişen çocuklara eğitim, sağlık, sosyal olarak yetmemesi vs…
Soma Yırca gibi olan köyler de az değil. Termik santraller, HES’ler, altın, bakır, mangan, nikel madenciliği, şimdi de RES’ler nedeniyle göç eden, işçileşen, ya da köyünde kalıp bu yeni komşularıyla baş etmeye çalışan insanlar topluluğunun öyküsü hüküm sürüyor Anadolu’da. Yeni komşular, “dağdan gelip bağdakini kovma” deyimini tam olarak karşılıyorlar. Bir anda gelip köylünün yüzlerce yıldır yaşadığı topraklara yerleşiyor ve onları ya kovuyor ya kaçmak zorunda bırakıyorlar. Kovuyorlar, “bizim bu araziye, suya, dağa, ormana, tarlaya ihtiyacımız var. Ya gönlünce şu fiyata sat, ya da biz elinden almasını biliriz” tarzı bir efelenme ile güçlerine güvenip köylünün malını elinden alıyorlar. Bazen, “size de iş vereceğiz, topraktan, rezillikten kurtulacaksınız, çoluğunuz çocuğunuz sigortalı, sosyal güvenceli çalışacak” gibi tatlı sözlerle ikna edilmek isteniyor köylüler.
Ürünleri para etmeyen, kıt kanaat geçinen köylülerin bir kısmı için bu sözler yeni bir umut, yeni bir gelecek vaadi olarak görülüyor. Atalarının mezarlarının bulunduğu toprakları terk etmek istemeyen, küçük olsun, karnımızı kıt kanaat doyursun ama bizim olsun diye yerinden yurdundan ayrılmamakta direnenler ya da yeni komşunun siyanürle, asitle, termik külü ve dumanıyla yaşamlarını, sağlıklarını alacağını öğrendiklerinde de eskiden ‘olur’ dediklerine karşı çıkmaya başlıyorlar. Bergama’da, Kışladağ’da, Efemçukuru, Çaldağında ya da Karadeniz’de olan bu.
Buralarda şirketler köylüyü bizden, karşıdan olarak ikiye bölerken, yüzlerce yıl bir arada yaşayan köylünün sosyal dokusunu da ortasından bölüyor. Bu çelişki, köylüler arasında tartışmalara, küslüklere dönüşüyor, birbirine düğününe, cenazesine, kahvesine gitmeyecek kadar yabancılaştırıyor. Bergama’da bu nedenle akrabalar arasında kan bile döküldü. Pınarköyde bir köylü çıkan çatışmada yaşamını yitirdi. (14)
Kamulaştırma, daha doğrusu acele kamulaştırma olgusu da son yıllarda siyasi iktidarın en çok kullandığı sermayeye rant aktarımı ya da iş kolaylaştırma yöntemlerinden birisi oldu. İkinci Dünya Savaşı sırasında askerin acele ihtiyaç duyduğu hallerde kullanılmak üzere çıkarılan yasa, AKP iktidarında sermayenin acele ihtiyaç duyduğu haller için halkın elindeki taşınmazı kamu adına alıp, şirketlere aktarmaya dönüştü. Halk acele kamulaştırma ile acele mülksüzleştirilmeye başladı, sermayenin hukuksal gecikmeden doğacak zararlarının önüne geçilmiş oldu.
Hala kendisini ekolojist olarak tanımlayanların da olduğu birçok kişi Rüzgar Enerji Santralleri’ni “yenilenebilir-temiz enerji” diye tanımlarlar. Geçmişte, özellikle liberal ekoloji hareketi içerisinde sıkça atılan “rüzgar, güneş bize yeter” sloganı bu anlayışın bir ürünü. Oysa, kapitalist sistem içerisinde enerji de, diğer tüm alanlar gibi sermayenin karlılık ölçeğinden baktığı bir alandır. Daha yüksek, daha kolay nasıl kar edilecekse öylesini yapar sermaye. Doğal olarak doğanın zarar görmesi, ekolojik tahribat, ekosistemin alt üst oluşu, yörenin demografik yapısındaki değişim, ekonomik yapısındaki değişikliğin sosyo kültürel etkileri gibi unsurlar ya hiç gözetilmez ya da karşı çıkışlar olursa metazori raporlarla, ÇED süreçleri ve “sosyal sorumluluk” projeleri ile örtülmeye, ötelenmeye çalışılır.
Köyünün dibine, 24 saat uçak sesi gibi ses çıkaran RES dikilen Karaburun Yayla köylüsünün bu RES’lerden hiçbir kazancı olmadığı gibi yaşamını altüst etmesi nedeniyle büyük zararı vardır. Keçilerinin artık o RES’ler nedeniyle sütü azalmıştır, sayısı azalmıştır, kendilerinin ve keçilerinin ‘psikolojileri’s bozulmuştur. Ada martıları artık köylerine uğramaz olmuştur. Bir zamanlar mera olan alanlar RES’lere giden yollarla delik deşiktir, iletim hatlarıyla köstebek yuvası haline almıştır. Bu  enerjinin neresi temizdir Yayla Köyü, Karaburun için? RES’lerde üretilen enerjinin bir kilovatı dahi buraların elektrik enerjisi için kullanılmamaktadır. Her kilovat, RES’lerin sahibi şirketlerin kasasına akan paradır. Tıpkı, Mersin Mut’daki RES’lerde üretilen elektriğe rağmen, bu RES’lere komşu yayla evlerinin hala elektriksiz olması gibi RES dibini aydınlatmamaktadır. Buradaki RES’lerin ilk sahibi Ağaoğlu, ürettiği elektriği İstanbul’daki konutlarının satışında kampanya malzemesi olarak kullanma becerisi göstermiştir. (15)
Yine bir örnek verelim, Kalkım da Kazdağlarının kuzeyinde madencilik faaliyeti yürüten CVK maden işletmelerinin ruhsatsız tesislerinde dağları, suları zehirleyerek yaptığı madencilikten kazandığı paralar aynı şirketin İstanbul’da muslukları altın kaplı otel yapımına aktarılıyor. (16)
Sermaye düzeni, bazen polis-jandarma gücüyle (Artvin’de, Gerze’de, Madran Dağı İbrahim Kavağı Köyünde, Karadeniz’in birçok yaylasında, Toroslar’da Ahmetler Köyünde vs) yaşam alanlarını sermaye talanından korumaya çalışan köylüye karşı şiddet kullanır. Bazen bu şiddet şirketlere düşer. Özel güvenlik maskesi altında paramiliter kuvvetleri ya da bizzat şirket çalışanları ile Yırca’da, Bergama’da, Çanakkale’de, Efemçukurunda köylüleri, yaşam savunucularını döver, ezer, gözaltına alır. Bu şirketler Finike’de kiralık bir katil tarafından öldürülen Ali-Aysin Büyüknohutçu çifti katliamındaki gibi cinayet işlemekten de geri kalmazlar.
Her sermaye grubunun olduğu yerler artık onlar için “küçük birer muhtariyet“tir. Bergama, Koza Altın’dan sorulur. Biga yarımadasında ekonomide, siyasette, yerel yönetimde sözü geçen en önemli güç İÇDAŞ şirketidir. Kışladağ ve Efemçukurunda TÜPRAG, Soma’da Kolin silahlı güçleri de olmak üzere birer küçük cumhuriyet gibi davranırlar bulundukları bölgelerde. Buralara girmek bu şirketlerin iznine bağlıdır bazen. Örneğin binlerce yıllık antik kent onların özel mülküdür adeta, çekim yapılması bile bu şirketlerin iznine tabiidir.
Yırcalı Ayşe Ürüncü yaşadıklarının sistemle bağını şu sözlerle kuruyordu: “Bu Kolin şirketi nasıl iştir, nasıl şeydir bilmiyorum ama bir bu değil ki. Düzeni böyle yapmışlar böyle gidiyor. Biz köylüler olarak bu düzeni kıracağız, bu düzeni istemiyoruz. Bu düzen bozuk! Düzgün düzen getireceğiz.
Ülkedeki ekoloji mücadelesinin ülkenin politik gündeminden bağımsız olmadığı, mücadelenin özünün sorunun temel kaynağı olan kapitalist sisteme karşı yürütülmesi gerektiği, bunu yaparken de güçlerin birleştirilmesi ve dayanışmanın önemi her geçen gün daha da belirginleşiyor. Kavga kızışırken saflar da giderek netleşiyor. Ekoloji hareketi, yaşadığı dünyayı, toprakları geleceğe temiz bir şekilde bırakma mücadelesi verenler, demokrasinin, insan haklarına saygının, özgürlüğün, bilimsel özerkliğin, bilginin üstünlüğünün, kent hakkının, emeğin kurtuluşunun olmadığı yerde doğayla barışık, insan onuruna yaraşır bir yaşam da olmayacağını deneyimleyerek öğreniyorlar. O yüzden ekoloji mücadelesini sınıf mücadelesinin bir parçası olarak tanımlıyorlar.
 
KAYNAK: Teori ve Eylem (Aylık Sosyalist Teori ve Politika Dergisi, 24, Kasım 2018, s.28-39
DİPNOTLAR:

  1. Çevre ve Orman Bakanlığı’nın 2009/7 Sayılı Genelgesi’ne göre; Mahkemelerin “ÇED Olumlu” kararı hakkında verdiği yürütmeyi durdurma ya da iptal kararı, ÇED raporunun sadece bir ya da birkaç bölümüne ilişkin ise, diğer bölümleri olumsuz yönde etkilemiyorsa; yürütmeyi durdurma ya da iptal kararının gerekçeleri dikkate alınarak eksik ve yetersiz kısımları düzeltilen ÇED raporu Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na sunulabilir. 2009/7 sayılı Genelgesi hükümlerinin uygulandığı ÇED süreçlerinde; halkın katılım toplantısı, özel format verme gibi aşamalar gerçekleştirilmemektedir. İnceleme ve Değerlendirme toplantısı gerçekleştirilerek nihai hale getirilen ÇED raporu hakkında “ÇED Olumlu” ya da “ÇED Olumsuz” kararı verilmektedir. (http://ekolojikhaklar.org/knowledgebase/20097-sayili-genelge-nedir/)
  2. https://www.evrensel.net/haber/323683/hukuk-yoksa-kutuk-var
  3. https://www.evrensel.net/haber/323807/toplumsal-direnis-olmadikca-cevre-mucadelesi-beyhudedir
  4. https://www.evrensel.net/haber/323869/hukuk-bitmis-mi
  5. https://www.evrensel.net/haber/281918/once-cevre-diyen-hakimler-darmadagin
  6. https://www.evrensel.net/haber/329976/cerattepeyi-oydular-bir-avuc-altin-icin
  7. Çağrıcı örgütler listesi: Ege Çevre ve Kültür Platformu (EGEÇEP), Bergama Çevre Platformu, Mezopotamya Ekoloji Hareketi (MEH), Kuzey Ormanları Savunması (KOS), Yeşil Artvin Derneği, Derelerin Kardeşliği, DOSAB Termik Santralına Hayır Platformu, Muğla Çevre Platformu (MUÇEP), Bartın Çevre Platformu, Munzur Koruma Kurulu (DEDEF), Doğu Akdeniz Çevre Platformu (DAÇE).
  8. https://www.evrensel.net/haber/295241/kozaya-her-yol-konya
  9. TEMA Vakfı Konya Kayapınar termik santrali Etkileri Raporu – Kasım 2013
    http://www.tema.org.tr/folders/14966/categorial1docs/1148/TERMIK%20SANTRAL%20RAPOR%20A5%20BASKI.pdf
  10. http://www.emo.org.tr/genel/bizden_detay.php?kod=88369
  11. http://ekonomikdurum.com/haber/suveysin-alternatifi-kuzey-kutbu-mu/1133/
  12. https://www.gazeteduvar.com.tr/gundem/2018/10/11/yircada-4-yil-sonra-ilk-zeytin-hasati/
  13. http://www.evrensel.net/haber/78808/koyden-erzak-gelmese-ekmegin-ici-bos-kalir
  14. Üstün Reinart, “Biz toprağı bilirik”… .
  15. http://www.evrensel.net/haber/69881/res-dibini-aydinlatmaz
  16. http://www.evrensel.net/haber/86145/musluklari-altindan-sulari-zehirden