Karşımızdaki görüntüden yeteri kadar etkilenmişsek, derinlikleri ihmal edebiliyoruz. Bu etkinin sinemada belki en çok hissedildiği alansa bilimkurgu oldu. Görsel teknolojinin gelişimine “hasılat endişesi” de girince, bilimkurgu sineması çıktığından çok farklı bir yere geldi. Oysa Matrix’in ana fikri Neo’nun yakın dövüş yetenekleri olmadığı gibi Ben Robot da bir aksiyon filmi senaryosu olarak yazılmamıştı.

Bir insanı tanımak için iki buçuk saatin yetmemesi gibi, herhangi bir konuda fikir edinmek için de uzun okumalar gerekir. Nitekim bilimkurgunun asıl sunduğu heyecanlı kovalamaca sahneleri değil, alternatif gerçekliktir.

Okurken önümüze çıkan ilk sorulardan biri, teknolojinin götürdüğü yere hazır olup olmadığımızdır. Bunu apokaliptik hikayeler olarak da düşünebiliriz, evrimin bir anda hiçe sayılması olarak da. Parmaklarımızın sayısı, çimenlerin pembe çıkmaması, yumurtaya yetişecek spermin bizim kararımız olmaması, milyonlarca yıldan damıtılan hakikatlerse eğer; ya bunları istediğimiz an değiştirebilseydik?

Salt dünyalı olmamız bizi olası bir dünya dışı bilinçten üstün kılar mıydı? İnsan olarak kendimizi nerede görüyorduk ve bunun bir dayanağı var mıydı? Peki ya karşımızdaki “uzaylı” değil de bizim gibi insan olsaydı? Marslı istilasına bütün Dünyalılar komple direnirken iyiydi de, başka ülkelerin toprağında, başka halkların üzerinde hak iddia edebilmek neyin nesiydi?

Eski Roma’da kölelere eşya muamelesi yapılması bize şu çağın çok dışında gelmişti. Peki robot köleleri ne yapacaktık? Şimdiyse rahatlıkla eşya deyip geçtiğimiz çamaşır makinesiyle sohbet edebildiğimiz gün, onun ediminden kimi sorumlu tutacaktık?

Dünyalı birer insan olmaya ve mevcut teknolojiyle yaşamaya devam da edebiliriz. Ya hiçbir şeye kendimiz karar veremeseydik de, biyolojik hakikatler bile kanunla düzenlenseydi? Diğer yandan şu “kendi kararını verme” meselesi de epey su kaldırır gibi, bunu “iletişim teknolojileri” bağlamında tekrar düşünmek gerekmez mi?

Alternatifin de, gerçekliğin de sonu yok – da, “gerçek” nedir tam olarak?

Sorular bitmez. Sorun ise, hukukçuların bu konuya halen mesafeli durmasıdır.

Oysa hukuk, temeline bir irade koyar ve kendine bir evren inşa eder. Olanı değil olması gerekeni düzenlemesi, hukukun en başta kendisini bilimkurguya yaklaştırmaz mı? Hukukun bireylerden çok normlarla ilgilendiğini düşünürsek, kökünde epey distopik bir şeyden bahsediyor olamaz mıyız?

Hukuk kurgusu nerede bitecek ve distopya nerede başlayacaktır, yoksa bunları ayırmak düşündüğümüzden daha mı zor olur?

Distopya demişken, bu bir tür müdür, bir zıtlık mıdır, yoksa bir esere başından sonuna “distopya” demek yerine farklı eserlerdeki distopik unsurlara değinmek daha mı uygun olur?

24-25 Kasım’da Eskişehir Okulu’nun düzenlediği Hukuk ve Distopya Sempozyumu’na koşarak giderken, aklımdaki milyonlarca sorunun ana hatları bunlardı. Etkinliğin afişini görünce heyecandan öleceğimi sandım. Öyle dolu ve hukuku tekrar sevdiren bir haftasonu oldu ki, Ankara’ya dönerken “hukuk fakültesine tekrar girmem lazım” diye düşünüyordum.

Konudan biraz sapmakla birlikte öncelikle bir yanlış anlamaya değinelim. Son zamanlarda bilimkurgu ve distopya “trend” haline geldi. Ekranlarda bu türde birden fazla Amerikan yapımı görünür oldu. İşte böyle olunca, edebiyatın bu türünün hep Amerikalılardan çıktığı düşünülebiliyor, sempozyumda gördüklerimizden biri de buydu.

Gerçek şu ki, distopya deyince bu konuya en uzak olanların bile söyleyeceği ilk isimler (Ray Bradbury hariç) Amerikalı değildir. Bilimkurgu edebiyatının ismini bir çırpıda sayabileceğimiz pek çok yazarı da yine, Amerikalı değildir. Yevgeni Zamyatin veya Stanislaw Lem’in memleketlerini isimlerinden çıkarabiliriz ama salt isimlerine bakıp George Orwell, Aldous Huxley, Mary Shelley gibi İngilizleri Amerikalı sanmak yanlış olur. Hele ki, 1963’ün Paris’ini 1863’ten anlatan ve hatta Dünya’nın merkezine bile gidip gelen Fransız Jules Verne’i anmazsak düpedüz ayıp etmiş oluruz.

*

Trende yer bulamadığım için 24 Kasım’ın ilk ve 25 Kasım’ın son oturumunu kaçırdım. Diğer konuşmalara değinerek, bilimkurgu ve distopyanın neden hukuk teorisinden ayrı düşünülemeyeceği konusunu biraz daha açmış olalım.

İlk meselemiz, ütopya ve distopyanın tamamen subjektif olması. “Eşitlik ve özgürlükle kurulmuş bir dünya kimin distopyası olabilir ki” demek kaçamak yapmak olur, çünkü orada eşitlik ve özgürlük kavramlarını sorgulamamız gerekir. Örneğin bir kadın ütopyası, erkekler için pekala distopya olabilir – Sultana’nın Rüyası’ndaki gibi.(1)

Eşitlik ve özgürlüğün birlikte sağlanması ise biraz daha karışık. Bu kavramları yerli yerine koymak için Dworkin – Hart tartışmasıyla başlayıp kendimizce bir kapsam belirleyebiliriz. Fakat başarısız olmamız halinde, konu kişilerin fiziksel ve zihinsel varlıklarının da tamamen eşit olması gerektiğine varırsa, bir Kurt Vonnegut karakteri olan Harrison Bergeron’a karşı başımız eğik olacaktır.(2)

Peki bu kavramları “akil insanlara” devredip aradan çıksak biz, işimize gücümüze baksak, neticede o kadar temsilciyi boşuna seçmiş olamayız değil mi?

Ya bu “külli irade,” her şeye bizim yerimize karar vermeye fazla alışıp kavramlarla da kendi istediği gibi oynamaya başlarsa? Özellikle ülkemiz için fazlasıyla sürreal bir şey bu ama düşünün bir, hukuku hukukun kendisinin değil de devletin yarattığını düşünün, ya olursa?

Doğum yapma şeklinize karışabilen, cinselliğiniz hakkında karar verebilen, daha ne olduğunu bile bilmediğiniz rızanın sizde çoktan bulunduğuna hükmedebilen devlet, ya gün gelir de doğurgan olmadığınız için kadın da olmadığınızı söylerse size? Bunu bir kanuna dayandırır, itiraz ettiğinizde terörist ilan ederse sizi? Kendinizi Damızlık Kızın Öyküsü’nün içinde buluverirseniz bir gün? Ne yapacaksınız?(3)

Devleti mi tartışacaksınız? Kişisel olarak, devlet kavramından pek hoşlanmam. Egemenin erkini yine onun belirlediği zeminden taşmadan sorgulamayı biraz sonuçsuz bulurum.

Fakat tartışılmayı asla kabul etmeyen egemen, gücünü sürdürmek için envai çeşit yol da bulur. Nazi Almanyası için konuşursak, bunun yolu kanunlara sıkı sıkıya uyan ve fakat o kanunları tamamen “işine geldiği gibi” düzenleyen bir devlet olmaktı. Bu roman değil yaşanmış bir hakikattir, üstelik Nazilere özgü de olmayabilir. Ernst Fraenkel’in 1941’de yazdığı ve o Almanya’nın anlatımı olan Der Doppelstaat’ı çok satacak bir distopya romanından ayıran nedir?(4)

Diğer yandan devlet de bir insan yapısıdır. Tebaası nasılsa, mühendisliğini de ona göre kurgular. Örneğin, sosyal ast-üst ilişkisini içselleştirmiş bir toplum devlet için çok büyük tehdit oluşturmaz. Çünkü kendini zaten en yukarıda konumlandırmıştır.

Üst sınıfın kondurulmuş erdemini, 1927 filmi olan Metropolis’te de görürüz. Film belirsiz bir gelecekte geçmektedir. Ayaklanmış olan fabrika işçilerinin hayatını patronun yüce gönüllü oğlu kurtarır. Sınıfsal bir kurtuluş değildir bu, işçilerin kendi kazanımı da değildir. Nitekim işçiler “el” patronlar da “baş” olarak işaret edilir ve filmin söylediği, ellerle baş arasındaki köprünün “kalp” olması gerektiğidir.(5) Bu konuda kişisel inisiyatiflerden başka bir yol gösterilmemiştir.(6)

1927’nin Metropolis’iyle 1936’nın Modern Zamanlar’ını(7) birlikte düşününce, sinemanın bu konuda aslında çok esaslı başlangıçlar yaptığını söyleyebiliriz.

Fakat bilimkurgu edebiyatını sadece robotlaşma, sınıflaşma veya devlet diktası olarak almak muazzam bir eksiklik olur. Çünkü bütün bunların kökeninde bulunan, insan olarak bilincimizi var etmenin özündeki unsurları göz ardı etmiş oluruz. Hiçbir gelecek türü de bilincimizin katkısı olmadan var olamaz.

O halde, bilincimizin yolunu kurgulanan geleceğe çıkarmanın imkanı nerededir? İrademiz ve lisanımızda. Bilimkurgu edebiyatı bunun da farkındadır. Yarattığı evrenlerde irademizin nasıl oluştuğunu, oluşan “şeyin” ne kadarının bize ait ne kadarının içi boş bir manipülasyon olduğunu(8), lisanla zihin arasındaki ayrılmaz ilişkiyi ve onu değiştirdiğinizde zihinlere ne olacağını da sorgular.(9)

Geleceği var eden bilinç ve irademizse eğer, bilim ve teknoloji bunları kendisine ciddi bir çalışma konusu haline getirdi tamam da, bu çalışmaların olası sonuçları nedir?

Bilinç ve irade yapay olarak üretilebilirse, insan zihninden çıkan ve çıkmayan iki ayrı irade kategorisi oluşur diyemez miyiz -ki çıkmayanı en başta yine insanlar üretmiş olmasına rağmen?

Elektrikli koyun düşleyen androidlere(10) ve çekilmiş en iyi bilimkurgu hikayelerinden biri olan 2004 yapımı Battlestar Galactica’ya selam gönderip şimdilik devam edelim.

Bilimkurgu ve distopyalar yapay zekayı sıklıkla konu eder. Fakat henüz kendi varoluşunun farkında olmayan, “yapay bilinç” seviyesine gelememiş algoritmaların öyle bir kullanım alanı oluştu ki, bildiğim kadarıyla hiçbir eserin aklına gelmiş bir şey değildi bu.(11)

Kendi kararları olan ve kendi varlığının farkına varmasına ramak kalan bir hakikat geliştirip bunu gecelik partner bulmak için kullanmak, insanlığın müthiş bir tezahürü.

Bu algoritmaların mağazalarda bulamadığımız o ayakkabıyı bir e-ticaret sitesi reklamında önümüze koymasını bizzat yaşadık. Üstelik bu zekanın tek marifeti bu da değildi. Market indirimi de sağlıyordu mesela.

Bütün bu hizmetlerin mümkün olmasının tek yolu bizimle ilgili verilerin toplanarak işlenmesiydi. Öyle de oldu. Spotify’ın bize önerdiği müziklerin tesadüf olmamasını mümkün kılan sistem, olağan şüpheli olmamıza da yol açtı. Konunun bu tarafıyla ilgilenmek pek işimize gelmedi çünkü o akşam Tinder’dan buluştuğumuz arkadaşla bir şeyler içiyorduk.

Mesele şu ki, Azınlık Raporu’ndakine yaklaşan bir gerçeklik şu an halihazırda var.(12) Örneğin yaş grubu, memleket, gelir durumu, mahalle, meslek gibi çeşitli kriterleri “sağlıyorsanız” evden işe yaşarken bile aslında şüphelisiniz. “Adaletin sağlanması için her yol mubahtır! Suç işlemeyene zaten bir şey yapılmaz!” diyorsanız işin şu tarafına da bir bakın, yine belirli kriterleri sağlamıyorsanız, seri katil olsanız bile kimse sizden şüphelenmeyi düşünmüyor. Bilimkurgu edebiyatı bunu da düşünmüştür, bir ceza hukuku romanı olmasa da Yıkıma Giden Adam bu konuda çok şey söyler. (Başka bir örnek olarak, kurgu değil yaşanmış hikaye olan Unabomber’ı(13)da anmak gerekir.)

Kaldı ki, “Suç işlemeyene zaten bir şey yapılmaz” demeden önce Kafka’nın da fikrini sormak gerekmez mi?

Kafka’nın Dava’sı biz Türkiyeliler için roman olmaktan çıkıp günlük gazete haberi haline geldi – de diyemiyoruz aslında, çünkü basında haber bulmak da artık bir mesele. Distopya kavramını tartışmak için epey uygun bir dönemden geçiyoruz belli ki. Cümleyi şöyle kuralım, Kafka’nın Dava’sı biz Türkiyeliler için roman olmaktan çıkıp bir hayat gerçeği haline geldi. Ozansoy Hoca’nın sempozyumda dediği gibi, suçunu bilip cezasını arayan Dostoyevski kahramanları gibi değiliz, cezasını çekip suçunu arayan Kafka kahramanlarına döndük.(14)

Bu Samsa’laşmayı sadece yargıda aramak aslında yeterli olmayabilir. Veritabanları, algoritmalar, tek merkezden yönetilen veriler ve yürütülen sistemler derken, artık hiçbir işimizin direkt muhatabını bulamıyoruz. Satın aldığınız ürün bozuk çıktığında bunun için sitem edeceğiniz bir insan yok karşımızda. Banka hesabımızda haksız bir kesinti görmüşsek, aklımıza gelen ilk şey telefona sarılıp 444’lü hatlarda çalışan personele bağırmak. PTT’de sıra beklerken bir gişe daha açtıramıyor veya olmadık zamanlarda gelen pazarlama telefonlarına “Sizi bana sayıyla mı verdiler kardeşim!” diyemiyoruz.

Bilim sadece pozitif olmadığı gibi, kurgu da sadece teknoloji değil. Yeni kültürümüzde “kurumsallaşma” diye bir şey var ve bu da her şeyin tek bir “sistem odasından”yönetilmesi olarak algılanıyor. Karşınızda bireyler yok, bilgisayarlarla yüklü sistem odaları var. Bu odaların kimler tarafından nasıl kurulduğunu sorgulayamıyorsunuz. Azıcık yükselttiğinizde öyle bir duvara çarpıyor ki sesiniz, artık #HepimizMarkoPaşayız.

İnsan bilincinin yeni bedenlere aktarılmasının sosyal sonuçlarını bir düşünün.(15) Farklı bedenler sayesinde bütün kuralların üzerinde olup, ölümsüzlüğü de satın almaya varmaz mı işler?

Sosyal dayanışmayı bir yük gibi görenlerin tarafından bakarsak, “Hak etmeyen kimseye yardımcı olmak zorunda değilim” diyen üstün yeteneklilerin terk ettiği bir dünya nasıl olurdu?(16)

Son olarak, Yevgeni Zamyatin’in hem 1984’e hem de Cesur Yeni Dünya’ya ilham olan muazzam distopyası Biz’den bir alıntı yapalım.(17)

“Birisini öldürmek, yani insanın yaşam süresini 50 yıla indirmek suç ama insanlığın yaşam süresini 50 milyon yıla indirmek suç değil. Peki komik değil mi? Bizim on yaşındaki numaralarımızdan biri bu matematiksel ahlak problemini yarım dakikada çözebilir; fakat onların bütün Kant’ları bunu çözememiş. Çünkü Kant’lardan hiçbiri toplama, çıkarma, bölme ve çarpmaya dayanan bilimsel etik sistemini oluşturmayı akıl edememiş.”

Problemleri salt düşünce gücüyle çözemeyeceğimiz açık. Fakat felsefeden arınmış hesaplamaların sonu, isimsiz, kimliksiz, iradesiz, en önemlisi de hissiz canlılar olmamıza varıyor. Her zaman öyle olmuştur.

Peki beynimiz ve ellerimiz arasındaki köprü sadece kalplerimiz mi olacak?

İşte geleceğin hukukuna şekil verecek olan soru budur.

 

DİPNOTLAR:

  1. F. Ceren Akçabay, “Kiminin Ütopyası Kiminin Distopyası: Sultana’nın Rüyası”
  2. Meriç Seyhan Karaca, “Harrison Bergeron: Bir Eşitlik Distopyası”
  3. Aslınur Avgın, “Damızlık Kızın Öyküsü’nden Hareketle Toplumsal Cinsiyet, Distopya ve Hukuk”
  4. Emre Zeybekoğlu, “Doppelstaat’ın Türevi Olarak Hukuk”
  5. “Themediatorbetweentheheadandthehandsmust be the heart.”
  6. Merve Sağır, Serdar Hoş, “Modernitenin Ütopik Hukuk Kurgusuna Metropolis Filmi Bağlamında Paralaks Bir Bakış”
  7. Modern Times, 1936 yapımı Charlie Chaplin filmi. 20. yüzyılın başında Henry Ford tarafından başlatılan “üretim bandı” sistemi işlenmektedir.
  8. Halil Kökçü, “Bilimkurgudan Gerçeğe, Özgür İradenin Sonu”
  9. Didem Sevgili, “Distopya, Dil, Düşünce ve Hukuk”
  10. Philip K. Dick, Do AndroidsDream Of ElectricSheep?
  11. Buraya yapay zeka (artificialintelligence) ve yapay bilinç (artificialconsciousness) hakkında birerWikipedia linki göstermek istedim fakat ülkemizde mümkün olmadı.
  12. Philip K. Dick, Minority Report. Bu hikaye aynı isimle 2002 yılında filme de uyarlanmıştır. Hukuk ve Distopya Sempozyumu’ndaki bahsi içinse bkz. R. Barış Erman, “Azınlık Raporu’ndan Psyco-Pass’a: Suçu Önceden Tahmini ve Risk Ceza Hukuku”
  13. Netflix dizisi. Unabomber, üniversitelere ve çeşitli üst düzey yöneticilere kargoyla el yapımı bombalar gönderen Theodore John Kaczynski’nin lakabıdır. Kaczynski aynı zamanda “Sanayi Toplumu ve Geleceği” isimli bir manifestonun da yazarı olup, Amerika’nın Kolorado eyaletinde halen cezaevindedir.
  14. Cüneyt Ozansoy, “Türkiye’nin Kafkaesk hukuku”
  15. Richard K. Morgan, Altered Carbon. Roman Türkiye’de “Değiştirilmiş Karbon” adıyla İthaki Yayınları’ndan çıktı. Netflix’te yayınlanan Altered Carbon dizisi bu kitaba dayanmaktadır.
  16. Bu distopik unsur Ayn Rand’ın Atlas Shrugged romanında işlenmiştir. Roman Türkiye’de “Atlas Vazgeçti” adıyla Plato Yayınları’ndan çıktı. Hukuk ve Distopya Sempozyumu’ndaki bahsi içinse bkz. Barkın Asal, “Hukuk Sistemi ve Ütopyanın Bir Türü Olarak Distopyalar.”
  17. Yevgeni Zamyatin, Mıy. Roman Türkiye’de “Biz” adıyla en son İthaki Yayınları’ndan çıkmıştır.