Thucydides İ. Ö. 455 yılı civarında doğmuş ve Atina-Sparta savaşından sonra, 400’de ölmüştür. Babası Olorus, Trakya’da madenleri olan zengin bir ailedendi; ayrıca, Perikles’in çatıştığı Sparta-yanlısı “tutucu” aristokratik partinin önderi, büyük Atinalı komutan ve devlet adamı Kimon’un da hısmı olduğu sanılmaktadır.

431 yılında savaş çıktığı zaman henüz pek genç olan Thucydides, ertesi yıl baş gösteren salgında vebaya yakalanmış, fakat iyileşebilmişti. 424’te komutan (strategos) seçilen Thucydides’e küçük bir filoyla, Atina’nın önemli Amphipolis kolonisini Spartalı ünlü komutan Brasidas’ın kuvvetlerine karşı koruma görevi verilmiş, bunu başaramayınca da gönüllü olarak sürgüne gitmiştir. Yirmi yıl Atina’dan uzak kalmış, savaşın Sparta’nın kesin galibiyetiyle bitmesi üzerine, yurduna dönüşünden dört yıl sonra ölmüştür. Yazmaya başladığı savaşın tarihini 404 yılına kadar getirmek istemişse de, 411 yılı kışından sonrasını anlatmaya ömrü yetmemiştir.

Yazarın ölümünden sonra 8 kitaba ayrılan Peloponnesos Savaşının Tarihi, Thukydides’i bilimsel ve nesnel tarihçiliğin kurucusu olarak tanıtmıştır. Nitekim Perikles’in burada aktaracağımız, savaşın ilk yılının sonundaki söylevini de, Thucydides’in sadakatle yansıttığı kabul edilmektedir. Şimdi HP okurları için bu önemli söylevi paylaşıyoruz. Metin içerisindeki vurgular bize aittir.

Perikles İ. Ö. 495’te Atina’nın soylu bir ailesinde dünyaya gelmiştir. Annesi, anayasada büyük demokratik reformlar yapan Kleisthenes’in yeğeniydi. Perikles genç yaşında demokratik partinin önderi olarak siyasete girdiği zaman, aristokrasinin geleneksel kalesi olan Areiospagos adlı yukarı meclis, zaten yetkilerinden çoğunu beşyüzler kuruluna, halk meclis ve mahkemelerine kaptırmış bulunuyordu. O da demokratik programı daha ileri götürmüş, orduyu profesyonelleştirmiş, bütün jüri ve meclis üyelerini kur’ayla seçilen ücretli devlet memurları haline getirmiştir. Eski erdem anlayışlarını değiştirmiş, toplumsal hizmetleri geliştirmiştir. Perikles’in devleti, yoksulların tiyatro paralarını bile öder olmuştur. Güzel sanatlara yardım etmiş, Akropolis’teki Parthenon onun zamanında dikilmiştir, süslemelerini de dostu heykeltıraş Phidias’a yaptırmıştır. Perikles bunlar için gerekli parayı yayılımcı ve emperyalist bir dış politika güderek, bu arada Delos-Attika birliği hazinesini Atina’ya aktarmakla sağlamıştı. İ. Ö. 450’den itibaren, Perikles’in yönetimindeki yeri öylesine sivrilmişti ki, sonradan Thukydides bu dönem Atinasının sözde bir demokrasi olduğunu, aslında her şeyi bir numaralı yurttaşın yürüttüğünü söyleyecekti.

Atina’ya “Altın Çağı”nı yaşatan Perikles’in ömrünün son yılları, bir yandan Atina’nın başarılarını kıskanan Sparta’nın tehdidi, bir yandan da halkın bağnazlığı yüzünden çeşitli sıkıntılar içinde geçmiştir. Sonunda Peloponnesosluların Atina’ya karşı açtıktan savaşın üçüncü yılında başgösteren veba salgını Perikles’i de ölüme sürüklemiştir. (İ. Ö. 429).

Gene o kış içinde Atinalılar dedelerinden kalma bir geleneğe uyarak bu savaşta ilk ölenlerin gömme törenlerini bütün halkın katılmasıyla yaptılar. Bu geleneğe göre önce ölülerin kemiklerini üç gün bir kerevet üzerinde meydanda bırakırlar; bugünlerde herkes kendi ölüsüne istediği armağanları getirir. Gömme günü gelince arabalarla servi ağacından yapılmış tabutlar getirirler. Her kabile için ayrı bir tabut vardır. Herkesin kemikleri mensup olduğu kabilenin tabutuna konulur. Ölüler yakılmak üzere kaldırılırken cesetleri bulunmayanlar için ayrıca bezlerle örtülü boş bir yatak tabutlarla birlikte taşınır. Yerli yabancı her isteyen cenaze alayına katılabilir. Ölüler arasında yakınları olan kadınlar da mezara gelir, ağlayıp sızlayarak yas tutarlar. Tabutlar şehrin hemen dışındaki en güzel yerlerden birinde bulunan devlet mezarlığına gömülür.

Burası, Marathon savaşındakiler ayrılacak olursa, savaşta ölenlerin hepsinin gömüldüğü yerdir. Marathon’da düşenlerin kahramanlığını eşsiz buldukları için onların mezarını orada yaptılar. Mezarlar toprakla örtüldükten sonra şehir halkının seçtiği bir kimse uygun sözlerle savaşta can verenleri över. Söz söyleyecek olanın akıllı bir adam olmakla birlikte, herkes tarafından çok sayılması gerekir. Bu sözlerden sonra herkes evine döner. Atinalılar gömme törenini bu şekilde yaparlar. Bütün savaş süresince gerektikçe bu geleneği yerine getirmekten geri durmadılar. Savaşın bu ilk ölülerini övmek için Ksanthippos’un oğlu Perikles seçildi. Söz söyleme vakti gelince mümkün olduğu kadar çok kimsenin sesini işitebilmesi için mezarlığın önünde kurulmuş olan yüksek bir kürsüye çıkan
Perikles şunları söyledi:

“Şimdiye kadar burada söz söylemiş olanların çoğu gömme töreni geleneğine bir söylev katanı överler, savaşta ölenler anılışı için böyle bir söz söylemenin ne kadar güzel bir şey olduğunu anlatırlardı. Ben ise yiğit erler olduklarına başardıkları işlerle herkesi inandıranlara bu gömme töreni için yapılmış olduklarını gördüğümüz hazırlıklar gibi gene işle saygılarımızı göstermenin yeteceğini, birçok kimselerin yiğitliklerinin anlatılması işinin iyi yahut kötü konuşulabilecek olan bir tek kişinin elinde bırakılmasının tehlikeli olduğunu düşünüyordum. Çünkü sözlerinin doğruluğuna başkalarını iyice inandırmanın güç olduğu yerde uygun, ölçülü söz söylemek güçleşir. Olan biteni bilen ve beğenen bir dinleyicinin şunu veya bunu, beklediği yahut bildiği kadar güçlü söylenmemiş bulması pek olağandır. Öbür yandan işi iyice bilmeyen bir dinleyici, kendi gücünün yetmediği bir şey işitirse kıskançlığından bazı şeylerin abartılarak anlatıldığını söyler. Zira insanlar başkaları için söylenen övmelere, duydukları şeyleri kendilerinin de yapabileceklerini sandıkları yere kadar dayanırlar. Kendilerinin varabilecekleri yeri aşan övme karşısında kıskançlık hemen kendini gösterir de inanmazlar. Bizden öncekiler böyle olmasını istediklerinden ben de bu yasaya uyarak hepinizin istedikleri ve düşündüklerine uygun sözler bulmaya çalışacağım.

Sözlerime atalarımızdan başlayacağım; çünkü böyle bir fırsatta onları anarak saygı göstermemiz doğru ve güzeldir. Bu yurtta hep bir soydan gelenler oturmuşlar, onu her kuşak yavuzluğuyla kölelikten koruyarak kendinden sonra gelene bırakmış. Bu yüzden onlar övülmeyi hak etmişlerdir. Fakat asıl övülecek olanlar babalarımızdır; kendilerine bırakılanlara büyük zorluklarla kazandıklarını da ekleyerek bugünkü büyük egemenlik alanımızı bizim elimize verdiler. Devletin daha çok güçlenmesini bugün tam olgun yaşta bulunan bizler başardık, şehrimizi her şeyle donatarak onu hem savaşta, hem barışta bütün bütün kendine yeter kıldık. Bütün bu faydaları bize kazandıran savaş başarılarını, Helen yahut yabancı düşmanların saldırmasına karşı babalarımızın yahut kendimizin cesaretle yurdu nasıl koruduğumuzu uzun uzadıya anlatmayıp geçeceğim. Bunlar hepimizin çok iyi bildiğimiz şeylerdir. Ne gibi hedeflere doğru yürüyerek bu kadar yükseldiğimizi, hangi devlet ilkeleri, hangi düşünüş ve yaşayış biçimleri yüzünden arttığını gösterdikten sonra ölülerimizi öveceğim. Bunların bu yere ve bu zamana uyduğunu, işitilmelerinin yerli yabancı bütün bulunanlar için yararlı olacağını sanıyorum.

Başka ulusların yasalarına bakarak kurulmamış olan bir idare şeklimiz var; başkalarını taklit etmek şöyle dursun, biz kendimiz başkalarına örnek oluyoruz. İdare şeklimizin adı demokratia’dır. Bu ad ona bir kaç kişiye değil, bütün yurttaşlara dayandığı için verilmiştir. Yasalarımız kişisel işlerde herkese aynı hakkı veriyor; devlet işlerinde herkesin alabileceği yer şu veya bu soydan oluşuna değil, gösterdiği yüksek yetenekle kazandığı üne göredir. Yurda iyiliği dokunabilecek bir yurttaşın şerefli bir yer kazanmasına da fakirliği, alçak bir sınıftan oluşu engel değildir. Devlet işlerinde çok serbest düşünüyoruz. Bu serbest düşünüşü günlük uğraşlarımızda da gösteriyor, birbirimizi tenkit için gözetlemiyoruz. Birisi bir kere gönlünün dilediği gibi işlemişse ona kızmadığımız gibi başkalarını cezalandırmayan, fakat can sıkan somurtkan bir yüz de takınmıyoruz. Özel yaşayışımızda hepimiz dilediğimizi işlediğimiz halde bütün yurttaşları ilgilendiren işlerde kötü bir şey yapmak korkusuyla çok sıkı davranıyor, baştakilerin, yasaların, bilhassa haksızlığa uğrayanları korumak için konulmuş olan, yazılı olmadıkları halde onları ayakları altına alanlara herkesin pek doğru ve yerinde bulduğu kötü bir ad kazandıran yasaların buyruklarından dışarı çıkmaktan çok çekiniyoruz.

Biz ruhumuzu yorgunluklardan dinlendirmek için de pek çok imkânlar bulduk. Bütün yıl birbirini kovalayan vakti belli idman bayramlarımız, kurban âyinlerimiz, çok güzel döşenmiş evlerimiz var; bunların her gün bize verdiği eğlence ve sevinç karşısında can sıkıntısı, keder tutunamıyor. Şehrimiz büyük bir merkez olduğundan her yandan her şeyi buraya çekiyoruz; biz yurdumuzun mallarından olduğu kadar yabancı ülkelerin yetiştirdiklerinden de kendimizinkiler gibi faydalanıyoruz.

Savaş işlerindeki tedbirlerimizin esaslarında da şu noktalarda düşmanlarımızdan ayrılıyoruz: şehrimizi herkes için açık tutuyoruz; düşmanlarımızdan biri gizlenilmemiş bir şeyi görür de faydalanır korkusuyla görmesine, öğrenmesine engel olmak için hiçbir yabancıyı hiç bir zaman şehrimizden kovmuş değiliz. Biz en büyük yardımı düşmanı şaşırtmak için yapılan hazırlıklar, tertiplerden değil, dövüşmeye karşı gönüllü ve hazır oluşumuzdan bekliyoruz. Gençlik eğitiminde onların hedefi ağır meşakkatli bir yaşayış ile daha çocuk iken bir erkek gibi olmaktır. Bize gelince rahat, başıboş yaşadığımız halde kendimizinkine denk düşman güçlerine karşı yürümekte onlardan hiç de geri kalmıyoruz, işte kanıtı: Lakedamonialılar yalnız başlarına değil, bütün birleşik güçleriyle topraklarımıza giriyorlar. Bizse başkalarına saldırarak bizim için yabancı bir toprakta, kendi yurtlarını koruyanlarla dövüşüp onları çok kere kolayca yeniyoruz. Bizim bütün savaş gücümüzle düşmanlarımızdan hiçbiri daha karşı karşıya kalmadı. Çünkü biz aynı zamanda bir yandan bir donanma hazır tutuyor, öte yandan kendi askerlerimizden bir takımını bir çok yerlere yollayıp dağıtıyoruz. Böyle olduğunu bildikleri halde Lakedamonialılar güçlerimizin bir takımı ile çarpışıp bizimkilerden bir kaçını yenerlerse bütün güçlerimizi kovaladıklarını söyleyerek övünüyorlar; yenilince de bütün ordumuz karşısında bozguna uğradıklarını anlatıyorlar. Zahmetlere, meşakkatlere dayanmaya çalışmıyor, kayıtsız, rahat yaşayarak düzen ve kurallardan daha çok ruhumuza, karakterimize uyarak savaşta yüksek cesaret göstermek istiyorsak, bunun bize ilerdeki zorluklar, meşakkatler için daha önceden zahmet çekip yorulmamak gibi bir faydası oluyor. Güçlüklerle karşılaşınca da durmadan dinlenmeden kendilerini sıkan, zorlayanlardan yüreklilikte daha geri kalmıyoruz.

Bu ve daha başka hususlarda Atina hayranlığa değer. İsrafa kaçmadan güzel şeyi, gevşeklik vermeyecek derecede bilgiyle uğraşmayı seviyoruz. Zenginliği gürültülü sözlerle öğünmek için değil, bir iş başarabilmek için bir fırsat biliyoruz. Atina’da bir kimse için fakirlikten kurtulmaya çalışmamak utandırıcıdır. Bizde aynı adamlar hem kendi işlerine hem de devlet işlerine bakarlar; bu, şu, öteki başka bir işle uğraştığı halde bütün yurttaşları ilgilendiren meselelerdeki bilgi ve anlayışları kıt değildir. Yalnız biz Atinalılar devlet işlerine karışmayanlara kendi işi gücü ile uğraşan ses siz bir yurttaş değil, hiç bir işe yaramayan biri gözüyle bakıyoruz. Sözlerin işler için zararlı olmadığını, yapılması gereken işlere girişmeden önce iyice bilmemenin çok kötü olduğunu sandığımızdan yapılacak şeyleri düşünüp taşındıktan sonra bir karara bağlıyoruz. Cesaretle bir işe atılmak, girişeceğimiz işi en ufak yerlerine kadar düşünmekte de başkalarından üstünüz. Öte yandan başkalarına anlayışsızlık delice bir cesaret, her şeyi enine boyuna düşünüp hesaplama ise korkaklık verir. Neyin hoş neyin zahmetli olduğunu iyice tanıdıkları halde tehlikeler karşısında yılarak geri çekilmeyenlerin çok sağlam ruhlu kimseler olduğuna inanmak pek doğru olur.

İyilik etmekten anladığımız da, birçoklarınınkinden büsbütün başkadır. İyilik görerek değil, iyilik ederek dost kazanıyoruz. İyilik edenin durumu daha sağlamdır. Çünkü yaptığı iyilik, iyilik ettiği kimseyi sevgi ile karşılığını yapmaya borçlu kılmaktadır. Yapacağı iyiliğin bir sevgi eseri değil, ödenen bir borç yerine geçeceğini bildiğinden teşekküre borçlu olan sallantıdadır. Yalnız biz sağlayacağımız yararı göz önünde tutarak değil, fikir ve ruh asilliğimizin bir kanıtı olarak hiç korkmadan başkalarına iyilik ediyoruz.

Kısaca söylersem, Atina şehri Helen dünyasının bir okuludur. Burada bana yaşam uğraşlarının bütün biçimlerinde, hem de incelikle birleşmiş büyük bir beceriklilikle herkes kendi kişiliğini, kendi vücudunu her şeye gücü yetecek bir duruma koyuyor gibi geliyor. Bunların yalnız bu an için söylenmiş gürültülü sözler değil, başarılan işlerle kanıtlanmış gerçekler olduğunu, devletimizin anlatmış olduğum niteliklerimizle kazanılan kudreti gösteriyor. Bugün ayakta duranlar arasında yalnız bizim devletimizin gücünün söylenildiğinden, anlatıldığından pek daha büyük olduğu deneme ile anlaşılıyor. Yalnız bizim devletimiz kendisine saldıran düşmanı böyle insanlara nasıl yeniliyorum diye öfkelendirmediği gibi, idaresi altına girmiş olanların da değersiz kimselerin ellerine düştüklerinden yanıp yakınmalarına sebep olmuyor. Gücümüzü birçok tanıtlarla, tanıklarla ortaya koyduğumuz için şimdi yaşamakta olanlar ve ileride yaşayacaklar bize karşı hayret ve takdir duyacaklar. Bizim ne Homeros’a, ne de başka bir övücüye ihtiyacımız var. Böylece bir övücü sözleriyle kısa bir zaman eğlendirir; fakat gerçek, onun olguları değerlendirişini yıkar atar. Biz bütün denizleri ve karaları yürekliliğimize yol vermeye zorladık; her yanda yenme yahut yenilmemizin hep duran anıtlarını kurduk. Onu ellerinden kaptırmamayı en yüksek bir düşünce ile ödev bilerek böyle bir şehir uğrunda bunlar dövüşüp can verdiler. Daha yaşayan bizlerden her birimizin onun uğrunda her şeyi göze almak isteyeceği tabiidir.

Şehrimizden biraz uzunca konuşmamın nedeni bizim savaşımızla bu söylediklerimizden hiçbiri kendilerinde bulunmayanların savaşmasının bir olmadığını göstermekti. Bunu yaparken ölülerimiz için söyleyeceğim övücü sözlerin temellerini kanıtlarla sağlamlaştırmış oldum. Övücü sözlerimin büyük bir kısmını söylemiş bulunuyorum. Çünkü şehri övmek için saydığım şeylerle onu süsleyen bu ölülerimizin ve onlar gibi yavuz erlerin güzel başarılarıdır. Bunlarınki gibi sözlerimizle işlerimiz birbirine denktir diyebilecek pek az Helen vardır. Bunların ölümü gibi bir ölümün bir erkeğin yavuzluğunun (ister bu yavuzluğu ilk defa olarak meydana çıkarsın, ister sonuncu bir kere daha sağlamca göstersin) en büyük kanıtı olduğu düşüncesindeyim. Bir kimse başka hususlarda kusur etmiş olsa da anayurdu korumak için savaşta gösterdiği yürekliliğe üstün bir yer ayırmak gerekir. Böyle bir kimse işlediği iyilikte önceki kötülüğünü temizleyerek yurda özel işleriyle verdiği zarardan daha çok faydası olmuş demektir. Bu ölülerimizin hiçbiri zenginliğinden ilerde de faydalanmayı her şeyden üstün tutarak yürekliliğini yitirmediği gibi, fakirse de kaçarsam belki ilerde zengin olurum umuduyla tehlikeden yakasını kurtarmaya çalışmadı. Düşmanları cezalandırmak dileği bütün bunlardan çok daha güçlü idi. Bunu yapmak için kendilerini tehlikeye atmayı çok şerefli bulduklarından her şeyi göze alarak düşmana haddini bildirmeye ve anlatmış olduğum faydaları elde etmeye karar verdiler. Geleceğin kendilerinden gizli tuttuğu başarıyı umuda bırakarak gözleri önünde olan şey için güçlerine güvenmeyi doğru buldular. Yurtlarını korurken ölmeyi, yerlerini bırakarak kaçıp canlarını kurtarmaktan daha şerefli saymakla korkak denilmenin utancından kaçındılar. Onlar üstlerine düşen ödeve canla başla katlandılar ve savaş talihinin birden işe karışması sonunda korku ile değil, en yüksek ün ve şerefle hayattan ayrıldılar.

Bunlar böyle yavuz davranmakla şehrimize yakışan erler olduklarını gösterdiler. Geri kalanlar savaşın kendileri için daha az tehlikeli olmasını dilemekle birlikte düşmanlara karşı hiç yılmayan bir yürekleri olmasını istemelidirler. Siz yurdu korumanın iyiliklerini söylenecek kuru sözlerden öğrenecek değilsiniz. Pek iyi bildiğiniz şeyler olduğu için birinin kalkıp bunları size uzun uzadıya anlatması gerekmez. Siz şehrin eşsiz gücünü her günkü olan bitenlerde görüyor, onu içten seviyorsunuz. Onun büyüklüğünü düşündükçe tehlike ne kadar korkunç olursa olsun üstlerine düşen ödevi iyice tanır tanımaz işe atılmak yürekliliğini gösteren, şeref duygusuyla davranan erlerin onu bu yüksekliğe ulaştırdıklarını, herhangi bir denemede, başarısızlığa uğradıkları zaman şehri hemen kendi cesaretlerinden mahrum bırakmayıp canla başla onu kurtarmaya çalışarak en büyük fedakârlıkta bulunduklarını hatırlıyorsunuz. Bütünlüğün kurtuluşu için canlarını feda etmekle bunların her biri kendisi için hiç ölmeyen bir ün, eşsiz bir mezar kazandı. Bu mezar onların içinde yattıkları yer değil, kahramanlıktan söz açıldıkça, yavuz başarılar görüldükçe, durmadan anılarak içinde saklanacakları yerdir. Yavuz insanların gömüldüğü yer bütün topraklardır. Onların adını yalnız yurtlarındaki mezar taşı yazıları bildirmez, yabancı illerde de yazısız anıları taş, tunç üzerinde değil her insanın gönlünde, düşüncesinde yaşar durur. Siz şimdi onlar gibi olmaya çalışın; özgürlüğün öz mutluluk, yürekli olmanın özgürlük demek olduğunu düşünerek savaşın tehlikelerinden yılmayın. Yoksulluk içinde yaşayan, kendileri için iyi bir yaşayışa kavuşmak ihtimali olmayan kimselerin, mutluluklarını yitirerek bahtsızlığa düşmek tehlikesine uğrayacak, ayakları kayıp düşünce eskisinden pek başka şartlar içinde yaşayacak olanlardan daha haklı olarak canlarını tehlikeye atabilecekleri doğru değildir. Şeref duygusu olan bir insan için korkak davranmadan doğacak alçalma, yüreklilikle yurdunun zaferini umarak dövüşürken duyulmadan gelen ölümden pek daha acıdır.

Bunun için ölülerimizin burada bulunan ana babalarına acıyacak değilim; onlara avutucu sözlerle cesaret vermeye çalışacağım. Sizler doğduğunuzdan beri talihin ne kadar çeşitli aksiliklerine uğradığınızı biliyorsunuz. Bahtlı olanlar burada yatanlar gibi şerefli bir ölüme, sizler gibi şerefli bir acıya kavuşanlar, yaşamlarında mutluluklarını nelere bağlamışlarsa onlar arasında ölenlerdir. Sizleri buna inandırmanın, acılarınızı unutturmanın güç olduğunu biliyorum. Başkalarının bahtlarını görerek önce sizi sevindirip gururlandıran mutluluğunuzu sık sık hatırlayacaksınız. Tatmadığı, denemediği iyi şeylerden yoksun kılınması değil, alıştığı yerin elinden alınması insana acı gelir.

Daha çocukları olacak yaşta bulunanlar yeniden çocuğa kavuşmak umuduyla kendilerini avutmalıdırlar. Bu çocuklar her ana babaya artık yaşamayanları unutturmakla kalmazlar, aynı zamanda onu ıssız kalmaktan kurtarmak, devamını sağlamak gibi çift bakımdan şehre faydalı olurlar. Çocuklarını yitirmek gibi aynı bir tehlikeyle karşı karşıya bulunmayanlar şehir için aynı doğru ve tarafsız öğütlerde bulunamazlar. Kocamış olmaları kendileri için böyle bir umuda yer bırakmayanlara gelince, sizler günlerinizin çoğunu bahtlı olarak geçirmiş olmanızı kâr bilmeli, geri kalan zamanın kısalığını düşünerek çocuklarınızın kazandıkları ünle acılarınızı yatıştırmalısınız. Çünkü ölmeyen yalnız ündür, ihtiyarlığa, bazılarının dedikleri gibi kazanç değil, sayılmak yakışır.

Artık hayatta olmayanı herkes över; ne kadar yavuzluk gösterirseniz gösterin, sizi bunlara denk tutmayacaklar, onlardan biraz aşağı olduğunuzu söyleyecekler. Hayatta olanlar rakiplerinin kıskançlığıyla çarpışırlar, kimseye engel olmayanın ise kıskanmadan iyiliği istenir, kendisine saygı gösterilir.

Dul kalan kadınlarımızın yürekpekliğini de kısaca anmam gerekirse, bütün diyeceklerimi bir kaç övücü söz içine sığdıracağım. Siz kadınlar için en büyük ün, yaradılışınızın çizdiği sınırlar içinde geride kalmamanız, iyi yahut kötü davranmanızdan dolayı adınızın erkekler arasında mümkün olduğu kadar az anılmasıdır.

Ben geleneğe uyarak, yakışık aldığını sandığım şeyleri söyledim. Ölülerimize karşı söylenmesi değil, yapılması gerekenlere gelince: bir yandan törenle gömerek onlara saygı gösterdik, bir yandan da şehir onların çocuklarına, masrafını yüklenerek yetişinceye kadar bakmayı üzerine alacak ve onların geride bıraktıkları çocuklarına böyle bir döğüş için gözle görülür, elle tutulur bir faydası olan bir zafer çelengi ayıracak. Yüreklilik ve yiğitlikler için ortaya büyük ödüller koyan bir şehrin yurttaşları da en yiğit erlerdir. Şimdi herkes kendine düşen yası bitirip evine dönsün.”
Çeviren : Suat Y. Baydur