Türkçede harfitarif olsaydı belki daha iyi anlaşılırdı. Ama eğer sayı sıfatı olan ile karıştırılmazsa belgisiz sıfat da farkı fark ettirecektir. Ayhan Geçgin’in son kitabının adı “Bir Dava”. Çeşitli dünya görüşü ve aidiyetten yüzbinlerce insanın başına gelen türden davadan biri, kastedilen.
Hikâye tanıdık: Amiral Halil Bey’i bir gün “aldıklarında”, kızı Aslı’nın da -belli ki kaçıp gittiği- Yeni Dünya’dan dönmesi gerekir. Hapishane kapılarında, avukat yazıhanelerinde, mahkemeler, görüşme kabinleri ve hastanelerde geçen kısa ziyaretler; Aslı’nın “akademik” ve huzurlu, batılı dünyasında önce ince, sonra derin bir çatlak açar. Çatlaktan içeri sızan ise, bütün çirkinliğiyle Yeni Türkiye’dir. Bu vesileyle, etrafımızda sadece siyaseten değil; mimari olarak, ahlaken, hukuken biçimlenen bu şeyi, onun gözünden tekrar görme fırsatımız olur. Sesleriyle, görüntüleriyle, izleriyle bütün bu kalabalık…
Kafka’nın “der” Dava’sındakine benzer bir şekilde, hayatın normal yollarını da okuruz romanda. Aslı’nın yıllar sonra yeniden bulduğu Mehmet ile olan ilişkisi, felakette kahraman açısından da okur açısından nefes alacak yırtıklar açmanın bir yolu gibi görünür. Ancak romanın anlatıcısının kadın olması yazarı biraz sıkıştırmış mı, yoksa atmosferin ağırlığı mıdır, bilemiyorum bu minör melodi de kimseye bir ferahlık taşımaz. Buluşmalar, sevişmeler hep ağırlıklar, sıkıştırmalar, duvarlar, yoğun kokular ve sıkıntılar içinde geçer. Evet, karılar-kocalar-çocuklar bir kenara bırakılır, ama Aslı için Mehmetli dünyada da bir özgürlük alanı yoktur. Sanki kurtulsa, Amerika’daki steril hayatının mutsuzluğundan da, bu mekik dokuma halinden de çıksa; aynı Kafka’nın Prag için kullandığı tırnaklarını etine geçirmiş küçük nine metaforundaki gibi, “memleket” onu bırakmayacaktır. Bu izlenimin doruğa ulaşması, güçlü bir tiksinme duygusunu büyüten son sekansta olur.
Romanın belki de en çarpıcı bölümlerinden biri Hikmet Benol ve Ünal Nalbantoğlu’nu aynı anda hatırlatan bir makale. Pek çokları gibi kendini batıdan saymaya çalışan, ülkeyi oradan anlamaya Aslı’nın yazmaya başladığı bu metin, “(2002, Princeton Üniversitesi Yayınları)” gibi referanslarla ve “Bu söylem, bizzat devletin meşru sahibinin kim olduğu iddiasının kurmak için bu süreçte önemli bir araç haline geldi” gibi ifadelerle donanmış akademisyen jargonuyla başlayıp önce sahici bir saptamaya, sonra ise bir tür itirafa dönüşüyor:
“ “Arkadaş ne olacak bu memleketin hali?” Ama seksenlere kadar birçok kuşağın, farklı biçimlerde, ölüm kalım derecesinde ciddiye aldığı, üstlendiği bir soruydu bu. Her türlü kişisel sorunun öncesinde gelen, bir bakıma etik bağlanma talep eden bir soruydu. Peki, soru niçin ortadan kalktı? Açık ki bu mesele başlı başına ayrı bir çalışmanın konusu, ama burada kısaca şu söylenebilir: Bana göre sorunun ortadan kalkması, artık memleketin önceden verili, bize aktarılmış bir soru olmaktan çıktığını gösteriyor. Daha da ötesi, bana bizzat memleket dediğimizin de artık ortadan kalkmış olabileceğini düşündürüyor.”
“Bunlar diye düşünüyorum, neyi açıklıyor? Benimle gerçekten bir ilgileri var mı? İstediğim bu türden açıklamalar çözümlemeler değil, belki uzun süredir değil.”
Söz memleketten ve onun anlatılamazlarından açılmışken şuna da değinmeli: Ayhan Geçgin’i biraz takip eden okur, bahis konusu davanın bir yönüyle bir noktada “memleket”in diğer sorunlarına temas edeceğini, daha açıkçası, bir yerden bir Kürt meselesi değinisi çıkacağını bekliyor elbette. Çıkıyor da… Fakat bu çıkışta parmak sallayan ve dışlayan bir “nerelerdeydiniz” tonu yahut acı yarıştırması yok. Bazı köylerin adlarının öteleri işaret eden bir subay parmağı marifetiyle değiştiği bir flashback sahnesi, zamanında Kürt coğrafyasında olanları “bazıları”nın bildiğine ilişkin bir ifade ve bizatihi Mehmet’in ailesinin yaşadığı yoksul mahallenin tasviriyle biçimlenen bu değini, antagonizmaya yol açmadan “kurucu” bir analoji sağlıyor.
Ayrıca temas etmek gereken bir husus, karakterizasyon…Bir Dava’da, aynı “der” Dava’daki gibi, pek çok hukuk aktörü resmigeçit yapıyor -elbette neo-alla turca stilleriyle… Konuşurken hiçbir şey söylemeyen, gerinerek oturan, davadan deyim yerindeyse haz alan “siyasi” avukatlardan siz ile sen arasında bocalayan özgüven balonu “yeni model” savcıya, sanığıyla yakınıyla “başına hukuk gelmiş” onlarca insandan gardiyanlara kadar bütün bu aktörler öyle incelikli işlenmiş ki handiyse hukukun son tahlilde yargıdan başka bir şey olmadığı gerçeğini okurun kafasına çakıyor.
Atmosfer, diğer bir deyişle memleket havası ise Dickens’ın Londra sisi gibi çökmüş romanın üzerine. Havanın tasvirinde gerçi basma kalıp bir şeyler var: Askıda, bekleme odasında olmak, hayatın kesintiye uğramış olması gibi benzetmeler; başına hukuk gelmiş, büyük davalara dahil edilmiş, medeni ölüme mahkûm edilmiş dost çevrelerinde sık sık ve neredeyse aynıyla kullanıldığından olsa gerek, özgün değilmiş hissi uyandırıyor. Fakat, varıp bakıldığında, tam da başta değinilen üzere, sadece o davalardan biri karşımızdaki… Belgisiz “bir” kendini bu atmosferde gösterme imkânı buluyor, böylece anlamını kavrıyor. Zaten Aslı’nın, “Kesinlikle Kafkaesk bir dava” diyen yarı cahil avukatın bu saptamasına duyduğu tepki, herkesin söylediğini söylemenin rahatsız ediciliğine ilişkin bir teyidi de sağlıyor bize.
Velhasıl, Bir Dava, ülkenin hukuk tarihinin siyasi tarihinin neredeyse tamamını belirlediği, hala içinde yaşadığımız girdabın edebiyattaki aksi olarak (ki bu konuda edebiyat eleştirmenlerin yapacağı tartışma da epey merak celbedici) hukukçuları ve başına “bir dava” gelmiş herkesi ilgilendiren bir roman. İçindeyken göremediğimiz bütün karanlık noktaları incelikle kurcalayarak bize hakikatin ve kurgunun, hukukun ve edebiyatın, memleketin ve hayatlarımızın izdüşümlerini iç içe, indirgemeksizin sunuyor. Okunması, ama bilhassa tartışılması şiddetle tavsiye edilir.
Yayınevine bir not:
Bir hukukçu göz üzerinden geçti mi bilemedim ama güzelim romanın sonunda kahramanı “kalem” yerine “kalemlik”e göndermek gibi birkaç küçük hatayı ikinci baskıya düzeltmekte fayda var.