Bir süre önce ilan edilen “Avukat İnisiyatifi” metni, bir manifestonun tüm özelliklerini taşıyor. Ama manifestoların sıkıştırılmış/konsantre hali bu metin için de geçerli olduğundan tartışmaya daha açık hale geliyor. Çünkü her cümlenin içinde sayfalar dolusu metin gizli. Tek tek tartışmak yazıyı haddinden fazla uzatabilir, o yüzden sadece bende bıraktığı tortudan bahsedeceğim.

Doğal Hukuk’un Düşündürdükleri

Metnin, insanın insan olmasından kaynaklanan ve doğuştan gelen hakları olduğunu öne süren ifadesiyle başlayalım. Öncelikle Ercan Kanar’ın eleştirisinde ne doğal hukuka dayanan insan haklarını ya da bu haklara ilişkin mücadeleyi yok saydığını ne de Haluk İnanıcı‘nın bu hakları kutsal addedip eleştirilemez kabul ettiğini düşünüyorum. Dolayısıyla her iki hukukçunun da bu hakları olması gereken yere koymakta bir yanılgıları yok bence. Bunu özellikle ifade ettim; çünkü konu, siyah/beyaz ayrımı yapılamayacak kadar netameli.

Doğal hukukun ve insan haklarının tarihi ile dayandığı temelleri her iki hukukçu da, kendi tarzlarıyla ayrıntılı olarak ifade etmiş; dolayısıyla tekrarlamaya gerek yok. Ama insan haklarının dayandığı ve insanın insan olması nedeniyle, doğuştan gelen haklara sahip olduğunu ileri süren doğal hukuku tartışırken şöyle bir sorunla karşı karşıya, ister istemez kalıyoruz. Çünkü doğal hukukun “insan eli ürünü” olan pozitif hukuktan daha avantajlı ve böyle olduğu için de “re’sen” doğru kabul edilmeye ve tartışmaya daha az elverişli, aşkın bir yapısı var. İnsan haklarının doğuştan gelen haklar olduğunu, dolayısıyla doğal hukukun doğru olduğunu bir kez kabul ettiğimizde bu, artık bizi aşan bir hukuk anlayışıyla karşı karşıya geldiğimizi gösteriyor. Ama doğal hukukun ilerlemeci yönünü kabul edip insan hakları mücadelesinde asgari şartları sağlıyor olmasının, doğal hukuka atfedilen değerde önemli bir artış sağladığını düşünüyorum. Hukukçular için ise sorunu kökten çözmeyen ama azaltan materyallerle dolu bir alet çantası olarak düşünülebilir. İlahi yasaların- Ercan Kanar’ın da ifade ettiği üzere- gökten yere indirilmesinden ve pozitif hukuka dahil edilmesinden anlaşılması gereken, doğal hukukun ezel ebed geçerli olduğu ve bu nedenle tanındığı değil, siyasi aktörlerin kendi işine yaradığı ölçüde bunları kullanıp kullanmadığıdır. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra doğal hukukun bir kabarıp bir geri çekilmesiyle, dünya siyasetinin geldiği nokta itibariyle de, sonunda iktidar muhaliflerinin elinde doğal hukuktan başka bir mücadele aracının neredeyse kalmamasıyla halihazırda doğal hukukun yeniden yükselişte olduğu malum.

Ama sorun şu ki, bazı durumlarda çantadaki o aletler sorunu azaltmaya ya da geçici bir çözüm bulmaya dahi yeterli değildir. Bu durumda insan haklarının dayandığı doğal hukukun etkin ve geçerli olması için sorunun da buna uygun, en azından sorun ve çözüm arasında bir orantı olması gerekir. 2019 Türkiyesi’nde, elbette muhatabı sadece devlet olan insan haklarını ve doğal hukuku ileri sürmek, totaliter ve otoriter bir güce karşı bu hakları beyan etmenin ötesinde bir anlam taşımaz ne yazık ki. Hal böyle olduğunda da, hukukçuların hiçbir değer atfedilmesine gerek olmayan bir yapı niteliğindeki hukukun gerçekte ne olduğuna ya da olmadığına dair bir tartışmaya girmeleri, kesinlikle elzemdir. Fransızlar Devrim’de başarısız olmuş olsalardı, doğuştan gelen hakların bundan sonra karşımıza nasıl çıkacağını, hatta çıkıp çıkmayacağını bile bilemeyeceğimizi düşünüyorum. Velhasıl hukuk doğal haklarla değil, doğal haklar hukukla şekillenir; tıpkı hukukun siyasetle şekillendiği gibi.

Hukuk, “Hukukun Üstünlüğü” denilen araçlarla ya da kavramlarla biçimlenen bir değer değil, bir yapı olduğuna göre, her yapı gibi bu yapının da nasıl kurulduğu, hangi güç ilişkileri içinde şekillendiği ve güç ilişkilerinin değişip dönüşmesiyle paralel olarak hukukun da nasıl değişip dönüştüğünün tespiti, Erdoğan Türkiyesi karşısında hiçbir işe yaramayan doğal hukuk kartını ileri sürmekten daha faydalı, özellikle de hukukçular tarafından yapıldığında. Yine, aynı nedenlerden dolayı, aynı doğal hukuka dayanılarak ortaya çıkan uluslararası pozitif hukuk sözleşmelerinin de aynı hakları beyan etmenin ötesinde bir etkisi olduğunu düşünmüyorum.

Hobbes’tan bu yana, her ne kadar tüm dünyevi iktidarlar meşruiyetini koca bir yalan olmaktan öte hiçbir anlam taşımayan toplum sözleşmesine dayandırsa da ve bu meşruiyete dayanarak çıkardığı pozitif yasaların gücüne sığınsa da, toplum yaşamı daha ziyade pozitif hukukla yürüdüğünden, söz konusu yasaların yapılma süreçlerine, uygulanma biçimlerine hukukçular tarafından müdahale edilmesi, doğal hukuk haklarını listelemekten çok daha faydalıdır. Bunu yaparken de iktidar muhaliflerinin yasaların meşru olup olmadığına dair kullanacakları ölçüt, içinde bir sürü anlamsız- mülkiyet hakkı vs- hakkın yer aldığı uzun listeler değil, genel olarak özgürlük fikridir. Hukuk, yeri geldiğinde insanları, yine pozitif yasalar aracılığıyla kımıldayamaz hale getirdiğinde sadece bu özgürlük fikri ile bu cendereye karşı durulabilir. Yine her zaman soyut bir kavram olan adalet fikri olmadan yasa olamayacağı ama yasa olmadan da adaletin somutlaşamayacağı düşünüldüğünde de, en azından yasaların uygulanmasında bir adalet ve eşitlik talebi de bu yasalara muhalefette kullanılacak meşruiyet ölçütleri olarak kabul edilebilir.

Esasında doğal hukukun yerine bir yapı eleştirisi olarak hukuku koymak, sadece Erdoğan Türkiye’si ile sınırlı değil. Hukukun doğal hukuktan ziyade nasıl güç ilişkisine göre şekillenen bir araç olduğunu, İkinci Dünya Savaşı’nda Müttefikler’in Nuremberg yargılamalarında söz konusu güç ilişkilerini ustalıkla gizlemeleriyle ve aynı doğal hukuku silah olarak kullanarak Almanya’yı altetmeleriyle gördük; en azından izledik ya da okuduk. Dolayısıyla doğal hukukun kendi başına bir değer olmadığını, yine aynı güç ilişkileri içinde ve güçlü olandan yana nasıl rahatlıkla kullanıldığını da anlamış olduk. Velhasıl beyan etmenin hiçbir anlamının olmadığı koşullarda Avukat İnisiyatifi’nin, bir hukuk oluşumu olarak, doğal hukuk yerine hukuku şekillendiren güç ilişkilerine, bir manifestonun izin verdiği ölçüde değinmesini kendi adıma tercih ederdim. Sınırlı bir metin içinde bunu ifade etmenin kolay bir yolu olmadığını elbette kabul ediyorum. Ama en azından AKP ve Erdoğan’ın, zaten hiçbir zaman halk safında olmayan hukuku kendine göre nasıl şekillendirdiğini, diğer “muhaliflerin” – örneğin Kürt vekillerin dokunulmazlığının nasıl kaldırıldığı konusunda- kendilerine verdiği desteği, devlet aklının nasıl çalıştığının ve aynı devlet aklının hukuk yoluyla halkı nasıl düşmanlaştırdığının kısa da olsa beyan edilmesini beklerdim. En başta özgürlük, sonrasında da adalet ve eşitliğe dayanarak.

Baro Muhalefeti

Sanırım hoşnut olduğumuz bir Baro olsaydı, başka oluşumlar kurmaya gerek görmez, aynı Baro içinde hukuka dair sözümüzü söyler ve hukuka ve yargıya dair daha etkili çalışmalar yapmanın yollarını arardık ama maalesef hal böyle değil. Baro dışında alternatif seçim grupları oluşturmanın ifade ettiği ilk şey de mevcut Baro’dan duyulan hoşnutsuzluk olmalı; aksi halde bir anlamı olmazdı. Bu durumda, Baro’dan farklı ve Baro’ya rakip bir oluşumun neden kurulmasına gerek duyulduğuna dair bir kaç kelam edilebilirdi ve bu elbette bir Baro eleştirisi şeklinde olmalıydı. Metinde İstanbul Barosu yönetimine dair bir eleştiri getirilmemiş olması önemli, çünkü Avukat İnisiyatifi’nin bu oluşumu kurmaya neden gerek duyduğu ancak bu şekilde anlaşılabilirdi ama ne yazık ki böyle bir eleştiri görmedim.

2002 yılından bu yana İstanbul Barosu yönetimine dair çok fazla eleştirimiz var; hatta o kadar fazla ki, yaşımız geçtikçe hafızamızda tutmakta zorlanıyoruz bunları. Tek tek saymamızın imkanı yok. Ama belli başlıklar geçen süre içinde öne çıktı ve öne çıkmakta da devam ediyor. İlk elden aklıma gelenler ise Ermeni Soykırımı inkarı, Kürt düşmanlığı, mağdur avukatlara kendi siyasi anlayışına göre destek verme ya da vermeme, Metin Feyzioğlu’nu her seçimde destekleme, halk aleyhine çıkan onca yasa hakkında tek kelime etmeme, bir siyasi partinin sözcüsü gibi davranma ve diğer anlayışları yok sayma, bunun sonucu ve uzantısı olarak Ergenekon’un avukatlığına soyunduğu halde Kürt avukatların yanında olmayı reddetme vs. Hukuk adına hiçbir söz söylememe, proje üretmeme ve hak savunuculuğu yapmamakta yıllardır süregelen ısrar. Hal böyleyken Avukat İnisiyatifi’nin İstanbul Barosu’na hiçbir eleştiri getirmemesi, akla “siz bu işi yapamıyorsunuz” dan ziyade, “biz bu işi daha iyi yaparız”ı getiriyor. Keşke ikinci seçeneği tercih edebilecek lüksümüz olsaydı ama maalesef yok.

Muhalefetin Muhalefeti

Metinden çıkarmadığım ama o metnin ve Avukat İnisiyatifi’nin oluşmasına yol açtığını düşündüğüm ve yirmi yıllık bir avukat olarak her zaman merak ettiğim bazı hususlar da yok değil.

Öncelikle örgütlenme anlayışımızın yatay değil, dikey olduğunu düşünüyorum. Bu tür örgütlenme tarzında hiyerarşi başat kavram olsa da, en azından muhalif avukat örgütlenmelerinde kendine muhalif diyen herhangi bir avukatın kendi adına hiyerarşi gözettiğini düşünmek istemiyorum. Ama aynı hiyerarşi, kişiler nezdinde değil de anlayışlar bağlamında ortaya çıkabiliyor. Bir anlayışın güçlenmesinde ve kendini kabul ettirmesinde bir sorun yok elbette ama bu, kendini kabul ettirdiği çoğunluğu sağlarsa kıymetli. Bu ifade, azınlığın kendini ortaya koymaması şeklinde anlaşılmamalı; bir azınlığın ya da başka azınlıkların, kendisini çoğunluğun sözcüsü olarak ortaya koyması şeklinde anlaşılmalı. Kendisini çoğunluğa dayatan bazı azınlıkların da çoğunluğa söz geçiremediği takdirde bulunduğu yerden koparak başka oluşum kurmayı seçmesi, yine orada da sözünü geçiremeyen azınlıkların yine başka bir oluşuma yönelmesi de İstanbul’un muhalif avukatlarının değil, genel olarak belli bir muhalif anlayışın sonucu. Bana sorarsanız da belli başlı konularda hemfikir olan yüzlerce muhalif avukatın bu ortaklığı geliştirmek yerine “kimin sözü, hangi gurubun ya da kliğin anlayışı daha çok geçmeli?” sorusuna takılıp kalması, büyük bir muhalefet eleştirisini güçsüzleştirmekten başka hiçbir işe yaramıyor. Bu sorunun Avukat İnisiyatifi ile ilgili olmadığını, yatay oluşumlar yerine dikey, kişiler yerine gruplar ya da klikler üzerinden yürüyen muhalefet anlayışının herkese sirayet ettiğini özellikle belirtmek isterim. Tam da Foucault’un dediği gibi, iktidar denilen kavramın yukarıdan aşağıya değil, aşağıdan yukarıya ilerleyen bir yapı olduğunu ve yatay olmaktan kaçınan her oluşumun da her türlü iktidarı nasıl beslediğini düşünmek gerek. Bu durumda, eşitler arası ilişki olması gerektiğini düşündüğüm avukat örgütlenmelerinin, söz konusu eşitliği beslemek ve desteklemek yerine küçük, büyük her türlü iktidar anlayışını destekleyerek o eşitliği yok etmeye katkı sağladıklarına inanıyorum.

Her muhalif avukatın her konuda aynı düşünmesi gerekmiyor. Sorun şu ki; belli anlayışları ötekilerin üzerine bindirmek ve onları boğmak yerine açık, şeffaf, herkesin sözünü söyleyebileceği ve vakti çoktan geçmiş bir kısım örgütlenme anlayışının yerine demokratik katılımı her şeyin üzerinde tutan ve muhalefetini aynı demokrat anlayış üzerine kuran örgütlenmelere ihtiyacımız var. Ayrıca, örneğin basın açıklaması organize eden ya da günde beş toplantıya girip çıkan avukatların sözünün diğerlerinden daha geçerli sayıldığı bir anlayışın, muhalifliği belli tarzlar içine hapsetmek olduğu ve bu tarzları kimin neye göre belirlediğinin de belirsiz olduğu açık. Oysa her iyiniyetli katkı, tarzı her ne olursa olsun, çok kıymetli.

Elbette avukatların siyaseten çok uzak olduğunu düşündüğü diğerleriyle birlikte baro siyaseti yapma mecburiyeti yok. Ama eğer yapılmayacaksa bunun nedenlerini tartışmak, birlikte hareket etmenin yollarını aramak, hareket etmenin mümkün olmadığı durumlarda da gidenlerin kalanlara bunu gerekçelendirmeleri kesinlikle gereklidir. Ayrıca, herhangi bir sorun karşısında sessiz kalmanın, konuşmayı “şimdi sırası değil” diye ötelemenin ve neredeyse her sorunda bu argümana sığınanların “sırası geldiğinde” de ısrarla konuşmaktan kaçınmalarının baro siyasetine en büyük zararı veren yaklaşım muhakkak. Arkadaşlığın siyasetle siyasettin arkadaşlıkla sürekli karıştırıldığı, bunun sonucunda da siyasetlerin değil cemaatlerin aktörleştiği bu suskunluk sarmalının içinde apolitik hale gelen avukatlar bir gruptan ötekine giderken yüzlerce muhalif avukatın nereye kaybolduğunu da bilmiyorum. Eğer söz konusu suskunluğun gerekli olduğunu düşünen avukatlar “devrim” e kadar susmayı düşünüyorlarsa, o tarihe kadar baro siyasetini ertelemek mantıklı olabilir. Umarım Avukat İnisiyatifi gerçek bir muhalefet yaratmakta, muhalif gruplar içinde her zaman yaşadığımız otoriteyi  devam ettirmemekte ve demokratik katılımı kendisine amentü yapmakta başarılı olur. Ama tüm bu sorunları Avukat İnisiyatifi’nin de yanında getirdiğini ya da içinde taşıdığını düşündüğümden onun adına da, esasen kendi adıma da artık herhangi bir muhalefetten hiçbir umudumun olmadığını söylemek zorundayım.