Aşağıda okuyacağınız metin, Selahattin Yıldırım’ın hazırladığı İletişim Yayınları’nın 2018 yılında yayımladığı ”Gramsci’yi Okumak” başlıklı eserin sunuş yazısıdır.  

 

Il mondo è grande e terribile e complicato. Ogni azione lanciata sulla sua complessita sveglia echi inaspettati.

Dünya büyük, ürkütücü ve karmaşıktır. Onun karmaşıklığı üzerinde yapılan her hareket, beklenmedik yankılar uyandırır.

– A. GRAMSCI, eşi Julca’ya yazdığı mektuplardan

Antonio Gramsci, 20. yüzyılın ilk yarısındaki düşünsel, siyasal, toplumsal ve kültürel mücadeleleri içinde yoğun etkinlik gösteren en özgün düşünür ve eylem insanlarından biridir. Örnek kişiliği, yılmaz direnişçiliği, çilelerle dolu hayatı, siyasal ve düşünsel dünyamıza getirdiği yeni açılımlar, yaklaşımlar ve kavramlar nedeniyle, bugün dünyanın en çok okunan ve izlenen yazarları arasındadır.

Ona “insanlık abidesi”, “demokratik filozof”, “teori ve pratik birliğinin eşsiz ustası” ve “geçmişteki gelecek” olarak bakanların sayısı günümüzde giderek hızla artmaktadır. Gramsci’ye duyulan bu dünya ölçeğindeki yaygın ilgi, birçok alanda ve bu alanlarda çalışma yürütenler içinde kendisine karşılık bulmaktadır. Bunlar arasında, kısaca, şunları sayabiliriz:

  1. Felsefe, praksis felsefesi (L. Wittgenstein, F. Jameson).
  2. Siyaset felsefesi, teori ve pratiği (N. Babio, M. Sacristan, L. Althusser, E. Berlinguer).
  3. Uluslararası ilişkiler teorisi (S. Gill, R. Cox).
  4. Eleştirel, kültürel çalışmalar (E. Said, R. Williams, P. P. Pasolini, S. Hall).
  5. Antropoloji (K. Crehan).
  6. Genel olarak eğitim ve halk eğitimi (P. Freire, D. Fo, P. Mayo).
  7. Dilbilim, (U. Cosmo, U. Eco, P. Ives).
  8. Madun sınıflar (G. Spivak, E. P. Thompson)
  9. Emekçi örgütlenmeleri (L. Amoore, J. Mittelman, C. Mouffé).
  10. Azınlıklar (C. West, R. Guha).
  11. Toplumsal cinsiyet (S. Golding).
  12. Ekolojist hareketler (M. Ekers, S. Kifter).
  13. Feminist hareket (J. Butler, K. Michelle).
  14. Tarihbilim (E. J. Hobsbawm, A. Santucci, V. Gerratana, G. Vacca)
  15. Yerel, kentsel, mekânsal hareketler.
  16. Topraksızlar (Los San Tierra).
  17. Yerli Hareketleri (Indigenos).
  18. Kurtuluşcu/Özgürlükçü ilahiyat ya da dinsel/inançsal hareketler (M. Löwy).
  19. Değişik nitelik ve ölçeklere sahip özgürleştirici/sosyal hareketler (A. Tosel)
  20. Post-modernizm ve Post-Kolonyalizm (P. Anderson, G. Spivak).
  21. Tiyatro ve film/sinema çalışmaları.

Tüm bu ilgiye rağmen (gerçek “Gramsci ustaları” dışındaki) Gramsci üstüne yazıp çizenler ve özellikle konuşanlar, genellikle, “ikinci elden” kaynaklardan, diğer bir deyişle, onun üzerine yazılanlardan, “el-kitapları”ndan ve çok kez özensiz olan çevirilerden yararlanarak bunu yapmaktadır. Bu kişilerin, Gramsci’nin temel eserleri olan Hapishane Defterleri, Hapishane Mektupları ve hapishane öncesi yazdığı önemli gazete ve dergi yazılarına ve raporlara pek az doğrudan başvurduklarına tanık oluyoruz.

Ayrıca, belirli çevreler, kendi siyasal ya da düşünsel anlayış ve konumlarına hizmet etmeyi önde tutan, bir tür “araç­sal­laş­tır­ma”ya giderek, kendilerine uygun bir “Gramsci” yaratma çabasını sürdüregelmiştir. Gerçekte, Gramsci’nin düşüncesi ve eylemi, böyle bir araçsallaştırmaya kesinlikle olanak tanımayan bir niteliğe sahiptir. Bu nedenle de, bu tür çabalar çok kez kısa ömürlü olmak durumunda kalmıştır.

Peki, bugün Gramsci’ye yönelik bu yoğun ilgi, dünyada dolaşan bir tür “Gramsci hayaleti”, onu hem artık klasikleşmiş hem de yeni felsefi, bilimsel ve toplumsal hareketlerde neredeyse bir “pop ikonu” (“Che” Guevara, M. L. King, Jr. gibi) haline getiren ve dünyada –K. Marx dışında– hiçbir düşünüre nasip olmayan, dört kuşak boyunca dilden dile, bir coğrafyadan diğerine ulaşan bu yaygın oluşum nereden kaynaklanıyor?

Ben, bu ilginin, hem ayrıntıları ileride verilen Gramsci’nin kendi hayatı ve eserini, hem de belirli “Gramsci ustaları”nın görüşlerini göz önüne alarak, özetle aşağıdaki nedenlerden (burada bir “öncelik” sıralamasına girmeden) doğup geliştiği düşüncesindeyim.

Gramsci’nin hayatının büyük bir bölümünün bir dram, hatta yer yer bir trajedi oluşturucu niteliği göze çarpmaktadır. Çok küçük yaşta onu sakat bırakan bir hastalığa yakalanması ve çile dolu kısa ömrü boyunca amansız sağlık sorunları yaşaması, olağanüstü güç koşullar altında hayatını sürdürme mücadelesi, yoksunluklar, ayrılıklar, göçler, sığınmalar, sürgünler ve faşist Mussolini zindanlarında ömrünün büyük bölümünü geçirmek zorunda bırakılması ve Dante’nin İlahi Komedyası’nda (“Cehennem Bölümü”) söylediği gibi “derin denizden sahile çıkma”sının (“uscito fuori del pelago alla riva”) önüne her tür engelin konulmuş olması önemlidir.

Bundan başka, ıssız, yoksul ve unutulmuş bir güney adası olan Sardinya kırsalından gelip, ülkesinin en çok sanayileşmiş, kentleşmiş ve yoğun siyasal, toplumsal ve entelektüel hareketliliğin yaşandığı bir kuzey kentine, Torino’ya göçü, orada hayata tutunma mücadelesi ve kısa bir süre içinde bu kente, ülkesine ve dünyaya onur katan bir kişilik sahibi olması; bu kişiliğin yılmaz bir boyun eğmezliğin, direnişçiliğin, irade gücünün her koşul altında –ölümle mücadelesinde bile– ve eşsiz bir siyasal, toplumsal, entelektüel angajmanın örneğini oluşturması; yeni bir ahlâkiliğin, sevgi ve dayanışmanın, insancıllığın ve etiko-politik’in, gerçeğe ve doğruya mutlak bağlılığın sözcü ve uygulayıcılarından biri haline gelmesinin altı çizilmelidir.

Ayrıca felsefe, kültür-sanat-edebiyat ve siyaset arasında mükemmel bir köprü kurması ve bunları gerçekçi bir bütünsellik içinde bağdaştırması; determinist (belirlenimci), kaderci, pozitivist, kaba maddeci ve araçsal akılcı düşünme tarzına karşı, üstün bir eleştirel anlayışla karşı çıkması; anti-demokratik, otoriter, seçkinci, yukardancı (Jakoben ya da Sezarist) merkeziyetçi siyasal ve toplumsal oluşumlara karşı, bireye, öznelliğe, gerçek taban demokrasisine, özgürleştirmeye dayalı bir anlayışla teori ve pratikte yeni seçenekler sunması vurgulanmalıdır.

Genel olarak düşünceye ve özelde siyaset teorisi ve pratiğine, “hegemonya”, “sivil ve politik toplum”, “tarihsel blok”, “aydınlar”, “mevzi ve cephe mücadeleleri”, “ortak duyu”, “pasif devrim”, “etiko-politik”, “mekânsallık” (kuzey-güney, kent-kır), “praksis felsefesi”, “entelektüel-moral reform”, “devlet”, “madun sınıflar”, “yapı-üst yapılar”, “ulusal-halksal”, “toplumsal cinsiyet”, “iyimserlik”, “ideoloji”, “kültür”, “eğitim”, “dil”, “devlet”, “durum analizi ya da güç ilişkileri” gibi kavramlarla yeni açılımlar getirmiş olması unutulmamalıdır.

Dahası, evrensel değerleri temel alan siyasal bir umudun inşacılarından biri olması ve gerçek bir enternasyonalizmin (yereli, bölgeseli, ulusalı da ıskalamadan), düşünsel savunucusu ve pratikte (İtalya, Avrupa, III. Enternasyonal vb.) uygulayıcısı olması; belirli bir dünya görüşünün (Weltanshauung) oluşumunda ve dönüşümcü bir siyasal mücadelenin yürütülmesinde, yalnızca “rasyonel-kognitif” (“ussal-bilgisel”) bir yaklaşımın yetersiz olacağına, bunun yanı sıra, duyarlılığın, tutkunun ve bağlılığın gerektiğine vurgu yapması; sınıfsal konumun değerlendirmesinde, onun homojen olmayan karakteri üzerine eğilmesi ve bu bağlamda sınıfsal, ırksal, etnik ve toplumsal cinsiyet sorunsallarına indirgemeci olmayan bir bakış açısıyla yaklaşması, insanı değerlendirmesinde, onun “tarihsel”, “toplumsal”, “siyasal” bir varlık olmasının yanı sıra, “mekânsal” bir varlık da olduğuna ilk değinenlerden biri olması dikkat çekmektedir.

Sadece bunlarla sınırlı olmayıp, toplumsal dönüşüm öncesi var olan düzen içinde demokratik bir “karşı-hegemonya”nın oluşturulması gereğinin (“muhalefette iktidar”, “mevzi mücadeleleri” vb.) ısrarla altını çizmesi; gerçek bir “yapısal” dönüşümün gerçekleştirilebilmesi için, “üst-yapısal” unsurlara (ideolojiler, inançlar, gelenekler, yerleşik değerler, mitler, hurafeler vb.) verilmesi gereken önemin dikkatle üstünde durması; toplumsal olayın yorumlanmasında, tarihselliğin, tarihsel öznelliğin anahtar rolüne vurgu yapması; toplumsal gelişme içinde, kültürel olgunun taşıdığı merkezi konumun sürekli altını çizmesi; “ekonomik” olanla “siyasal” olan arasında, önceden kurulu, mutlakçı bir karşılıklılığın bulunduğu tezine (“ekonomizme”) eleştirel bir yaklaşımla bakması ve böylece siyasal olana göreceli özerklik tanıyıcı bir görüşün yolunu açması; siyasetin bireyi özgürleştirici, insani bir toplumsal dönüşümü olanaklı kılıcı (“dünyayı siyaset aracılığıyla dönüştürmek”) potansiyelini temel alan “yeni bir siyaset kuramı/anlayışını ve demokrat”, “usta/uzman+aydın”, “siyasette gerçeği söylemeyi zorunluluk olarak gören” bir siyaset insanı görüşünü geliştirmiş olması da çarpıcıdır.

Ek olarak, çok yönlü, çok boyutlu ve sürekli dinamik olan entelektüel, politik ve mesleki alanlarda (düşünürlük, eleştirmenlik, gazetecilik, siyasal önderlik vb.) üstlendiği sorumlulukların yüksek kalitesi; düşünme ve yazma üslubunun, son sözü söylemeyen, ucu açık, bitirilmemiş, diyaloğa ve yeni katkılara açık oluşu (“demokratik filozof”luğu) ve okur üzerinde baştan herhangi bir egemenlik kurma girişiminde bulunmaması; demokrat; özgürleştirici; eşitlikçi; dayanışmacı; yenilikçi; etik-kültürel-entelektüel gelişmeye odaklı; enternasyonalist; evrensel barışçı; iyimserliğe ve umut ilkesine bağlı, yeni bir siyaset anlayışı ve siyaset insanını yaratıcı; toplumsal cinsiyetin ve farklılıkların farkında olan, tarihseli, bugünü ve geleceği uyum içinde kucaklayan; direnişçilik ve boyun eğmeme kurallarını sürekli izleyen; doğaya, çevreye, mekâna ve tüm varlıklara karşı saygılı ve duyarlı; bireysel özgürlüğe, insancıllığa, insan onuruna, ahlâkiliğe, dürüstlüğe ve gerçek ve doğruya mutlak bağlılık gösteren; “iktidar ve egemenlik ilişkilerine yer vermeyen” bir toplumsal ilişkiler bütününün üretimini hedefleyen; yeni bir hayat, daha insani başka bir dünya düzeninin kavramlaştırılabilmesi ve yaratılabilmesi yolu için, bugünkü “kara günlerimize” “zifiri karanlık faşist zindanlardan” hâlâ yaymakta olduğu ışıkların önemi yadsınamaz.

Ayrıca, gerçeği söylemeyi “devrimcilik” olarak görmesi, siyasette gerçeği dile getirmeyi bir zorunluluk olarak değerlendirmesi, sözcüklerin, kendi başlarına yeterli olmadığını, onlara eylemin de eşlik etmesi gerektiğini vurgulaması ve değişik kesimlere hitap edebilen yeni bir anlatının sahibi olması da dikkat çekicidir.

Bu çalışma, şu temel bölümlerden oluşmaktadır: “Giriş ya da Antonio Gramsci ile serüvenim (1966-2016)” başlıklı başlangıç bölümünde Gramsci’nin eseri ile ilk karşılaşmamdan başlayarak onu ve eserlerini izlemeye çabaladığım elli yıllık bir öyküye yer veriyorum.

Birinci Bölüm’de, önce Gramsci’nin kendisinin, kendi hakkında söylediklerinden/yazdıklarından, sonra da “Gramsci ustaları”nın görüşlerinden yararlanarak, Gramsci’nin, hem insani ve düşünür yanlarını kapsayan ve hem de eylem dünyalarını içeren bir portresi oluşturulmaya çalışılıyor.

“Gramsci’yi Okumak ya da Gramsci Nasıl Okunmalı” başlığını taşıyan İkinci Bölüm’de önce “okuma” üzerinde kısaca duruluyor. Sonra, konumuz açısından taşıdığı önem nedeniyle, post-mortem (ömür-sonrası) okumanın (bir yazarın yaşadığı dönemde yayınlamadığı el-yazmaları vb.) nasıl yapılabileceği üstüne eğiliniyor. Ömür-sonrası okuma başlığı altında ek olarak Hapishane Defterleri ve Hapishane Mektupları’nın niteliği, dili ve konularına değiniliyor.

Bu bölümde, ayrıca, “Gramsci’nin dili”, “Gramsci’yi hangi arka planda ve kimlerle okuyabiliriz?”, “hangi Gramsci’yi okumak?” gibi alt tartışma alanlarına kısaca değiniliyor. Bölüm, Gramsci’yi okumak üstüne “Gramsci’nin kendi görüşleri”nin ve “Gramsci ustalarının” görüşlerinin ele alındığı iki alt bölümle sonlanıyor.

Üçüncü Bölüm “Gramsci’nin Temel Kavramları ve Görüşlerinin Kısa Bir Sözlükçesi” başlığını taşıyor. Bu bölümde, Gramsci’nin ulaşabildiğim tüm yazılarına (orijinal dilinde) başvurarak, alfabetik bir düzen içinde oluşturduğum ve onun düşüncesinin ve mücadelesinin özüne yaklaşmamızı kolaylaştıracağı ve günümüze hitap edebileceğini sandığım kavramlara ve görüşlere yer veriliyor.

Otuz üç (33) alt başlık içeren bu bölüm, Gramsci’nin kendi metinlerinin doğrudan bir çevirisi niteliğine sahiptir ve şunları içermektedir: Aydınlar, Bürokrasi/Merkeziyetçilik, Croce, Devlet, Dil, Direnme Hakkı, Durum Analizi/Güç İlişkileri, Düzen, Eğitim, Emekçiler Demokrasisi, Etiko-Politik Tarih, Faşizm, Felsefe ve Praksis Felsefesi, Gazetecilik ve Gazete Yazıları, Hapishane Hayatı, Hegemonya, İdeoloji, İyimserlik-Kötümserlik, Kadın/Toplumsal Cinsiyet, Kent-Kır/Kuzey-Güney, Kültür-Sanat ve Edebiyat, Mevzi ve Cephe Savaşları, Ordine Nuovo, Ortak Duyu, Pasif Devrim, Savunma, Sezarizm, Siyaset-Siyasetçi-Siyaset Bilimi, Sivil Toplum, Stalin-Troçki, Tarihsel Blok, Taylorizm-Amerikanizm-Fordizm ve Yapı ve Üst-Yapılar.

“Kim Kimdir?” başlığını taşıyan Dördüncü Bölüm’de, Gramsci’nin kişisel, düşünsel ve siyasal ilişki içinde bulunduğu, ancak dünyada ve Türkiye’de nispeten az tanınan bazı insanların kısaca tanıtımlarına yer veriliyor.

Beşinci Bölüm’de Gramsci’nin hayatı, eseri ve döneminin “kronolojisi” oluşturulmaya çalışılıyor. Bu bölümde, Gramsci’nin hayatı, eseri ve mücadelesinin evrimi ve yaşadığı dönemin entelektüel, sosyo-politik ve kültürel dünyasının temel özellikleri tablo halinde ortaya konulmaya çalışılıyor.

Aynı bölümde, Gramsci’nin değişik türdeki yazılarına (gazetecilik, dergicilik, hapishane defterleri ve mektupları gibi) alıntılarla başvurularak, onların tarihsel gelişme süreçleri de verilmeye çabalanıyor.

Kaynakça kısmında, önce Gramsci’nin eserleri kaynakçasına (İtalyanca, İngilizce, Fransızca, İspanyolca ve Türkçede var olanlara) kısa açıklamalarla yer veriliyor. Daha sonra da bu çalışmada kullanılan ayrıntılı bir genel kaynakça sunuluyor.

Son olarak bir Gramsci foto-portre denemesine girişiliyor. Burada da Gramsci’ye ilişkin (çocukluğundan mezarına kadar) ulaşabildiğim fotoğraf ve belgelere yer veriliyor.

Gramsci üzerine yapılan inceleme, araştırma ve yayınların “üçüncü aşama”sını (1990 sonrası) temel alarak yürüttüğüm bu çalışmada amacım Gramsci’yi Türkçede okumaya bir “alt-yapı” sağlamak ve onu okurlarla doğrudan, “aracısız” buluşturmaktır.

Burada, Gramsci çalışmalarında ciddi bir tartışma konusu olan onun eserine “kronolojik”mi yoksa “tematik” bir yaklaşımla mı bakılması gerektiği sorunsalını ben şöyle aşmaya çalıştım: Gramsci’nin Hayatı, Eseri ve Döneminin Kronolojisi ile “kronolojik” boyuta, Gramsci’nin Temel Kavramları ve Görüşlerinin Sözlükçesi ile “tematik” boyuta, birbirlerini karşılıklı besleyici tarzda, yer vererek.

Bu çalışma, birçok çeviri metni içerdiği için, “çeviri” üzerine de kısaca eğilmenin yararlı olacağını sanırım.

Bir metni farklı başka bir dile, kültüre ya da dünyaya aktarmanın taşıdığı güçlükleri, bu konu ile uğraşanlar ve çeviri metinlerle boğuşmak zorunda kalan okurlar çok iyi bilirler. Burada, ayrıntıya girmeden, kendisi de çeviriye çok emek vermiş biri olarak, Gramsci’nin aşağıdaki görüşleriyle yetinmek niyetindeyim:

“Kötü çevirmenler ve bu yaygın hastalıkla mücadele etmek için alınması gereken önlemler: Bir yazar, bu tür saçmalıkları yayınladıkları için, yayıncıların kişisel olarak sorumlu tutulması konusunda bir öneride bulunmuştur. Bu sorun karmaşık bir sorundur… Çevirmenlere çok az ödeme yapılıyor, onlar da çok kötü çeviriler yapıyor” (Lettere, dal carcere, 1996 –bundan böyle Lettere, 1996 olarak anılacaktır– v. 1, s. 279 Tatiana’ya 26 Ağustos 1929 tarihli mektuptan).

“Mükemmel bir çevirmen olmak… Bununla kimi kastediyorum? Şöyle birini: Yalnızca ticari mektupları ve gazete düz yazılarını çevirebilecek elementer ve primitif yeteneğe sahip birini değil; fakat edebi, siyasal, tarihsel ya da felsefi… her hür yazımı çevirme kapasitesi olan birini kastediyorum. Gerçekte bu bile yeterli değildir. Yetenekli bir çevirmen, belirli bir ülkenin kültürünün kavramlarına, çeviri yaptığı ülkenin dilinde karşılık bulma yetisine sahip olmalıdır. Böyle bir çevirmen, her iki uygarlığın eleştirel bir bilgisine ulaşmış olmalıdır ve birini diğerine sunma konumunda bulunmalıdır” (Lettere, 1996, v. 2, s. 613-614, Julca’ya 5 Eylül 1932 tarihli mektuptan) (Böyle bir “çevirmen” olmanın düşünü kim görmez ki – S.Y.).

Gramsci üzerine bugüne dek çok yazıldı, bundan sonra da yazılacağı açık. İşi daha fazla uzatmamak için, onun bir hapishane mektubundaki şu akıl dolu ve güzel ifadesine sığınmak istiyorum:

“Bana göre, konu üzerinde… bir şeyler yazmanın yegâne haklılığı, gerçekten yeni bir şeyler söylemek ve (bunu da) mümkün olan en mükemmel bir tamlıkta ve mümkün olan en az sözcükle yapmaktır” (Lettere, 1996, v. 2, s. 550, Tatiana’ya 21 Mart 1932 tarihli mektuptan).

Akademik dünyaya ya da “uzmanlara” değil, “normal okura” (ki onlar pekâlâ uzman kadar anlama kabiliyetine sahiptir) hitap etmeye öncelik veren bu mütevazı çalışmam, daha önce değindiğim gibi, özünde Gramsci’yi kişisel ve kamusal yönlerini içerecek bir bütünlük içinde –hem kendi kaynaklarından hem de onun “ustaları”ndan yararlanarak– okura bir “ilk” sunma çabamı içeriyor.

Benim Gramsci ile özel “söyleşme”mi, farklı bir formda ve yazım dilinde, yakın bir zamanda, okurlarla paylaşmak niyetim bakidir.

Uzun yıllardan beri sürdürdüğüm bu çabalarımın Gramsci’nin Türkiye’de ve Türkçede daha iyi tanınıp anlaşılmasına –bir nebze de olsa– katkıda bulunması, en içten dileğimdir.

 

Kaynak: Selahattin Yıldırım, Gramsci’yi Okumak, İletişim Yayınları, 2018,