Yazının ilk bölümüne sitemizden veya yazıyı bizden önce erişime sunmuş uni-versus.org sitesinden erişebilirsiniz.

Burada hukuka marksist bir açıklama getirmeye çalışırken iki farklı yönelimin olduğunu görüyoruz: İlki, üst-yapı kurumlarından biri olan hukukun doğrudan alt-yapıdaki ekonomik ilişkilerin bir yansıması olduğu şeklindeki görüş. Hatta daha önce değindiğim mahkeme savunmasında Marx’ın kendisi söyler bunu. Bu ihtiyaçların bir ürünüdür hukuktaki tartışma (mülkiyet hakkı, sözleşme özgürlüğü, dolaşım serbestisi gibi). Bütün bunların hepsi aslında sınıf çatışması içerisinde feodal lordlara karşı galibiyetini ilan eden burjuvazinin yani kent soylu sınıfının ihtiyacı olan haklar. Birinci kuşak hakların neredeyse tamamı bu şekilde ele alınabilir. Bunların her biri tesadüf değil, oluşan modern devletlerin temel hukuk metinleri olan anayasalarda yer almıştır temel hak ve özgürlükler olarak. Dolayısıyla aslında bir grup insan kendisini hukuk kurumları ve kavramlarıyla güvence altına almaya çalışmaktadır. Dolayısıyla bu açıklama şeması pekâlâ geçerlidir.

Alt-yapıda ilişkiler değişmiştir, yeni bir toplum ortaya çıkmıştır ve bu toplum içerisinde bu gelişmelere paralel şekilde yeni bir devlet, yeni bir hukuk, yeni bir eğitim, yeni bir aile ortaya çıkar. Ama burada önemli birtakım hususların göz ardı edildiğini görürüz. Cevaplanmayan bazı sorular vardır. Örneğin nasıl olur da alt-yapı üst-yapıyı belirler? Netice itibariyle bir tarafta bir gerçeklik vardır, diğer tarafta da düşünce biçimi/kavramlar vardır. Bu ikisi arasındaki ilişkinin çok anlaşılır bir şekilde açıklanmadığı savunulur. Ve derler ki üstelik de modern toplumun şafağında kadın hakları mücadelesiyle, işçi sınıfı mücadelesiyle birlikte elde edilen bazı hakların, hak kazanımlarının ve üstelik de bunlar vasıtasıyla gerçekleşen bazı hukuk reformlarını açıklamaktan uzaktır. Çünkü eğer alt-yapıyı hâkimiyeti altında tutan burjuvaziyse sadece burjuvazinin çıkarına olanın üst-yapı içerisindeki kurum olarak hukukta belirlenmesi gerekir. Ama öyle olmamıştır.

Elbette ki hukuk önünde eşitlik savunmasıyla halk egemenliği modern devletin oluşumunu sağlamıştır. Daha önceden dine dayalı olan siyasi iktidarın meşruluğu artık gerçekten de hukuk söylemine dayalıdır. Dolayısıyla aslında hukuk önünde eşitlik bir söylemden ibaret olsa da bu yaklaşım içerisinde vardır. Çünkü yine burjuvazinin çıkarına olan şey budur. Bu doğrudur fakat Fransız İhtilali’ndeki üç rengin temsil ettiği eşitlik, özgürlük, kardeşlik/dayanışma da vadedilir gerçekten de halka. Bu vadedişin temelinde de elbette ki hukuka ilişkin bazı değişiklikler söz konusudur. Hak bildirgeleri de herkesin eşit olduğunu söyler. Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi aslında onun “Fransız Erkek ve Yurttaş Hakları Bildirgesi” olduğunu görürüz. Metnin tamamında erkeklerden bahsediliyor aslında. Direnişin simgesi bir kadın olmasına rağmen ve kadınlar gerçekten yoğun bir şekilde o çatışmanın içerisinde ön saflarda çocuklarıyla birlikte sokaklara dökülmüşlerdi. Üstelik de kurulan meclislerde kadınların meclislere girmesine izin yoktur Fransa’daki meclisteki gibi. Veya sermaye sahibi olmayan kimselerin meclise girmesine izin olmadığı gibi oy kullanma hakları da yoktur. Dolayısıyla zaten bu talepleri çok erken bir zamanda gerisinde bırakmıştır burjuvazi. Oluşturduğu modern devlet içerisinde de modern toplum içerisinde de böyle hak ve özgürlükler çerçevesinde bir eşitlik arayışı olmadığı gibi eşitliğe ilişkin talepleri gerçekleştirmek konusunda da bir yaklaşımı yoktur aslında. O köprüden geçinceye kadar olan bir hadisedir sadece.

Hukukun rasyonel olması, akil adamlar eliyle yapılıyor olmasını, herkesin ortak iyisine olanı belirleyeceğine ilişkin bir inanç oluşturmasını bekler ve böylelikle meşrulaştırır aslında kendi yönetimini -dolayısıyla hukuk vasıtasıyla meşrulaştırır. Ama çok erken bir vakitte bunu terk etmiştir ve burjuvazinin verdiği vaatleri tutmak gibi bir niyetinin olmadığı ortaya çıkmıştır. Kağıt üzerinde de olsa, biçimsel de olsa eşit bir toplum düzeninin varlığından toplumsal mücadeleler yoluyla bahsediyoruz. Mücadelenin düşüşe geçtiği yerde hak kayıpları başlar. Burada bir pazarlık vardır aslında. Halk kitlelerini bu anlamıyla aslında bir şekilde kendi oldukları yerde tutabilen bir yaklaşımdır. Dolayısıyla bu açıklama şeması bunun için yeterli değildir. Çünkü bu açıklama şeması içerisinde aslında devam edegelen bu tarihsel sınıf çatışması toplumun dinamiğidir ve sınıf çatışması sürüyordur. Çünkü kent soylu sınıfın karşısına dikilen yeni bir sınıf vardır, işçi sınıfı. Bugün, işçi sınıfından olan herkes kendisini işçi sınıfının bir parçası olarak görmese de aslında hepimiz emeğimizle hayatta kaldığımıza göre bu literatür içerisinde sınıfın bir parçasıyız. Sizin varlığınızdır tarihin motorunu çalıştırmaya devam eden. Toplumsal mücadeleyi sürdürmenizdir hatta sürdürme ihtimalidir. O nedenle bu, durmayacak bir ilerlemeci tarih anlayışına bir anlamda karşılık gelir. Özellikle Postmodern eleştirilerden sonra bu ilerlemecilikle ilgili şeyler çok eleştirildi ve Marksist düşüncenin kendisi bir aydınlanma düşüncesi olarak yaftalanıp neredeyse bu anlamda bir tartışma konusu yapıldı.

Walter Benjamin’in bununla ilgili bir fren örneği beni çok etkilemişti zamanında ve aslında söylenen şeyin şu olduğunu fark etmemi sağlamıştı: Rosa Luxemburg’un söylediği gibi “ya sosyalizm ya barbarlık.” Gideceğimiz yerin sosyalizmin olduğunu değil ama eğer yönümüzü sosyalizme doğru döndürmezsek gideceğimiz yerin barbarlık olduğunu söylüyor Marksist düşüncenin kendisi. Çünkü bu sınıfsal çatışmanın ve bu kar odaklı üretimin bizi götüreceği yer orasıdır. Dolayısıyla hukuku da biraz böyle bir yerden görmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Bu devam edegelen mücadele içerisinde hukuk neredeyse devletle yan yana, bilinç biçimlerinden bir tanesi olarak konumlanıyor. Devlet, hukuk, ahlak, siyaset, din, bilim… Bunların hepsi birer bilinç biçimi ve ekonomik ilişkilerin temelde yer aldığı bu süreçte bunun birer yansıması olarak değişip dönüşüyorlar. Ama dediğim gibi hem bunun nasıl geliştiğine ilişkin bir açıklama eksik hem de üst-yapıda yer alan kurumların birbirleriyle ilişkilerine dair, hem de bunların işlevleri konusunda bir açıklama yok. Marx bunu yazmadı ama metodu verdi bize. Bizim bunların üzerine düşünmemiz gerekiyor. Bunların arasında Marksist yaklaşım içerisinde en fazla ele alınanı devlettir. Zaten klasiklerin de büyük bir bölümünde tartışma devlet üzerinden döner. Hukuk yine kayıptır burada. Çünkü hukuk doğrudan alt-yapının belirlediği, üst-yapıda oluşan ve bir araç olarak kullanılabilen bir şeydir. Araçsallığı zaman zaman altı çizilen bir şeydir klasik metinlerde de. Özellikle Komünist Manifesto’da burjuvazinin aslında bu hak ve özgürlükleri bir araç olarak kullandığını doğrudan söyler bize.

Hukuka ilişkin ilk açıklama şeması daha çok Engels’in yapıtlarına işaret ederek söylediğim kaba materyalizmdi. Yani doğrudan hukukun altyapının ekonomik ilişkilerin yansıması olduğunu söyleyen bir bakıştı. Araçsallık dediğimiz zaman hukuka dair ikinci bir açıklama şeması ortaya çıkıyor. Daha çok hukukun araçsallığı üzerine vurgu yapan bir tartışma. Ve aslında sınıfın aracı olarak görülür hukuk. Tanımlama neredeyse bu şekildedir bu açıklama şeması içerisinde. Bihassa Lenin’le birlikte daha fazla öne çıkan bir tartışmadır ve bugün aslında hukuk tartışmasının bunun üzerinden ilerlediğini söyleyebiliriz. Hukuku sınıfın bir aracı olarak gören bu yaklaşıma da kaba materyalist ya da Ortodoks Marksizm diyenler var. Bunu da bu şekilde eleştirenler var ama sınıfın (burjuvazi) bir aracı olarak ele aldığımızda üst-yapı kurumlarından devlet-hukuk ilişkisini ve hukukun işlevini ele almış oluyoruz. Yani daha önceki açıklama şemasında dışarıda bırakılan iki farklı konuyu ele almanızı sağlıyor. Bunlardan bir tanesi olan hukukun işlevleri de hem diğer üst-yapı kurumlarıyla hukukun ilişkisini hem de altyapıyla hukukun ilişkisini tartışırken diğeri doğrudan devletle hukukun arasındaki ilişkinin altını çizer. Dolayısıyla yönetici sınıfın aracı olması şu anlama gelir: Bu bir Marksist devlet tartışmasıyla başlayan bir açıklamadır hukuka ilişkin. Çünkü bunu yazan hukuk literatüründeki teorisyenler devlet dediğimiz şeyin doğrudan sınıfın kendisinin olmadığını söyler. Yani yönetici sınıfın kendisi değildir. Yönetici sınıf lordlar, baronlar gibi az sayıda soylu insandan oluşan ve kolaylıkla bir ittifak kurabilecek bir grup insan değildir. Veya daha önceden olan, kan bağıyla atanan bir kişinin çevresinde oluşan bir grup yönetici kitle de değildir. Bu sınıf aralarına yenilerinin eklenebileceği birtakım ekonomik süreçlerin içerisinden gelip burada sermayedar olan ve aslında siyasi iktidarı etkileme gücüne sahip bir sınıfsal gruba karşılık gelir. Ve daha önce tarihin çeşitli dönemlerinde yönetici sınıflar çok daha kalabalıktı. Dolayısıyla siyasi iktidarı doğrudan elinde tutma şansı yoktur. Siyasi iktidar, devlet üzerindeki etkisi çok daha dolaylıdır. Burada bir kurum olarak modern devlet oluşturulur. –ki bunun oluşumunu biz siyaset felsefesi içerisinde tartışmalarını izleyebiliriz. Çünkü mesela Hobbes’da tartışılan şey Leviathan’ın kendisidir. Bir siyasi iktidar kurmayı tartışırlar. Toplum sözleşmesinde tartıştıkları şey odur aslında. Kent soylu sınıfın yan yana gelişidir ve sözleşme etrafında yine kendi ihtiyaç duydukları sözleşme özgürlüğü içerisinde uzlaşıyla bir araya getirdikleri bir siyasi iktidardır. Daha sonra Locke ile birlikte sınırlanmaya başlanır tabii. Bu süreç içerisinde burjuvaziyle yan yana gelip büyük bir ittifak kurarak devleti oluşturur. Dolayısıyla devlet bir ittifakın ürünüdür. Onlara karşı tarafsızdır ama aynı zamanda tarafsız görüntüsü olan bir kurum olarak ortaya çıkar. İşte bu kurumun aracıdır hukuk. Dolayısıyla her ne kadar yönetici sınıf olan burjuvazinin çıkarları doğrultusunda toplumu yönetip düzenlese de hukuk kuralları vesilesiyle, bunu çok da gözle görülür ilişkiler içerisinde yapmaz. Daha tarafsız bir görüntü çizer ve aslında tarafsızlığın en önemli göstergesi hukukun varlığıdır. Çünkü devlete tarafsızlık sıfatını veren, herkese eşit muamele yapan hukukun kendisidir. Hukuk dediğimiz zaman bugün aklımıza gelecek ilk şey devlettir, ikincisi nesnellik ve tarafsızlıktır.

Dolayısıyla bu; devletin -her ne kadar burjuvazinin bir ittifakı olsa da- bu tarafsızlık görünümüyle birlikte çok ciddi bir ideolojik aygıt olduğunu, bu anlamda siyasi iktidarın meşruluğunu sağlayan güç olduğunu ve bu meşruluğun da aslında devletin devamını beraberinde getirdiğini bize gösteriyor. Ama bu yönetici sınıfın aracı olarak hukuku tanımladığımızda; sınıf mücadelesiyle, işçi sınıfının mücadelesiyle veya farklı kimliklerin, farklı grupların mücadelesiyle edinilen hakların ve geliştirilen hukuk reformlarının ne şekilde açıklanacağına ilişkin bir sorun var burada. Tarafsız ama bu devlet yönetici sınıfın devletidir. Eğer böyleyse ve sadece şeklen, sadece ideolojik bir etki yaratmak için tarafsız bir görünüm çiziyorsa ve burjuvazinin kendi içerisindeki dengelerine göre konumlanıyorsa bunun burjuvazinin zararına olan her şeyi hukuk şeklinde düzenlemesi gerekmez mi? Elbette toplumsal mücadele eliyle bunlar talep ediliyor ve gerçekleştiriliyor. İşte bu o tarafsız devletin göreli özerkliği dediğimiz şeydir. Bu göreli özerklik doğrudan hukuku etkiliyor. Çünkü aslında hukukun tarafsız olması, bu görüntüde kalması buna bağlıdır ve üstelik bu görüntünün kendisi siyasi iktidara meşruluğunu veren şeydir. Dolayısıyla burjuvazi bunu riske atmaz. Çünkü devletin tartışılmaya başlanması bir bütün olarak yönetme ehliyetinin elinden alınması anlamına gelir. Devletin göreli özerkliği; hukukun tutarlı, anlamlı, herkese eşit şekilde belirli bir mesafede duran, hak ve özgürlükleri kendi içinde barındıran, hatta toplumdaki pek çok şeyin dışında ve üstünde –bu güvenin tesis edilmesidir. Dolayısıyla orada devlet göreli bir özerkliğe sahiptir.

Hukuk aslında bir üst-yapı kurumudur ama ayrıntılı bir açıklama verilmiyor buna dair. Dolayısıyla hukuku yönetici sınıfın bir aracı olarak anlattığımız zaman daha anlaşılır olabilir. Aslında bu araçsallıkla ilgili yaklaşım sadece Marksizme özgü bir tartışma değil. Hukuka ilişkin, hukuk felsefesi yaklaşımları içerisinde toplumsal, olgusal tartışmaların tamamında hukuk araçsal bir yapı olarak gözükür. Yani aslında hukuk toplum içerisinde önemli görevleri ve işlevleri olan bir kurumdur. Dolayısıyla Marx’ın ne kadar haklı olduğunu biliyoruz, bilimsel çalışmalar da bunu gösteriyor bize. Ama önemli olan bu tartışmayı derinleştirebilmektir. Çünkü bizim bu üst-yapı kurumunun işlevleriyle ilgili bir derdimiz var. Eğer söylediği gibi toplumsal düzeni sağlayıp yönetici sınıfa itaati gerçekleştiriyorsa bu üst-yapı kurumunu biraz daha derinlemesine incelememiz gerekiyor. Veya insanlar hukukta hiçbir şekilde adaletin gelmeyeceğini bildikleri halde hala dava açmaya devam ediyorlarsa bunun üzerine bizim hala düşünmemiz gerekiyor. Veya biz bir vesile dahi olsa sokağa çıktığımız, bir gösteri fırsatı yakaladığımızda, yan yana gelebildiğimizde hala hak ve özgürlüklerimiz için bağırıyorsak o zaman bu hak ve özgürlüklerin hukukla ilişkisini veya bu yapı içerisinde/açıklama şeması içerisinde hukukun nerede durduğunu düşünmemiz gerekir. Aslında bugün yapmaya çalıştığımız şey de bu. Burada bunu yaparken Marx’ın neden hukuktan kaçtığını hatırlamamız gerekir. Çünkü bunun üzerine çok kafa yormaya başladığımız zaman, hukuk olmazsa toplumun olmayacağını, örneğin insan haklarının her şey olduğunu, tartışmasız şekilde bir anlam ifade ettiğini düşünmeye başlayabiliriz ve böyle bir yanılgı içerisine girebiliriz. Bu marksizmde hukuki fetişizm olarak açıklanan şeydir. Biz aslında ister istemez çok da devrimci bir ruh haliyle dünyaya gelmiyoruz. Biz çok terbiyeli varlıklarız. Bizim bir şeye karşı isyan etmemiz kendi eğitimimize, oluşturuluşumuza başkaldırmamız anlamına geliyor ve hukukla birlikte bizim davranışlarımızı belirleyen birçok toplumsal kural dizgesi var. Hukuk bu toplumsal kurallardan sadece bir tanesidir ama tarihsel bir geçmişi var. Bu sebeple araçsal olarak türlü türlü imkânları içerisinde barındıran bir yapıyla karşı karşıyayız. Dolayısıyla çok sofistike bir mesele ve bu tarafsızlık görüntüsüyle birlikte mistifikasyona da fazlasıyla alan açan, bu anlamda çok ciddi bir işlevsellik taşıyan bir kurumla karşı karşıyayız.

KAYNAK: uni-versus.org