2.Dünya Savaşı’nın ardından, savaşın yarattığı dehşet ve “Sovyet tehdidi” karşısında “özgürlükler tarafı” imajı yaratma kaygıları, Batı ülkelerini demokrasi ve hukuk gibi alanlarda daha önce hiç olmadığı kadar harekete geçirdi. Yükselen insan hakları, eşitlik, adalet gibi söylemlerle birlikte modern siyasal düşünce, özgürlüklerin korunacağı, toplumsal barışın sağlanacağı iddialarını ileri sürdü. Temel haklar anayasalarda, uluslararası sözleşmelerde yer alacak, ihlal halinde hukuksal mekanizmaların devreye girişi ile mağduriyetler giderilecekti. Sorunlar, hukuk, diyalog, işbirliği gibi kavramlar etrafında çözüme kavuşturulacak, 2. Dünya Savaşı benzeri bir kabusun yaşanmaması için önlemler alınacaktı. Özetle devir, “Git hakkını mahkemede ara kardeşim” devri olacaktı.
Siyasallıktan arındırılmış, herkesin eşit olduğunun iddia edildiği bir hukuk miti çerçevesinde sorunların çözümü fikrinin pek başarılı olmadığını yıllar içerinde öğrendik. Bilinen insanlık tarihinde insan haklarından, hukuktan, bu kadar çok bahsedilip, bu kadar fazla ihlalin yaşandığı başka bir dönem olmadı. Ne liberal kuramın tariflediği bir hukuk yaratılabildi ne de hukuki norm ve özgürlük arasındaki ilişki bu kuramın dar kalıplarıyla açıklanabildi. George Floyd’un ırkçı bir polis tarafından öldürülmesi sonrasında ABD’de başlayıp, dünyanın başkaca ülkelerine yayılan protestolar bunun en güncel örneği oldu. Aristoteles’ten beri Batı siyasal geleneğinin merkezinde yer alan toplumun “ahenk ve refah değerleri” bir anda yerini “kargaşaya” bıraktı.
Anayasalarda yer alan “yurttaşların birliği ve eşitliği” söylemlerinin gerçeği yansıtmadığı bir kez daha gözler önünde. Bireylerin aynılıkları üzerinden tariflenen toplum algısının hükümsüzlüğü, Floyd’un ölümü ardından yaşananlarla tekrar ilan ediliyor. Toplum, liberal kuramın öngördüğü gibi durağan olmadığını, çelişkileriyle, acılarıyla, gözyaşlarıyla, öfkesiyle birlikte ele alınması gereken hareketli bir yapı olduğunu gösteriyor. Toplumu bu dinamik ilişkileriyle birlikte görmek, hakim siyasal düşünce ile gerçek siyasal yaşam arasındaki uçurumun altını çizer. Bu bakış açısı, demokrasi, eşitlik, adalet, hak gibi olgulara ilişkin hakiki bir yaklaşım geliştirmeyi zorunlu kılar. Toplumu sabit bir yapı olarak gören akıl, temel hakların ilgili metinlerde yazıyor olmasını, ihlali durumunda devreye girecek hukuksal mekanizmaların var olmasını yeterli bulur. Toplumsal çelişkileri gören akıl ise temel haklar, demokrasi, eşitlik, adalet gibi değerlerin ezilenlerin mücadelesiyle kazanıldığını ve geniş kitleler tarafından sahiplenilmesi halinde bir anlam ifade edeceklerini bilir. Birisi ırkçılığın kanun metninde tanımlanan bir suç olmasına değer biçerken, diğeri ırkçılığın suç olarak kabulü için verilen mücadeleyi önemser. Bunun “mücadeleyi” kutsamakla ilgisi yok, hak olgusunu metinlerde “düzenlenmiş” ölü bir şey olmaktan kurtaran şeyin mücadele olduğunu bilmekle ilgilidir. Bu yüzden ilgili kavramlara egemen düşüncenin yüklediğinden farklı anlamlar yükler.
Bugün liberal düşünce, ABD’de yaşananlara bakınca ışıklı mağazaların kırılan camlarını görür. Herkesten de yalnızca bunu görmesini ister. Salt ABD’de de değil, dünyanın başka ülkelerinde de “şiddet”, “yağma”, “hukukun ihlali” üzerine sözler söyleniyor. Büyük büyük unvanlara sahip çeşitli mesleklerden “uzmanlar” televizyonlarda, sosyal medyada yaptıkları açıklamalarda “ilk üç gün ben de destekledim” benzeri söylemlerin ardından konuyu mağaza camlarına getiriyorlar. Irkçılığa, ekonomik ve sosyal eşitsizliğe hatta geçmişin kölecilerine yönelen öfkeyi geçmiş dönem ceza hukukundaki “patolojik vaka” anlayışıyla açıklamaya koyuluyorlar. “Eylemlerin içeriği elbette haklı ama biçimi yanlış” söylemlerinin altını kazıdığınızda hak ve özgürlük arayışının onları ürküttüğü görülüyor.
Tam da bu toz dumanın ortasında “Mağaza camlarınız şu an umurumuzda değil, biz öldürülen siyahilerle ilgileniyoruz” demek, insan hakları mücadelesinin tarihine uygun sorumlu bir tavır geliştirmek olacaktır. Tıpkı pandemi nedeniyle fiziksel mesafeye dikkat edilen bugünlerde, “Irkçılık, Covid-19’tan daha ölümcül” diyerek protestolara katılan ABD’li tıp fakültesi öğrencileri gibi. Evet, hukukçu, doktor, işçi veya işsiz olmak fark etmez; bir şeyde neyi gördüğünüz aslında neye önem verdiğinizle ilgilidir. Prof. Costas Douzinas’ın “Hukuk, Adalet ve İnsan Hakları” kitabının Türkçe yayımına yazdığı önsözde söylediği gibi; “İngilizce ve Fransızca’da ‘sorumluluk’ (responsibility) etimolojik olarak ‘karşılık’ (response) ile ilişkilidir. Bir (ahlaki) talebe karşılık verdiğinizde sorumlusunuzdur. Talep bir iktidardan veya ötekinden geliyor olabilir. Sorumluluk, iktidarın buyruklarına rıza göstermek olarak tanımlandığında ahlaki değildir. Ahlaki tavır sorumsuzluktur. Ahlaki sorumluluk, biyopolitik olarak dışlanan, demokratik anlamda haklarından mahrum kılınan, geçici işçi veya işsizlerin taleplerine karşılık verir.” George Floyd’un ölümü ardından açıklanan ilk patoloji raporunda boğularak öldürüldüğüne dair kanıt olmadığının söylenmesi gerçeği gün gibi ortadayken, bu kitlesel mücadeleler olmasaydı o katil polisin aklanacağı herkesçe biliniyorken camseverlerle aynı kaygıları taşımamak, hukukun veya demokrasinin karşısında olmak değildir. Tam aksine, hukuk ve demokrasi gibi değerlere ilişkin etik bir yaklaşımdır.
Hakim siyasal ve hukuksal düzen, “en ideal” Batı ülkesinde bile ikna ediciliğini kaybediyorken, yürürlükteki gerilim liberal düşünce ile açıklanamıyor. Yalnızca ABD’de değil dünyanın her yerinde, vaat edilenler ile yaşanan gerçekler arasındaki açılan makas geniş kitlelerin hayal kırıklığını arttırıyor. Hak sahibi olmak için “yurttaş” olmanın yeterli olmadığı, ekonomik ve siyasal ayrıcalıklar da gerektirdiği günümüzde, güçlü olanın, “herkes için hukuk”, “herkesin hukuku” gibi söylemleri dalga geçen bir gülümsemeden fazlasını yaratamaz. Fakültelerde anlatılan, ders kitaplarında yazan haliyle; toplumsal çelişkilerden, siyasetten arınık bir hukuk gerçek değil. Hukuk, meşruiyetini ancak bu çelişkilerin tam ortasında yer alıp, ötekinin taleplerine karşılık verebildiği ölçüde inşa edebilecektir. Statükonun yanında, güçlü olanın karşısında konumlanmayan kavrayışın bir geleceği olmadığı gibi “hukukçu” olmakla, insan haklarının tarafında olmakla da ilgisi yok. Bu yüzden, George Floyd’un katledilmesi karşısındaki öfkeyi “hukuk ihlali” olarak değil, “hukuk yaratan” olarak görmek gerekir.