Genel kurula giderken yolda bir arkadaşımın eski stajyerine rastladım. Ben giderken o dönüyordu. “Nasıl? Kalabalık mı Ahmet?” diye sorunca, “Hayır, zaten imza stantları dışarda. Hemen imzanızı atıp dönebilirsiniz” dedi. Otuzlu yaşlarının başındaki bu arkadaşımızla ne durup esasında bu işin imzadan ibaret olmadığını anlatmaya niyetlendim, ne de “Vay be, insanlar ne kadar ilgisiz” diye düşündüm. “Tamam” deyip yürüyüp gittim. Aynı anda da tüm adayların söylemlerini artık neredeyse kuşatan “Kadın, Genç, İşçi Avukatların Sorunları” başlığı, başlıkları geldi aklıma. Tıpkı onlar gibi ben de, içeriye girene kadar papağan gibi içimden “kadın, genç, işçi” diye tekrarlayıp durdum; sanırım benim de zihnime bir şekilde kazınmış artık. Sonra içeri girip ruhsuz kalabalığın arasına karıştım.

Ama burada “Kadın, Genç, İşçi Avukatlar”dan bahsetmeyeceğim. Mesleki sorunlara hiç girmeyeceğim. Hatta “genç meslektaşlara ulaşamamak” şeklindeki anlamsız, üstten ve kibirli “özeleştiri”ye de değinmeyeceğim.  Çünkü bunlardan bahsedebilmek için öncelikle aşılması gereken duvarlar ve bunu yapabilecek bir performansa ihtiyaç var. Daha da kötüsü, esasında bu duvarların çoktan aşıldığını düşündüğümüz ve kendimizi çoktan o duvarların öte yanında hissettiğimiz için duvarın hangi yanında olduğumuz konusunda bariz bir şuursuzluktan muzdaribiz. Bu nedenle de sanki o performansı gerçekleştirip o duvarları atlamışız gibi başka konulara geçiyor; haddimizi aşarak, örneğin işçi avukatların sorunlarından bahsedebiliyoruz.

O halde hala duvarın bu tarafında olduğumuzu ve öte tarafa geçmek için o duvarı tanımamız ve tanımlamamız gerekli.  Bunun için de, lafı hiç uzatmadan, dolandırmadan, gereksiz hassasiyetleri göz ardı edip, böyle durumlarda hiçbir işe yaramayan faydasız nezaketi de bir yana bırakıp, temel üç konunun bir an önce netleşmesi elzem.

1) Siyasetin Neresindesiniz?

22 yıldır İstanbul Barosu seçimlerini takip ederim ve her zaman kendim gibi olanların, hiç olmazsa benzerlerimin yanında ya da arkasında durmaya özen gösterdim. Aynı özeni yanında ve arkasında durduklarımdan da beklemenin duygusal değil, siyasi bir tavır ve beklenti olduğunu da çok iyi biliyorum.

22 yıldır benimde dahil olduğum anlayış, halkçı, toplumcu, sosyalist, komünist, anarşist ve yurtseverlerin; devletçi, ırkçı, hatta kafatasçı, kapitalizmle ya da neoliberalizmle herhangi bir derdi olmayan, savunmayı ve avukatlığı hem bunlara hizmet eden bir araç hem de kendi bireysel dünyalarında sınıf atlamayı sağlayan bir meslek olarak görenlere karşı mücadele ettiklerini düşündüm. Öyle olmamış olsa idi kimse bunca yıl uğraşmaz, şu üç günlük dünyada elini taşın altına koyup bu işlere bu emek vererek değerli vaktinden olmazdı. Çünkü muhalif avukatların bu düzenle, bu sistemle, bu Baroyla bir derdi vardı. İnsan önemsediği şeyi konuşurdu, önemsediği şeyi dert edinirdi, önemsediği şeyle uğraşırdı.  Muhalif avukatlar daha halkçı bir baro, daha etkili bir savunma, daha iyi bir dünya istiyorlardı. Karşılarında duran, devletten daha çok devlet olan bir anlayışa karşı kendi sözlerini söylemek, kendi siyasetlerini yapmak, kendi savunma anlayışlarını Baroya getirmek istiyorlardı. En azından ben öyle olduğunu sanıyordum.

O zaman insanın aklına ister istemez şu soru geliyor: Eğer kendi siyasetinizi yapmayacaksanız, kendi ideallerinizin peşine düşmeyecekseniz, kendi sözünüzü söylemeyecekseniz, bu kadar tantanaya ne gerek var?

Elbette bu soru, gerçekten bir siyasete sahip olmak, apolitik olmamak ve kendi değerlerinden vazgeçmemek hala önemli ise değerli. Değilse, zaten ortada konuşulacak bir mevzu da yok demektir. Bunu hala konuşuyorsak, hala burada ya da başka bir yerde iki kelam ediyorsak, kendimize dert ettiğimiz içindir; gevezelik olsun ya da başkalarını ezip geçelim diye değil. Üstelik ne kadar politik olduğunu, kırmızı çizgilerini evladı gibi gözettiğini iddia eden ve muhaliflikte kimselere söz hakkı vermeyen avukatların, hiçbir şey olmamış gibi davranmaya devam etmelerindendir. Onlara göre, 22 yıldır savaştıkları bir anlayışın parçası olduğu tartışma götürmeyecek bir adayın yanında yer almak, onu kendine başkan seçmek, savaşılan tüm o pespaye olguları, devletçiliği, ırkçılığı, faşizanlığı o başkan adayı nezdinde kabul edip sineye çekmek bir sorun teşkil etmiyor olacak ki, o adayın peşinde baro siyaseti yapanlar, henüz yapılan bu fahiş hata hakkında tek söz etmiyorlar. Bir kısmı içlerinde taşıdıkları Kemalist damarın farkında değil, diğer bir kısmı da o Kemalizm’in kendilerine yapıp ettiklerini umursamıyor olmalı ki şimdiye dek arkasından koştukları ya da koştuklarını iddia ettikleri değerleri bir çırpıda unutuverdiler. Bir süredir arkasından atılıp tutulan, ne kadar faşist olduğu konusunda mangalda kül bırakılmayan Ümit Kocasakal’ın yıllardır yanında, yöresinde ve yönetiminde olan, onun hiçbir söylemine ya da icraatine ses çıkarmadığı gibi bunları uygulamak konusunda hiçbir sıkıntı duymayan, İstanbul Barosu bir devlet aygıtı gibi çalışırken, kendisi de bu aygıtın bir dişlisi olarak hizmet etmekte bir sorun görmeyen Hasan Kılıç değil de bendim sanırım.

Daha geçen yıl, yıllardır kendisine muhalefet edilip liste çıkarılarak seçime girilen Mehmet Durakoğlu’nun seçim zaferi konuşmasının ardından ağzına geleni söyleyen, kendisi hakkında hiç de yenilir yutulur olmayan iddialar ve sözler sarf eden muhalif avukatların, bu seçimde delege listesinde kendisiyle yan yana durmaktan herhangi bir rahatsızlık duymamaları da yine bizim bir türlü anlayamadığımız “yüksek siyaset” e dair fiiller olsa gerek.

Oysa ortada değil yüksek, alçak bir siyaset dahi olmadığı, bu tercih karşısında siyasetin esamesinin dahi okunamayacağı ve ortada olanın olsa olsa ziyadesiyle apolitik ve ilkesiz hatta ucuz bir kasaba kurnazlığı olduğunu görmek için dahi olmaya gerek yok. 22 yıldır, acısıyla tatlısıyla, günahıyla sevabıyla, çokça da yanlışa rağmen Baro yönetimine bir şekilde muhalefet etmenin geldiği nokta Ümit Kocasakal’a yıllarca müritlik yapmış Hasan Kılıç olacak idiyse eğer, şimdiye dek yapılan kavga dövüşün, edilen mücadelenin tamamen çöpe gittiğinin de kabulü gerekir. Dolayısıyla muhalif avukatların öncelikle düşünmesi gereken, gerçekten siyaset yapılıp yapılmadığı ve siyaset yapmaktan vazgeçip “kim olursa olsun” peşine takılmanın bir sorun teşkil edip etmediğidir.

Öncelikle bu apolitik olma sorunu çözüldükten sonra, örneğin “kadın, genç, işçi” avukatlardan bahsedilebilir. Çünkü bu kendinde bir meslek ya da savunma sorunu değildir. Bu, yargı ve ondan önce de düzen ve sistem sorunudur.  Sistemin hali yargının haline, onun hali de savunmanın haline sirayet eder. 2022 Türkiye’sinde iktidardan bağımsız bir yargı düşünülemeyeceği gibi yargıdan bağımsız bir savunma da düşünülemez. Dolayısıyla sistemle ve somut olayda yargıyla cebelleşmeden ve ona dair herhangi bir siyaset üretmeden savunmaya ve avukatlığa dair de siyaset üretemezsiniz ve “kadın genç, işçi” avukatları broşür malzemesi yaparak bu sorunun üstesinden gelemezsiniz. Bunun için de önce sistemi ve yargıyı” dava konusu yapmak” ve bunu yapabilmek için de esasen devletle ve yargıyla -AKP muhalifliği dışında- herhangi bir sorunu olmayan başkan adaylarıyla yola çıkmamak gerekir. Çıktığınız takdirde de yaptığınız şey siyaset, Baro siyaseti değil, devletçilere ve düzencilere payanda olmak olur.

Aşılması gereken ilk duvar budur. Devletçilerin, düzen bekçilerine payanda olmaktan vazgeçip kendi sözünü söyleyerek kendi siyasetini yapmak. Aksi takdirde olacak olan o devlet ve düzen içinde kendi sesini boğmaktır.

2) Demokrasi Konusunda Dürüst Olmak

“Biraradayız” çıkış metni bence gayet sorunsuzdu, o yüzden de düşünmeden imza attım ama attığıma atacağıma pişman olup geri çekmek zorunda kaldım. Ama sorun şu ki, imza attığım şey, bu çıkış metniydi. Şahsen umduğum da, burada bir güç oluşması, bu gücün kendi sözünü söylemesi, kendi adaylarını çıkarması ve gerçekten de mevcut yönetime alternatif ve gerçek bir muhalif ses olmasıydı. Bu beklentinin neden gerçekleşmediğine ve bu oluşumdan çıkan sonucun neden Hasan Kılıç başkanlığında birleşmek olduğuna dair tartışma günlerce sürebilir ama demokrasi konusunda esasında başka bir derdim var; ki bu da en az devletçi bir adayın desteklenmesi kadar, belki de ondan daha da önemli bir sorundur bence.

Öncelikle “Biraradayız”, içinde her ne kadar gruplar ve örgütler bulunsa da ve onların olaya yaklaşımı kendi sorunları olsa da, bireysel imzalardan oluştu. En azından bize böyle olduğu söylendi. Bunun sonrasında ise bence gerçekten vahim bir şey oldu ve Hasan Kılıç’ a destek/oy vermeyeceğini söyleyen onca avukat olmasına rağmen “Biraradayız” grubu, Hasan Kılıç’a “top yekün” desteğini açıkladı. Bu yapılırken de tüm bu itirazlar yok sayıldı ve itiraz edenler toplam içinde eritilerek, sanki tüm imzacılar Hasan Kılıç’a destek veriyormuş gibi bir izlenim yaratıldı. Esasında göz göre göre yalan söylenildi ve bu imzalar istenilen ittifak için -ayrım gözetilmeksizin- açıkça kullanıldı.  Buradan çıkan sonuç da tek tek avukatların iradesinin hiç önemli olmaması, onlar ne derse desin herhangi bir anlayış içinde fikirlerinin kolaylıkla yok sayılabilmesi ve kimsenin “genel irade” dışında söz hakkı olmamasıydı.

Yüz yıldır süren geleneksel sosyalist örgüt anlayışını her zaman ve her yerde uygulamaya kalktığınızda, çoğunluğun iradesini azınlığa dayattığınızda ve “Hasan Kılıç’ı istemiyorum” diye bas bas bağıran insanları yok sayıp ağızlarını kapattığınızda ortada ne demokrasi ne de demokratlık vardır. Üstelik herkesin, fırsatını bulduğunda küçük birer Otokrat kesildiği ve tek tek bireylerin bir havuza atılıp fikirlerinin homojenize edilmeye çalışıldığı bir olayda kimse bana demokrasiden ya da AKP’nin totaliterliğinden bahsedemez. Bahsedildiği durumda da ortada ya kabul edilemez bir bilgisizlik ya da umursamama, görmezden gelme ve yok sayma vardır ki, bu ikincisi çok daha vahim. Böylesi bir irade gaspını sorun olarak görmediği halde kendine hala demokrat diyen varsa da Antik Yunan’dan başlayarak günümüze kadar vuku bulan demokrasi tarihine bir göz atmasını öneririm. “Biraradayız” bireysel imzalardan oluştuğundan ve kimsenin grubu, arka bahçesi ya da oyun sahası olmadığından, hiç kimse hiç kimsenin bu şekilde iradesini gaspedemez ve kendi sözünü herkesin sözüymüş gibi ortaya atamaz. Her oluşum, her inisiyatif sizin parti ya da dernek örgütünüz değildir. “Demokrasi” denen olgu, tek tek bireylerin, kendi tekillikleri içinde var olduğunu kabul ederek, onlara saygı duyularak inşa edilir; herkes tektipleştirilerek değil. Daha kendi içinde demokrat olmayı beceremeyip imzacıların iradelerini gaspetmeyi su içer gibi kolaylıkla yapabilenlerin avukatlara demokrasi vaadinde bulunmaları ise en hafif abiriyle abesle iştigaldir. Ben de muhalif avukatlardan imza toplayıp onlara hiç sormadan bu imzaları örneğin Filiz Saraç’ın önüne koysaydım – ki bence Hasan Kılıç’la arasında hiçbir fark yoktur- olurdu bence, neden olmasın.

Aşmamız gereken ikinci duvar da bu: Demokrasi duvarı.

3) Ergenlik mi Narsizm mi?

Anlamakta çok zorlandığım bir husus daha var tabii. Muhalif avukatlar gündelik yaşamda sanırım çok yoğun olarak siyasetle uğraştıkları için -kinaye yapmıyorum- Baro siyasetine pek fazla vakit bulamıyorlar ve Baro seçimi de en erken akıllarına Temmuzda filan geliyor. Ama sanırım bunda da bir sorun görmüyorlar; çünkü esasında o kadar doğru bir yerde duruyorlar ki kimseye dertlerini anlatmaya ve onlara ulaşmaya gerek duymuyorlar. Kendi siyasetlerinden, kendi donanımlarından, kendi güncelliklerinden eminlik ve kendilerinden razılık dereceleri o kadar yüksek ki son dakika golleriyle başarılı olacakları konusunda tuhaf  bir inanca sahipler. Oysa iki yıl boyunca onlarca çalışma yapılabilir, yüzlerce fikir beyan edilebilir, hukuk çalışmaları organize edilebilir, avukatlar biraraya getirilip yargıya kafa yorulabilirdi vs.  “Avukatlara ulaşamadık” şeklinde kısmi bir özeleştiri yapanlar da aynı kibirden muzdaripler maalesef. Muhalif avukatlar her şeye o kadar hakim ve her konuda o kadar yetkinler ki tek dertleri avukatlara ulaşamamak. Kimse de “ya onlar bize ulaşsa, beki biraz feyz alırız” demiyor her nedense. Çünkü muhalif avukatların bildikleri hem kendilerine hem avukatlara hem de tüm halka yeter de artar bile,  çok şükür. Ama işte maalesef siyaset, olanın üzerine hiçbir şey koymadan cepte kalan son kırıntıları yemekle, bunları da herkese sanki dünyanın ve hayatın tüm dertlerini çözecek reçeteler olarak sunmakla yapılmıyor.

Pek tabii ki de bunun sonucu olarak Hasan Kılıç’ın peşinden ayrılmayıp sonunda da hüsrana uğrayan avukatlar, “ya biz mükemmeldik, neden böyle oldu acaba” diye kendilerine sorduklarında da günah keçisi bulmaktan başka çareleri kalmıyor. Bu günah keçisi de ya kendilerini karar merci olarak görmeyip “kafasına göre” aday olan Mert Er Karagülle ya da Hasan Kılıç’ı desteklemeye ya da oy vermeye eli gitmeyen, bu işin içinde olmayı içine sindirmeyen avukatlar oluyor. Hatta o kadar ileri gidiliyor ki artık niyet okunup “destekliyor görünerek desteklemeyen” ler tefe konuluyor. İleri gitmenin ölçüsü de yok tabii, insan bir başlayınca duramıyor. Sonunda da bu avukatlar bir anda “düşkün, işbirlikçi, hain”e dönüşüveriyor.

Kendinden bu kadar razı olup hem kendi “olmayan” siyasetine hem de yaptığı işe bu kadar güvendikten sonra yenilgiyi kabul etmek elbette zor olmalı. Ama bu zorluk, yukarıda bahsedilen tavrın gerekçesi olamaz ve olmamalı. Çünkü bu tavır, İstanbul Barosu’nda siyaset yapan yüzlerce avukatın seçim yorumu gibi değil de, daha çok suçu ya da hatayı kendi dışında herkeste gören ergenlere ya da narsistlere yakışıyor. Bana sorarsanız bundan daha zavallıca bir hal de yok.

Üçüncü duvar da bu: Ergenlik ve/veya Narsizm duvarı.

Sonuç olarak, önce bu dertleri çözmek lazım ki sonra o “ulaşamadığınız” “kadın, genç, işçi” avukatların sorunlarına ya da diğer dertlere eğilinebilsin. Değerlerinizin arkasında durun, kırmızı çizgilerinizi kimseye ezdirmeyin ki başkaları da onların içine çekebilin. Demokrasiyi önce kendiniz içselleştirin ki başkalarına da sirayet ettirebilin. Hatalarınızı kabul edip başkalarını suçlamaktan vazgeçin ki avukatların güvenini kazanın. Yoksa gerçekten bu broşür başlıkları hem havada kalıyor; hem de tüm o adlar, “Çağdaş”lık, “Demokrat”lık, “Özgürlükçü”lük, bir süre sonra gerçekten gülünç oluyor. İki yıl boyunca sırt üstü yattıktan sonra “Staj Eğitim Merkezi’nde avukatlara ulaşan” figürleri, siyaseten nerede durursa dursun, baştacı etmekse Baro siyaseti, buyurun aynen devam edin. Gerçekten şapka çıkarılacak siyaset ama maaselef şapkam yok.

Sağlıcakla kalın.