Devletin temeli olarak varsayılan adalet, kendi egemenliği altındaki topraklarda mülkiyetin ve ekonomik düzeninin korunmasını amaçlar. Hukuk sınıfsal çatışmayı yok sayar. Gerçeğe aykırı bir şekilde, sınıfsal farklılıkları eşitmiş gibi gösterir. İki ayrı üretim ilişkisinden gelenlerin aynı haklara sahip oldukları varsayımı ile derin fiili eşitsizliklerinin olmadığı yanılsaması sonucu yasalar önünde eşit oldukları izlenimi yaratır. “Adalet mülkün temelidir” düsturu “Türk Milleti Adına Karar” veren yargıcın tam da arkasında yerini alır.

Hukukun Üstünlüğü!

Hukuk fakültelerinde öğretilen iktidar otoritesinin hukuk kurumları aracılığıyla “adalet” dağıttığıdır. Hukuki sistem, toplumsal düzeni sağladığı gibi uygarlığın da temelidir. Hugh Collins, Marksizm ve Hukuk isimli kitabında hukuk fetişizminin altı çizilmesi gereken üç niteliği olduğunu yazar. Toplumsal düzenin varlığı için hukuk düzeni zorunludur. Hukuk biriciktir. Üçüncüsü ise hukukun üstünlüğüdür. H.L.A. Hart, yasaların varlığı sayesinde uygarlığın olabileceğini aksi halde anarşinin olacağını yazar. Hukuk sistemi bir grubun diğeri üzerinde basit güç kullanımı değildir.  Kamu görevlisi de hukuka aykırı eylemlerinin sonucunda  yaptırımla karşılaşacağını savunur. Colins tarihsel materyalizm düşüncesinde ise hukukun üretim ilişkileri ve biçimlerini sağlamlaştırdığını aynı zamanda toplumsal sisteme meydan okuyan isyankâr öznelerin karşısında ceza sistemi aracılığıyla silahlı kuvvetler ve diğer kamu kurumları ile birlikte bir baskı aracı olduğunu yazar.

Hırsızlık Belli Şartlar Altında Meşrudur.

Zilyedinin rızası olmadan başkasına ait taşınır bir malı, kendisine veya başkasına bir yarar sağlamak maksadıyla bulunduğu yerden alan kimse hırsızlık suçu nedeniyle cezalandırılır. Artı değer sömürüsü, rant, vergi, faiz, borsa spekülasyonları yasaldır, ekmek çalmak suçtur. Devletin belirlediği koşullar altında, kendi silahlı güçlerinin hatta paramiliter güçlerinin insan öldürmek ve başkaca eylemleri suç değildir. Kadının süreklileşmiş şiddet karşısında faili öldürmesi ise suçtur. Ezilenler, muhalifler, ulusal ve etnik kesimler açısından her şey suçtur. Yaptırımla karşılanır. “Yasa koyucu cezalandırma yetkisini kullanırken anayasanın temel ilkelerine ve ceza hukukunun ana kurallarına bağlı kalmak koşuluyla, toplumda hangi eylemlerin suç sayılıp sayılmayacağı, suç sayılacaksa hangi tür ve ölçüdeki ceza yaptırımlarıyla karşılanacağı, hangi durum ve davranışların ağırlaştırıcı ya da hafifletici öğe olarak kabul edeceği konusunda ceza siyaseti, ülkenin, sosyal, kültürel yapısı ve etik değerlerin de göz önünde bulundurarak takdir yetkisine sahiptir.” (Kayıhan İçel, Suç Politikasının Ana İlkeleri Bağlamında Hukuka Bağlı Devlet İlkesi) Neyin suç olup olmadığını belirlemek yasama organına aittir, üstü örtülü şekilde aslında kuralları belirleyen faildir.

Hukuk Sayesinde Egemenlerin İhlali Cezasız Kalır

“Her katil bir tanrı, bir baba, bir millet, bir sürü sahibi olur, suç yeniden-ürer, mevcut ve geçerli hukuk sayesinde tanrıların, egemenlerin, kalabalıkların ihlali cezasız kalır. (Işık Ergüden, Hapishane Çağı: Kapatılan İnsan) Egemen değerlere katılmayan ya öldürülür ya da toplum dışına atılır. Ceza hukukunun temeli suçtur. Suç yaptırımı cezadır. Suç ceza hukuku üretir. Suç; polisi, mahkemeyi ve cezaevini üretir. Suç, güvenliği ve tek düzeliği bozar. Suç ülkede yaşayanların bir bölümünü emek piyasasından çekip alır. Çalışanlar arasındaki rekabeti azaltır. Ücretlerin taban ücretin altına düşmesini önlese de nüfusun başka bir bölümünü ise suçla savaşım adı altında başka iş bölümünün parçası yapar. Suçlu bu kez de denge sağlayıcıdır. Bir sürü mesleğin yolunu açar. “Hırsızlar olmasaydı kilitler bugünkü yetkin düzeyine ulaşamazdı. Kalpazanlar olmasaydı banknotlar şimdiki kalitede olmazdı.” (Karl Marx, Artı- Değer Teorileri)

Şiddetin Her Türlüsüne Karşı Olmak.

Şiddetin her türlüsüne karşı olanlar, baskı rejimi karşısında başka seçeneği olmadığı için direnenlerin güç kullanımını aynılaştırır. Egemenin silahlı, silahsız zor aygıtı ile özgürlük talebine karşı tarafsız gibi görünür. Gerçekte ise otoritenin “resmi hasım” politikasının esaslı savunucusudur. Kökeninde direnenlerin şiddetinin cezalandırılma yaptırımı ile karşılanması talebi vardır. Şiddet tekelinin ancak devletin tekelinde kullanıldığı sürece düzenin sağlanacağı varsayımı yatmaktadır. Aksi halde anarşi hâkim olacaktır. Özgürlük talebinin ise hukuki düzene bağlı kalarak nasıl çözüleceğinin karşılığı yoktur. Ceza tehdidi ile korkuya teslim olunmuştur.

Hâkim Kalıpların Kastlaşmış Avukatı

kitabında bilgi teknisyenin egemenin hizmetkarı olduğunu,  ezilenlerin gerçeklerine karşı savaşmakla görevli olduğunu, bunu kimi zaman milliyetçilik kimi zaman sahte evrensellik adına yaptığını, bilgi uzmanın anlatı ile kendi yaşadıkları arasında bocalayacağını, rahatsız bilinç olarak tanımlanan bu durumun onu daima inkâr eder hale getireceğini, sorgulamanın ise bilimsel düşüncenin zorunlu bir sonucu olduğunu, sonuçta ya otoriteyle uzlaşacağını ya da içine sindiremeyerek, alt düzey görevli olmayı reddedeceğini, aydına dönüşeceğini, aldığı ücret ve yaşamı ile küçük burjuva  düşünce ve duygu üreten kendi sınıfıyla mücadele edeceğini, başkası tarafından görevlendirilmediği için yalnız olduğunu, başkaları özgürleşmedikçe kendisinin de özgürleşmeyeceğinin ayırdına varacağını, mecburen insani olmayan kazanç için çalışacağını, kendi çelişkisinin toplumun çelişkisinin tekil ifadesi olduğunu anlayacağını, çelişkiye karşı savaşanların sadece yanında olmakla değil, onların baktığı yerden baktığı sürece onları anlayabileceği tespitlerini yapar.

Gerçeğin Çağrısına Kulak Vermek

Adaletin amaç olduğunu savunanlar, hukukun norm, kural ve önermeleri ile çatışmayı şiddet tekeline sahip devlet lehine çözümlediği sonucu hakkında iyi düşünmelidir. Aydın avukat, yargı personelinin kalıplaşmış davranışları karşısında engelleri aşmak için çabalar. Ezilenlerin sesi ve sözü gür sözcüsü olur. Aydın avukat, baskıcı iktidarlara karşı insan hakları mücadelesinin içinde yer alır. İnsanlığa, barışa, ayrımcılığa, cinsler arası eşitsizliğe, nefret söylemine, doğaya karşı işlenen suçlara, hayvanlara karşı işlenen kötü muameleye, yargısız infazlara, işkenceye, tecrite ve sömürüye karşı çıkar. Ancak sınıf özelliği onun bu çabalarını durmadan bozabilir.  Jean Paul Sartre bunun iki çözümü olduğunu yazar: Sürekli özeleştirel olmak, ilelebet evrenselin bekçisi olduğunu yanılsamasına düşmemek ve ırkçılığın, milliyetçiliğin ve emperyalizmin yanı başında olduğunu unutmamak. “Ben küçük burjuvayım kendi çelişkimi çözebilmek için ezilenlerin yanındayım.” Ezilenlerin eylemlerine somut ve koşulsuz katılım sağlamak. Ama aydının rolünün eylemi başlamadan yargılamak, eylemin başlamasında etkili olmak ya da bu eylemin aşamalarını belirlemek değildir.  Aydın eyleme fiziksel olarak katılmalı, eylemin içine sızmasına ve onu sürüklemesine izin vermeli, sadece gerekli olduğunun bilincine vardığı zaman eylemin anlamı ve olanakları hakkında açıklamalarda bulunmalıdır.