2022 yılının hemen sonlarında dikkat çekici bir kitap yayımlandı: “Filozofça Hukuk Felsefesi-Marx ve Engels’in Hukuk Teorisi”. Sitemiz yazarlarından Ercan Kanar’ın da kitaba önsöz yazması elbette merakımızı arttırdı. Kanar’ın makale niteliğindeki bu kitap önsöz metnini, bugünden itibaren üç bölüm halinde sitemiz takipçileriyle paylaşıyoruz. Aşağıda okuyacağınız ilk bölümün ardından “Özgürlükçü Felsefe Açısından Suç, Ceza ve Hapishane” başlıklı ikinci bölümü ve son olarak da cesur ve polemiğe davet eden bir önermeyi ele alan “Hapishaneler Artık Kapatılmalıdır” başlıklı son bölümü yayımlayacağız. Keyifli okumalar.

Sadece Felsefe ile İlgilenenler İçin Değil Statükoya Muhaliflerce de İncelenmesi Gereken Bir Çalışma

Mehmet Akkaya zor bir alana üstelik mesleki bağı olmayan bir alana cesaretle girmiş. Alanın zorluğu ve karmaşıklığı altında boğulmamış. Hukuk felsefesi kişi ve toplumsal yaşam için itici bir dinamo görevi gören bir alandır. Şu veya bu görüş, şu veya bu ideoloji için böyle bir işlevi vardır.

Hukuk felsefesi konusunda tercüme yayınlar daha ağırlıklıdır. Bu dahi bizde felsefeciler açısından, hele hele hukuk düşünürleri açısından gereken önemin verilmeyişini hatta algılanmamasını gösterir.

Esasen tüm rejimler, iktidarlar felsefenin işlevi açısından bu alana çok sıcak bakmazlar. Hele hele statükoya muhalif felsefe akımları ve çalışmaları onların iktidarları için ciddi bir engel olarak görülür. Bizde de özellikle devlet okullarında felsefe dersleri hep geri planda, seçmeli dersler olarak görüldü. Temel dersler sahasına bir türlü giremedi.

Egemenler felsefeden korkarlar egemen resmi ideoloji yönetilenlerde de felsefeye karşı antipatik psikoloji algılamasını çoğu zaman başarırlar. Bazen kişiler arası sohbetlerde aksi azınlık düşünceleri olanlara ‘felsefe yapma uyarısı veya felsefe yapma zamanı değil’ azarı rastgele değildir. Doğrusunu söylemek gerekirse iktidara muhalif kurumlarda da felsefe çalışmaları, yorumları doyurucu değildir. Teorik olarak sözde önemsendiği bu alanda üretim zayıftır.

Mehmet Akkaya’ nın çalışmasında kilit kavramlar; felsefe, hukuk, altyapı-üstyapı yansımaları, cezaevi, suç ve ceza kavramlarıdır. Bunların her biri çok geniş ele alınması gereken konulardır. Bu önsöz de anekdotlar halinde değinilecektir.

Felsefesiz yaşam boş yaşamdır. Niçin, nerede, nasılı yorumlamayan hatta o yorumlara göre değişim için çabalamayan, yani felsefeyi yorumla yetinmeyip değişim aracı olarak göremeyenler aslında yaşamın dinamizminden kopmuşlardır.

Felsefe Kavramı Konusunda Çağlar Boyu Birçok Tanımlama Vardır

Kuşkusuz bunda sınıfsallık çok önemli etkendir. Yunancada bilgi, bilgelik sevgisi olarak değerlendirilmiştir. Varlıkların anlamı ve nedeni üzerine sorularla ortaya çıkmıştır. Dinin yanıtlamadığı sorular eleştirel bir düşüncenin ve gözlemenin konusu yapılınca felsefe ortaya çıkmıştır. Philosophoos sözcüğü ilkin Herakleitos’ la görülüyor. Philosophia terimi kesin anlamını Platon ve Aristoteles felsefesinde kazanmıştır. Platon’ a göre felsefe var olanı bilmek için düşüncenin yöntemli bir çalışmasıdır. Aristoteles’ e göre felsefe var olanın ilk temellerini ve ilkelerini araştıran bilimdir yani ilkeler bilimidir. Sonradan felsefe değişik anlamlar kazanmıştır; 1- Bilimlerin anası olarak felsefe, 2- Bilimsel araştırmalarla insan yaşamı arasında bağlantı kurma, 3- Varoluşu uyandırma, 4- Bütün bilimsel bilgileri iş (karşıtlar içinde birliğe varma), koşulsuz olana yani salt olana varma gibi.

Hegelci akım salt idealizm ve (eytişimsel yöntem) anlayışlarıyla belirlenen felsefe akımı. Hegel’ in ölümünden sonra Hegelci okul türlü yönlere ayrılmış, özellikle Hegel’ in din ve siyasal sorunlarda kesin bir konumu olmayışı okulun ikiye ayrılmasına sağ Hegelcilerin, sol Hegelcilerin ortaya çıkmasına yol açmıştır.

Hukuk felsefesinin tanımını biraz daha netleştirelim. Hukuk felsefesi hukukun özünü, kökenini, geçerlilik ilkelerini, ödevlerini yaşam ve bilimler bağlamı içindeki yerini felsefe açısından açıklamaya yarayan felsefe dalıdır.

İdeolojiye verilen anlam ise; ideler bilimi olması idelerin niteliklerini yasalarını gösterdikleri anlamlarla kökeninin incelenmesidir.

Kantçılık; Kantın kurduğu transendental idealizmidir. Ayrıca eleştirel akıl ve eleştirel bilgi öğretimini temel alır.

Komünizm; Bütün insanların eşitliği ve eşit haklılığı ilkesine dayanan ve gelecekte sınıfsız toplumda, eşit yaşama koşulları içinde herkese ihtiyacına göre ilkesini gerçekleştirmeyi erek olarak koruyan toplum öğretisidir. Bilimsel toplumculuk doğrultusundaki toplum ve ekonomi öğretisi Marksçılar felsefelerini eytişimsel özdekçilik olarak adlandırırlar. Marksçılığın dayandığı temel insanlığın tarihsel ve toplumsal gelişmesinin ekonomik güçlerle ve işçilerle belirlenmiş olduğu ve düşünceyle ilgili tinsel güçlerin bunların bir yansıması olduğu görüşüdür. Ekonomik ilişkiler ve bununla ilgili tinsel biçimler ile kültür, altyapı ve üstyapı olarak bağlantı içindedirler. Birbiriyle nedensellik bağlantıları içindedirler. Marksçılığın felsefe bakımından temel ilkesi şudur; insanın bilinci varlığını değil tam tersine toplumsal varlığı bilincini belirler. Düşünce ve bilinç insan beyninin ürünleridir. İnsanın kendisi de bir doğa ürünüdür. Çevresi içinde ve çevresi ile birlikte gelişir. İnsan toplumu da kültürü ile birlikte bir doğa parçasıdır. İnsan tarihide neden-etki bağlantısı içinde ve eytişimsel bir biçimde gelişir. Evren olmuş bitmiş bir şey değil ilerleyen bir süreçtir. Eyitişim de Marx’ a göre, gerek dünya gerek insan düşüncesindeki genel devinim yasalarıyla-bu devinim özdeğin varoluş biçimidir. Hegel’ in karşıtlıklar içinde ilerleyen eytişimsel değişmesi, Marx’ da sınıfların savaşına çevrilmiştir. Sınıfların savaşı öğretisi de Darwin’in öğretisinde kendisine dayanak bulur. Doğadaki yaşama savaşını Marx insan toplumlarına da aktarmıştır. Bilimsel toplumculukta sonunda bir doğa biliminin biçimine girer.

Makyavelizm; Devlet uğruna her şeyin yapılabileceği ilkesini savunur. Ahlak, töre ve dinin koşulsuz devlete bağlılığını temel alır.

Özgürlük; bu kavram değişik felsefe dallarında ekseri şu anlamları taşımıştır; 1- Bağlı olmama, dışarıdan etkilenmemiş olma, zorlanmamış olma, 2- Her türlü dış etkiden bağımsız olarak insanın kendi istencine, kendi yasasına, kendi düşüncesine dayanarak karar vermesi (seçme özgürlüğü), 3- İnsanın kendi istemesi kendi istenci ile eylemde bulunabilme olanağı, insanın dıştan engellenmeden etki yapabilmesi. Marx’ a göre özgürlük zorluluğun kavranmasıdır.  Buraya ileride değineceğiz.

Varoluşçuluk; varlık sorunu insan olma sorunuyla bir bağlantı içine getirilir. Bunun yanında felsefe yapmanın kaynağı olarak insan varoluşu, sonluluğu zamana bağlı oluştuğu ve tarihselliği içinde ve yeni bir düşünme tutumu ile ele alır. Özellikle insan varoluşunun anlamı söz konusudur Sartre’ a göre varoluş özden önce gelir. Her bir kimseye bir öz kazandırmayı sağlayacak özgürlükle özdeştir. Bu akıma göre “İnsan ne ise o değildir, ne olmuşsa odur. İnsan kendini insan yapar”.

Yeni Hegelcilik; yirminci yüzyılda Hegel felsefesini yeniden canlandıran Hegel’ in eytişimsel yöntemine fizik ötesine dayanan kültür ve tarih felsefesine yeni bir yön vermeye çalışan ve doğa bilimleri karşısında yeniden tinsel bilimleri güçlendirmeye çalışan akım.

Yapısalcılık; temel bir gerçeklik olarak yapıya dayanan, yapı üzerine kurulan bilim dalı. Yapı öğeleri birbirine ve kendisine bağlı olan, ama öğlelerinin toplamından daha fazla bir şey oluşturan bütündür.

Stoacılık; usun egemenliğini, doğaya uygun yaşamayı, ruhun-sarsılmazlığını duyumsamazlığı ve dünya yurttaşlığı öyküsünü erek olarak koyan Kıbrıslı Zenon’ un kurduğu akım.

Hukuk

Hukuk Felsefesi deyince hukuk gibi temel bir kuruma nasıl bakmalı sorusuna özgürlükçü açıdan doğru yaklaşmalıyız.

Egemen resmi ideolojilerde ve onların devlet okullarında hukuk bireylerin bireylerle ve bireylerin devletle olan ilişkilerini düzenleyerek kurallar toplamı olarak tanımlanır. Hukuk terimi çoğu kez hak sözcüğünün çoğulu olarak kullanılır. Bazen adalet ve eşitlik anlamında da kullanılır. Bu tür tanımların gerçekleri yansıtmadığı, tam tersine gerçeklerin üzerinin örtülmesine neden olduğu açıktır.

Hukuk kuşkusuz her devletli sistemde toplumsal yaşamın her alanını içine alan aktif yansımanın ürünü olan bir üst yapı kurumudur. Ancak diğer üst yapı kurumlarına göre özgün bir yapısı ve işlevi vardır. Hukuku incelerken niteliğini ve işlevini tespit için toplumların tarihini ve gelişme yasalarını göz önünde tutmak gerekir. Hukuk sınıflar arası ilişki ve çatışmaların arasında değildir tam orta göbeğindedir. Bir anlamda devlet kavramıyla ikizdir. Devletin doğuşu ile hukukun doğuşu arasında bir göbek bağı vardır.

Gerçek anlamda hukuk sınıflaşma süreci ile oluşmuştur. Adalet ve örften farklı olarak hukukun kökeninde devlet vardır. Tarih boyunca hukukun işlevi egemen üretim ilişkilerini düzenlemek ve korumak olmuştur. Bu işlevde esas olarak egemen sınıfların gereksinimleri yönünde oluşmuştur. Bu açıdan bakıldığında hukuk mülkiyetin ve eşyanın ekonomik düzeni üzerinde kurulmaktadır.

Tarih boyunca hukuk normları ağırlıklı olarak sınıf egemenliğine dayalı toplumsal ilişkileri ayarlamışlardır. Hukukun egemen iradelerin bileşkesi doğrultusunda oluştuğu bir realitedir. Burada dikkat edilmesi gereken husus hukukun aynı zamanda sınıflar arası ilişkilerde de bir denge kurma görevi de olduğudur. Ezilenlerin hak ve özgürlükler mücadelesi aşağıdan yukarıya egemenlerin iradesinde ve sistemlerinde gedikler açmakta ve hukuk alt yapının olduğu gibi yansıması yerine o süreçteki güçler dengesine, yönetenin ile yönetilenler arasındaki terazi konumlanmasına bağlı olarak bir aktif yansıma özelliği taşımaktadır. Yani zıtların mücadelesi ve sentezi pasif bir tarzda değil, kendi iç dinamizmi içinde aktif bir yansıma şeklinde med-cezirleri taşıyarak hukuk oluşumuna yansımaktadır.

Aktif yansıma-pasif yansıma ayrıma çok önemlidir. Rejimin niteliğini, insan hakları mücadelesi niteliğini dahi etkiler. Hukuk temel yapının pasif bir yansıması olarak algılandığı taktirde ekonomik gölge takipçiliği anlayışıyla özgürleşme yönünde hukuka ve devlete müdahaleler, bu müdahalelerin pozitifleşmesi süreci ve neticede devletin dolayısıyla hukukun sönmesi sürecinin hızlandırılması kavranamayacaktır. Daha da tehlikelisi sönümlenme hedefine tabi köktenci düzenlemelerin ortaya atılması söz konusu olamayacaktır. Pasif yansıma anlayışında statükonun korunması ve tarihi kaderci evrimci bir değişiklik bekleyişi vardır. Örneğin; “ Devlet var olduğu sürece hapishaneler olacak ve devlet sönümlendikten sonra hapishaneye gereksinim kalmayacak” anlayışı pasif yansıma algılamasının tipik tezahürlerinden biridir. Devletler ve sınıflar var olduğu sürece klasik hukuk ideolojisine sadık kalınması anlayışı hukukun ve devletin sönümlenmesi yönünde toplumsal deneyler yapılmasını da engellemiştir. Sosyalizm adına yapılan devlet deneylerinde de “Burjuvasız burjuva devletini” sönümlendirmek yerine tam tersine güçlendiren, burjuva hukukunun aslında benzeri olan “İşçi sınıfı hukuku” anlayışları türetilmiştir. Stalin’ in son yazılarında belirttiği “Sosyalizm bizde gerçekleşmiştir” saptaması pasif yansıma anlayışının bir sonucudur. Yani üretim araçları kamulaşmışsa artık üst yapı onu robot gibi takip edecek anlayışı.

Aslında kuramsal problem anlamında sosyalist öğretinin inşacılarınca hukuk konusu çok fazla tartışılmamıştır. Hukukun Marx ve Engels tarafından bütünsel bir açıklaması yapılmamış olması karşısında “Marksist hukuk felsefesinden” söz edilemeyeceği açıktır. Üretim ilişkilerinin birincil hukuk yansımaları olan mülkiyet ve sözleşme hukuk kuralları dışından Marx ve Engels’ in çalışmalarında bir hukuk felsefesi inşası ve hukukun sistemli bir çözümlemesi yoktur. Geçiş sürecinde nasıl bir hukuk olacağına dair bir analiz önerisi ışığı zayıftır. Örneğin geçiş sürecinde; suç, ceza, infaz, hapishane kavramlarına klasik ceza hukukundan farklı nasıl bir kurumlaşma anlamı verilecektir? Bir yabancılaşma alanı olan hukukun da sönümlenmesi için model laboratuvar deneyleri sosyolojik açıdan nelerdir veya neler olabilir? Sorularının yanıtları boşlukta kalmıştır.

Buna rağmen hukukun pasif yansıyan bir üst yapı kurumu değil, aktif yansıyan dolayısıyla temele de etki eden bir üst yapı kurumu olduğu yönünde Marx ve Engels’ deki değinmelerde de az da olsa yer yer çıkış noktaları bulmak mümkündür. Bu önemlidir. Neden? Gerek kapitalist toplumda gerekse sınıflı ve devletin hala var olduğu geçiş toplumlarında özgürlükler mücadelesinin nesnel potansiyeline uygun çözümlemeler önerildiğinde hem burjuva kesiminden, hem de işçi sınıfı adına öncülük iddiasındaki kesimlerden itiraz ve direnmeler gelmiş ve bu itirazlar ekonomi, sınıflar ve devlet realiteleri temeline dayandırılmıştır.  Yani hukuk bir pasif bir üst yapı kurumu olarak algılanmış ve bu algılanış hukukun sönümlemesine katkı yapacak, insanı temel alan alternatif çözümlere karşı bir silah olarak kullanılmıştır. Örneğin sosyalizm iddiası olan devletlerde de idam cezası, siyasi mahkûmlara yaptırımlar, grev yasakları, hapishanenin aynen muhafazası, kamu düzeni, kamu yararı, ulusal güvenlik kavramlarının katı bir tarzda korunması bu bakış açısının sonucudur. Sert ve güçlü bir devlet için, özü burjuva olan sözde “İşçi sınıfı hukuku” yaratılmıştır.

Özgürlükçü felsefe açısından hukuk kavramı ve kurumları tartışılırken, üretim ilişkilerinin ifadesi olarak tanımlanan hukuk ilişkisinin tek yanlı bir yansıma olup olmadığına verilecek yanıt hayatidir. İfade ilişkisinin tek yanlı bir yansıma gibi anlaşılmaması gerekir çünkü üretim ilişkilerinin, üretici güçlerin gelişimine uyumu otomatik değildir.

“Ludwig Feuerbach, klasik Alman felsefesinin sonu 1888” nın da sonunda Engels hukuk ile iktisat bağlantısını kurarken; dünyanın, hukuksal kavramlarla hukuk alanının bir kez daha kurulduğunu belirtir. Hukukun sadece bir yansıma olmadığı, sabit oturmuş, binlerce profesyonel hukukçunun, mahkemelerin, polisin devletin faaliyetiyle oluşan bir gerçekliğinde olduğu açıktır. Yani hukuk bir gerçekliğin ifadesi bir başka alanda yeniden kurulmasıdır. Gerçekliğin hukuk alanında ifadesi, ifade edilen gerçeklik ile bağlarını belirli bir oranında koparmış yeni bir gerçekliktir. Özgürlükler mücadelesinin işte bu ifade edilmiş gerçeklikle bağların kopartılması noktasında açacağı çok gedik vardır. Ne demek istiyoruz? Belirtilen özellikten dolayı temel yapıya çokta uyumlu olmayan şu veya bu alanda sönümlenme yönünden ışık veren özgürlükçü hukuk düzenlemeleri gündeme getirilebilir, yapılabilir. İnsan hakları mücadelesi yükseltilebilir yani bu yansımanın aktif yansıma olması insan hakları mücadelesi açısından da önemlidir. Bu aktif yansıma özelliği hukuku bölümlendirecek hukuk felsefesi çalışmaları içinde önemlidir.

Engels, Conrad Schimitte mektubunda (1890) hukukun ‘İfade etme’ işlevindeki, görece özerkliği dolayısıyla kendisini yaratan gerçekliğin yanı sıra, o temele bağımlı ve duyarlı olmayı sürdürse de, ayrı bir “Hukuksal gerçeklik” yaratması hakkında şöyle diyor; “ Profesyonel hukukçuları yarat iş bölümü gerekli hale geldiğinde, üretim ve ticarete genel bağlılığı olan ve aynı zamanda bu alanlar üzerinde etkide bulunma yeteneğini sürdüren yeni bir alan “ Hukuk” açılır. Modern devlette hukuk sadece genel ekonomik duruma uyup, onun ifadesi olmakla kalamaz. Fakat kendisi içinde tutarlı bir ifade olmak ve kendi iç çelişkileri nedeniyle göze batar derecede tutarsız olmamak zorundadır. Bunu gerçekleştirmek için, iktisadi koşulların yansıtılması git gide bozulur. O kadar ki mevzuu hukukun bir sınıfın egemenliğini saf, kesin ve tüm ağırlığıyla ifade etmesine (ki bizzat bu durum adalet kavramına aykırıdır.) nadiren rastlanır.” yani hukukun yapma ifade etme işlevini mekanik bir yansıma olarak anlamamak gerekir. Belirli oranda bağımsızlaşmış hukuksal gerçeğin varlığı kavranılmalıdır. Hukuksal gerçeklik özerk biçimde devinmektedir. Belirli sınıflar içinde hukuk ilişkilerinin iktisadi temeli değiştirebileceği de öngörülebilmelidir. Örneğin; özel mülkiyetin tahakkümün niyetine, özel mülkiyet imparatorluğuna karşı ekonomik adalet mücadelesinin nesnel potansiyelinin direnmesi klasik toplum biçimlerinde de hukuk sisteminde mülkiyetin sınırlandırılması denetimi ve daraltılmasını sokabilir.

Hukukun üretim biçiminde tam bir bağımsızlığı olmadığı gibi tam bir bağımlılığı da söz konusu değildir. Bu nedenle yasa koyucunun serbest iradesiyle kuralların, hukuk özverilerinin serbest iradesiyle de hukuksal ilişkilerinin kurulduğu kısmi bir doğrudur. Bu nedenle hukuk incelemelerinde kurucu iradeyi tek veya asıl veri kabul etmek yanlıştır tersi de, sadece üretim ilişkilerine bağlamakta yanlıştır. En tehlikeli kavrayış hukuku herhangi bir özgün varlığı olmayan bir gölge, robot yansımaları olarak görmektir. Marx ve Engels’ e göre de hukuk salt bir yansıma değildir. Hukukun sınırlıda olsa kendine özgü bir tarihi vardır. Burada sınırlılıkla kast edilen bir eksiklik değil, hukukun kaynağı ve işleviyle sıkı ilişkisinden kaynaklanan bir sınırlılıktır.

Hak, adalet, eşitlik ve özgürlük kavramlarına ve problemlerine de yukarıdaki genel çerçeve içerisinde yaklaşmak gerekir. Kuşkusuz adalet de sınıflı toplumlarda her zaman ağırlıklı olarak bir  ‘sınıf adaleti’ olmuştur.

Siyasal tarihin ve hukuk tarihinin incelenmesi karşımıza üç ayrı hukuk anlayışını ve uygulamasını çıkartmaktadır. İlki “Baskıcı hukuk” anlayışı ve durumudur. Bu geçmiş dönemlerde mutlakiyetçi düzenlerin hukuk uygulaması olmuştur. Modern zamanlarda da ve günümüzde de totaliter tipteki düzenlerde gündeme gelmektedir. Düşmanla savaş hukuku gibi (Günther Jakobs formülü) bu tip hukuk anlayışında polis hukuku, resmi doğruları koruma çabası belirleyicidir. Egemen kamu düzeninin aşırı himayesi esas amaçtır. Onun içinde ayrıntılı suçlar, suç tanımlamalarında belirsizlikler her tür eleştirel düşüncenin devlete karşı-kamu düzenine karşı suç olarak kabul edilmesi bu hukuk anlayışının özelliğidir. Bu hukuk anlayışı mülkiyeti devletle birlikte de kutsal kabul etmekte aynı himayeyi mülkiyete de sağlamaktadır. Baskıcı hukukta yönetilenlerin ağır ceza tehditleriyle sindirilmesi ve korkutulması temel bir özelliktir. Günümüzde bu hukuk anlayışı Terörle Mücadele Kanunu Hukuku altında yansımasını bulmaktadır. Küresel sermayenin OHAL hukuk normları olarak uygulamaya konmaktadır. TMK hukukunda kazanılmış tüm insancıl hukuk normları rafa kaldırılmakta toplum düşman olanlar, olmayanlar diye ayrılarak, statükoya muhalif olanlar baskıcı hukuk buyruklarıyla susturulmak istemektedir. Düşman hukuku da denilen bu hukukta “suçsuzluk karinesi” nin, “suç ve cezanın yasallığı” nın, “delilden sanığa ilkesi” nin, “dürüst yargılanma” hakkının, bağımsız doğal yargının yeri yoktur. Yargı idari birim olarak çalışır. Bu ekolde muhtemel suç, muhtemel suç alanları kavramları etkin yer tutar. Örneğin; önleyici müdahale, ön alıcı gözaltı ve tutuklaması, süresi belirsiz gözaltılar dayatılan uygulamalardır.

Tarihsel olarak ikinci hukuk anlayışı ve kurumu ise ayrıcalıkçı hukuk anlayışıdır. Bu hukukta tek gerçek bireydir sübjektif hak sistemin temelidir. Bu hukuk sosyal sınıflar arasındaki derin fiili veya hukuki ayrıcalıklar üzerine dayandırılan liberal tipteki rejimlerin hakim olduğu sistemlere özgü bir hukuktur. Esas karakteri karşıt sosyal çıkarların çatıştığı kurumlarda ekonomik yönden daha güçlü olanın çıkarını güçsüz olanın zararına, korumaya hizmet etmektir. Yani eşit olmayanlar arasında eşitliği ve özgürlüğü sağlamaktan çok eşitler arasındaki eşitliği ve özgürlüğü temin etmeyi amaçlar. Bu hukuk anlayışının paylaşımcı, dağıtıcı, bölüştürücü adalete kapısı kapalıdır. Bu hukukta daha önceleri var olan ve kan esasına dayalı asalet ayrıcalıklarının hukuki rejiminin yerini; mülkiyet ve zenginlik esasına dayalı fiili, ayrıcalıklar sistemi almıştır.

Tarihsel olarak üçüncü hukuk anlayışı “Özgürlükçü hukuk” olarak adlandırılan, “İnsan hakları hukuku” da denen hukuk anlayışıdır. Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki;  kuşkusuz gerçek özgürlük; devletin, hukukun, tüm yasaklamaların ve bu arada adaletinde de insanlar yönünden anlamsız ve gereksiz hale gelmesiyle sağlanacaktır.

Bu üçüncü ekol özgürlüğü azınlığın ayrıcalığı olmaktan kurtarmayı amaçlar. Özgürlüğü güvence altına alınan bireysel unsur ile eşitliği güvence altına alınan sosyal unsur arasında bir sentez yaratmayı hedefler. Bu ekole göre gerçek bir adalet ve eksiksiz bir hümanizm bu ikisinin sentezinden doğabilir. Hukukun özgürlükçü işlevi içinde ceza hukukunun azami ölçüde yasaklardan arınmasını savunur yani ceza hukuku insan haklarını ve dokunulmaz özgürlükleri baskı altında tutmanın değil, bunları özel veya kamusal süjelerin saldırılarına karşı eşit bir şekilde ve ayrım yapmaksızın korumanın aracı olmalıdır. Bunun içinde ceza hukuku resmi ideolojik ve politik yapıdaki suçlardan ve mağdursuz suçlar diye adlandırılan suçlardan temizlenmeli ayrıca gerçek anlamda anti-sosyal olmayan önemsiz fiillerden arınmalıdır. Bu ekolün ikinci önemli amacı da ceza hukukunun sosyalleştirilmesidir. Bundan amaç, ceza hukukunun toplumsal menfaatleri (sağlık, çevre, estetik mal varlığı, iş güvenliği vb.) korumanın, sosyal bağdaşıklaştırmanın ve demokratik özgürlükçü sosyal hukuk toplumu hedefinin gerçekleştirilmesinin aracı olarak da görev yapmasıdır. Bu ekol dağıtıcı adaleti amaçlar. Mülkiyetin sınırlandırılması ve mülkiyetin tahakümmiyetinin son bulmasını savunur. Her türlü sistemde; bireyin devleti eleştirme hakkını, grev hakkını, düşünce ve örgütlenme özgürlüğünü, vicdani ret hakkını, anti-militarizmi, devletlerin bireylere, azınlıklara ve halkala karşı işledikleri suçlarda yargı erki bağımsızlığına müdahaleyi ulusal üstü insan hakları hukuku lehine savunur. Henüz açılım halinde olan ve klasik okulların etkisinden henüz tam olarak kurtulmuş ve tam yaşama geçmiş bir ekol değildir. Ancak: Somut zarar neticesi ve mal yerine, insanı temel aldığından, güvenlik özgürlük çerçevesinde özgürlüğe öncelik verdiğinden,     “sulh, ceza, hapishane” kavramlarının klasik tanımlamaların karşı çıktığından özgürlükler açısından umut verici ve yeni iktidarsızlık alanları açmaya çalışan bir ekoldür.

Kuşkusuz bizim savunduğumuz hukuk bu ekollerden farklı olarak hukuksuz dünyayı yaratacak hukuktur (yazarında birçok yerde vurguladığı gibi)

DEVAM EDECEK